31 Aralık 2016

İbrahim Varelci, Şeref Bilsel’in Yalnız Şiir Kitabı

ile izdiham

ŞAİRİN YALNIZLIĞI

 Neyi anlattığınıza biraz da nasıl anlattığınız karar verir. Üstelik şiir adına konuşuyorsanız ve söyledikleriniz, şiirin adımlarını takip edemiyorsa laf kalabalığından öteye geçemiyor. Bu haliyle şiir eleştirisi salt teknik açıdan mümkün olabiliyor. Peki, şiire nesnel bir eleştiri getirmek mümkün müdür? Aslına bakılırsa eleştiri politik bir kavramdır. Eleştiride esas konu, ele aldığınız şiirin neliğinden çok sizin ona nasıl baktığınızla alakalıdır. Bu yüzden bazı şiirlere bakamazsınız bile, sadece hissedersiniz. Çünkü kimsenin duygu dünyasına müdahale edilemiyor. Yalnızca duyguların aktarımındaki sakatlıklarla veya varılacak mecraya ulaştırmayan metaforların imge yığınlarına dönüştürdüğü şiirlerle karşılaştığınızda, bu şiir olmamış diyebiliyorsunuz. Ötesine de geçemiyorsunuz. Peki, bunun objektif ve genel geçer bir kuralı var mıdır? Yazarın da dile getirdiği gibi, bunun objektif bir kuralı yok. Çünkü şiir üzerine yazmakla insan üzerine yazmak birbirine çok benziyor. Bu minvalde şiirin eleştirilebilir oluşunu yeniden tartışmaya açmaktansa şiiri konu edinen yazıların niteliğini konuşmanın daha doğru olacağını düşünüyoruz.  Eğer şiir konuşulacaksa, şiir adına sarf edilen sözler de şiire ulaştırmalı kişiyi. Bunun örneklerini maalesef günümüzde pek göremiyoruz, o yüzden Şeref Bilsel’in Yalnız Şiir’ini şiirsel bir eleştiri olarak nitelendiriyor ve şiir eleştirisine yeni bir soluk getirdiğini düşünüyoruz.

Şiir adına konuşulacaksa, şiire yakın bir eleştiri dili kurmanız gerekiyor. Şiir ancak bu çerçevede irdelenebiliyor çünkü. Yalnız Şiir kitabı, bu minvalde şiiri bir “anlam dünyası”na sıkıştırmadan, şaire ve okuruna yeni mecralar açan metinlerden oluşuyor. Tabiri caizse şiiri hak ettiği yere yükseltiyor, olması gereken yere koyuyor. Sözün, şiire doğru giden yolunda bulunan dikenleri ve taşları ayıklıyor. Bulanık suları berraklaştırıyor.

İnsanla şiiri birbirine yakınlaştıran en önemli unsurlardan biri, her ikisinin de nefes alıyor oluşudur. Nasıl ki insan nefes almadan yaşayamıyorsa şiir de bu nefessizlikle aynı akıbete uğruyor. Hemen şu soru akıllara geliyor: Artık şiir nefes alabiliyor mu? Bu zamanda insan ne kadar nefes alabiliyorsa işte o kadar diyebiliyoruz ancak. “Tıka basa doldurulmuş nesneler, üst üste binmiş görüntüler, daha bir dizeyi tamamlamadan dörtnala koşup gelen diğer dizeler… Ve bunca eşya arasında ağzını kâğıttan dışarıya uzatmaya çalışan şair…”

Şair her şeyden önce bir insandır. Fakat “Bazı insanlar şiirin karşısına çıkar; bazı insanların karşısına ise şiir çıkar.” Bu pencereden bakıldığında şairlik kaderdir bile diyebiliriz. Elbette şiir üzerine çalışılabilecek, yeni sesler ve soluklar keşfedilebilecek bir edebi türdür ama o sizin içinize doğmalıdır önce. Eğer öyle değilse yapay ve sahte oluyor; böyle şiirler de yaşamıyor ve çok kısa bir süre sonra unutulup gidiyor. Şeref Bilsel, tüm hayatı boyunca, “içinde” yaşattıklarını söze dökmeye çalıştı ve şiir yazmaktan çok şiir söylemeyi tercih etti. Bunu yaparken de sığındığı en büyük liman da yalnızlığı oldu. Çünkü insan herkesten ve her şeyden uzaklaşınca ancak şiire yaklaşabiliyor, yani kendisine. “İnsan bazen yaşadıklarını da kendinden saklama ihtiyacı duyuyor. Sevdiklerini, acılarını, ayrılıklarını, soğuk bir gecede bir kayaya karşı söylediklerini…” Bu sözleriyle, şiirinin köklendiği yeri işaret ediyor. Şiire ve dolayısıyla insana baktığı yeri gösteriyor.

Günümüzde Edebiyat dergilerinin sayısı oldukça arttı. Bu durum doğal olarak yayınlanan şiirlerinin de artmasına vesile oldu. Şair çoğaldı da şiir çoğaldı mı? Bunun cevabını yazarın kendisine bırakalım: “Üç beş yıldır şiirin içinde olanların önemli bir kısmı, beş yıl önce Hasan Ali Toptaş’ın herhangi bir kitabını okumuş olsaydı öyle zannediyorum ki şiire bulaşmazdı.” Yani bireyin şairlikten bahsedebilmesi için önce şiirin çilesini çekmesi ve kalıcı izler bırakmış şairlerin yürümüş olduğu yollara eğilip bakması gerekiyor. Hem bu yolla şiiri tanımış olacak hem de kendi iç dünyasıyla sıkı bir bağ kurabilecek ve böylece yapaylıktan sıyrılıp kendi sesine ulaşabilecektir. Elbette herkesin sesi gür çıkmayacaktır, ama kısık da olsa insan dünyada kendi sesiyle konuşmalıdır. Çünkü insan yalnızdır. Şairi şair yapan da işte bu yalnızlıktır. “yalnız şairler” için “yalnız” fazlalıktır; şair “yalnız” demek değil mi?

