8 Mayıs 2024

Sibel Gidici, Bedensiz Yutkunuş

ile izdihamdergi

Kükreyen fırtınanın iniltileri, arabasının camlarına çarpıyordu. Onuncu yılını kutlayacağı sergiye yetişmek için direksiyonun başındaydı ve doğanın öfkesine göğüs geriyordu. Zaman aleyhine işliyordu, her saniye onu geride bırakıyordu. Engellere tahammülü yoktu, hızla zamanı yenmek istiyordu. Hırslarının gölgesinde kalan bakışları kırılmış tırnağına kaydı. “Hayır!” diye mırıldandı ve alnına düşen kumral saçlarını hiddetle geriye attı. Fırtınanın şiddeti arttıkça, ruhundaki isyanın çığlığı da gökyüzüne yükseliyordu. Kara bulutlar ise öfke dolu bir şekilde göğüslerini kabartıyor, kudretli gök gürültüleriyle cevap veriyorlardı. Coşkulu bir özgürlükle yeryüzüne intikal eden dolu tanecikleri ise etrafı kaplamıştı. Kötüleşen hava şartları karşısında panikleyen Nihal, “Nasıl olur da geç kalırım!” diye feryat etti. Onca seçkin misafir! Sosyetenin tanınmış aileleri, ünlü iş adamları, alanında isim yapmış ressamlar… Hepsi, onun tablolarını görmek için geleceklerdi! Çatılan kaşları ile yüzündeki endişe ve heyecan karışımı, kabulsüzlüğünü açıkça gösteriyordu. Dar ve yokuşlu patikanın virajına vardığında gözleri büyüdü ve donakaldı. “Ne oluyor, o da ne!” diye bağırdı. Frene basmak isterken panik ve telaşla gaza basmış ve yolun ortasında açılan dev çukura sürüklenmişti. Arabayla dibe doğru yuvarlandıkça sonsuz bir uçurumun derinliklerine teslim olmuş gibiydi. Işığın hükümdarlığını kaybederek karanlığa gömüldüğü bir yere varmıştı. Sıkıştığı bu geniş mekanda, çatlak ve oyuklardan sızan soğuk hava bedenini ürpertiyordu. Titrek bir sessizlik onu sarmıştı ve kalp atışlarını göğsüne doğru itiyordu. Gözlerini açık tutmaya çalışsa da sarhoş edici bir boşluk onu ele geçirmişti. Elleriyle etrafı yokluyor, telefonunu arıyordu. Yardım istemesi gerekiyordu. Buradan kurtulmanın bir yolu olmalıydı. Yan yattığı arabada kıpırdanmaya çalıştıkça her yeri sızlıyor, kaşındaki yarık ve patlayan dudağı canını yakıyordu. Defalarca seslendi, bağırdı ama kimse duymadı. Sanki hiçbir varlığın yaratılmadığı zamansızlığa düşmüştü. Çaresizlik adeta bir canavar gibi büyüyordu. İki saat geçmiş olmasına rağmen sanki aylardır oradaymış gibi hissediyordu. Yorgunluğu arttıkça, öfkesi de yerini umutsuzluğa bırakıyordu. Göz kapakları yarı kapalıyken birden bir ses duydu: “Hey, sen kimsin?” Sesin nereden geldiğini anlamak için zorlanarak ve acıyla kafasını sola çevirdi. Sesin sahibini görmek istese de buna o habis karanlık izin vermiyordu. Bir iki dakika geçmeden aynı sesi tekrar duydu: “Sana diyorum, burada ne işin var? Kimsin? Nasıl geldin?” Hayret içinde kalan ve fazlasıyla korkmuş olan Nihal, aklını kaçırdığını düşünmeye başlamıştı. Bir kadın sesi duyuyordu, ama bu ses ona ait değildi. Burada birinin yaşıyor olma ihtimali neredeyse yoktu. O halde kimdi, neredeydi? Ah, bir görebilse! Bu düşüncelere