Bu topraklarda insanlar, yüzlerce yıldır şiirle düşündü; derdini şiirle anlattı; şiirle âşık oldu; şiirle ayrıldı ve şiirle öldü. Hatta bizim medeniyetimizin söz medeniyeti olduğu bile söylenir. Bu yüzden şiir, edebiyatımızdan tasfiye edilirse dilimiz çorak bir toprak olarak elimizde kalacak. Şiir dili yaşatır, ona nefes aldırır. “Şiir, dili en yüksek mertebede temsil eder; dilin bütün zenginliğini, edasını şiirde seyredebiliriz.” Bu yüzden, unuttuğumuz şiiri yeniden hatırlamamız gerekiyor. Sevginin dilini ve gönüllerin davetkâr sesini tekrardan işitmemiz gerekiyor. Yoksa şiir, birtakım ideolojilerin ve siyasi kavgaların sloganı olmaktan öteye geçemeyecek; kiminin hakikat dediği unsura bir başkası burun bükecek ve böylece şiir belirli bir alana sıkıştırılmış olacaktır. Kendilerini şair diye tanımlayan kişilerin önemli bir kısmı gerçekte, kendisine cephe edindiği köşelerde veya dergilerin sayfalarında çeşitli “çözümler” sunan mühendisler gibi davranıyorlar. Bunu gerek edebiyat dergilerinin büyük bir çoğunluğunda gerekse de gazetelerin kitap eklerinde sıklıkla görüyoruz. Artık derin analizler yapılmıyor, sadece kitabın satışına katkı sunan ticari broşürler hazırlanıyor.

Elbette şairinin bir zamana ve mekâna bağlılığı bulunmaktadır.  Şu soru akıllara geliyor: “Şair şuur sahibi olmadan yazabilir mi?” Cevabını yine yazarın kendisi veriyor. Nazım Hikmet, Mehmet Akif ve Necip Fazıl gibi farklı dünya görüşlerine sahip olan insanlar, yazıları ve şiirleriyle içinde bulundukları dönemde insanları etkileyen aksiyoner yanlara da sahiptiler. Tabi şöyle de bir gerçeği de göz ardı edemeyiz, şiirin bir davaya adanmış olması, şiiri sınırlandırıp onu sakatlar mı? Yazar bu konuya bir örnekle cevap veriyor. Necip Fazıl’ın ilk şiirleriyle bir davaya adanmış şiirlerini karşılaştırın. Hangi cephede daha çok şiir bulacaksınız? Kanaatimizce burada, davanın neliğinden çok şiirin imkânlarının belirli bir alana hasredilmesinin sakıncalarından bahsediliyor.

şeref bilsel yalnız şiir ile ilgili görsel sonucu

Şiirin ve şairin konumlandığı yer günümüzde biraz değişti. Taşrada şairler görünür olmaktan biraz uzakta oldukları için, oralarda şairin kıymeti daha çok hissedilirken; özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşayan ve okurlarıyla aynı mekânı paylaşan şairler ise bu durumun dezavantajlarını yaşamaktadırlar. Teknolojik ilerlemenin bir sonucu olarak, iletişim ağının çok gelişmesi ve buna paralel olarak, şairlerin okurlar tarafından “dokunulmak” isteği, şairi gerçek hüviyetinden uzaklaştırmaktadır. Bana nasıl yazıyorsunuz diye sorduklarında diyor Şeref Bilsel, “Kaybettiğim şeylere yazarım ve bir muammayı karaya çıkarabilmek için.

Şeref Bilsel şiirini, tıpkı Rilke’nin; bizlere gereken yalnızlıktır, büyük içsel bir yalnızlık, dediği ve bu yalnızlığı da “Kendi içine yürümek ve saatler boyu kimselere rastlamamak.” diye tanımladığı yerden söylüyor. Tıpkı Tarkovsky’nin düşündüğü gibi: “Kendi kendine kaldıklarında sıkılan insanlar bana kendilerine verdikleri değer açısından bir tehlikenin içindeler gibi geliyor.” Şeref Bilsel’in şiiri inşa ettiği zemin burası. Yalnız Şiir kitabıyla da günümüz Türk şiirine çok önemli bir katkı sunuyor. “Şiir”n eleştirisini, yine şiirsel bir dille yapıyor. Bu doğrultuda şiir hakkında konuşmanın insan hakkında konuşmak olduğunu anlatıyor ve ekliyor:

“Yalnızlık var diye şiir var, çünkü şiirden öncedir yalnızlık, rasat eder gönlümüzde kalanı. Külü eller, görür külün içinde iç çeken gözü. Közün içinde düşünen insanı. Sonra gider dünyanın başına gelenleri ve gelecek olanları sessizce yazmak için bir tenhaya yıkılır.

İnsan yıkılırken yalnızdır.”                                       

*İtalik yazılar: Şeref Bilsel, Yalnız Şiir, Ayrıntı Yayınları, 2015.

 

 

İbrahim Varelci

İZDİHAM