dalmışken bir el omzuna dokundu ve Nihal’in boğazından yükselen çığlıklar etrafa yayıldı. Heyecanla ve gergin bir sesle “Benden uzak dur!” diye bağırsa da karşısındaki kişi sözlerini sürdürdü: “Sana zarar vermeyeceğim.” Fakat Nihal artık bu korkunç rüyanın sona ermesini istiyordu. Bilmiyordu. Bitmesi gereken asıl kâbusun farkında değildi. Omuzundaki el hala oradaydı. Nihal’i duymuyormuş gibi konuşmaya devam etti: “Ben de buraya düşeli epey oldu. Bizim gibi biri daha var. Seni buradan kurtarıp minik mağaramıza taşıyacağım.” Nihal’in neyin içine düştüğünü sorgulayacak gücü dahi kalmamıştı. Korkudan kaskatı kesilmişti. Ürperen bedenini sakinlik masalıyla avutmaya çalıştı. Sessizliğe gömüldü, hayatında ilk kez kendini bu kadar aciz hissetmişti. Hâlbuki çok güçlü ve etkileyici biriydi. Çevresindekiler onu seviyor ve saygı duyuyordu. Daha iki saat önce aylarca uğraştığı sergisine yetişmeye çalışırken şimdi kendisine bile çok uzaktı. Sesini duyduğu varlık onu arabadan çıkarmış, bahsettiği yere kadar sürüklemişti. Az da olsa bir parıltı görünüyordu. Gözleri aydınlığa hasret olan Nihal, bu ışığa şükrediyordu. Mağaranın içinde biri daha vardı. Sanki Nihal’in sessiz nidalarını duymuş gibi dışarıya doğru bağırdı: “İnsanlar aydınlığı görmezden geldikçe karanlıklarını yarattılar.” Tokat yemişçesine saplandı bu söz zihnine. Nihal’i bir kayanın üzerine bıraktı, getiren kişi. İçerideki kişi de konuşmaya devam etti: “Var olmak ne acı bir dram. Aslında yokluğun yansıması her şey.” Nihal, bitkin gözlerini mağaradakilere çevirdiğinde şaşkınlık denizinde çırpınıyordu. Bu kez emindi. Kesinlikle aklını kaçırıyordu. Bunun başka bir açıklaması olamazdı. Hayretle titreyen gözbebekleri dönmeye çalışan diline refakat ediyordu: “Bu… Bu imkânsız. Bu nasıl olur.” Onu taşıyan kişi cevapladı: “Nasıl olduğunu biliyorsun.” Nihal’in izan sınırları zorlanıyordu. Güçlükle olduğu yerde dururken bağırmaya başladı: “Bana yaklaşmayın. Buraya gelmeme siz neden oldunuz değil mi?” Karşısındaki iki kişi aynı anda “evet” dedi. Bu cevabı duyduğunda giderek hiddetlenen Nihal devam etti:

 “Ama neden? Burada oluşum size ne kazandıracak?”

“Hiçbir şey.”

Kızgın bakışlarını oku yaydan fırlatır gibi yönelterek:

“O halde neden buradayım?” dedi, dişlerini sıka sıka. 

Mağaradaki kişiler sıra ile söz almaya hazırlanıyorlardı ki Nihal devam etti:

“Beni derhal buradan çıkarın!”

Karşısındakiler ona sadece tebessüm etti. Mağaraya getirildiğinde içeride olan kişi konuşmaya başladı:

“Yaklaş buraya.”

Nihal’in tedirginliği ayak parmak uçlarına kadar işliyordu. Huzursuz bir ifadeyle tereddütlü adımlarla ilerliyordu. Garip bir şekilde, kaza yapmasına rağmen hiçbir yerinde ağrı yoktu. Daralan mağaranın ucunda oturan varlık konuşmaya devam etti:

“Al, izle.”

Elinde tuttuğu şey bir el aynasıydı. Ekranında karıncalanma hissi vardı ve bu, yakında bir görüntü oluşacağının işaretiydi. Nihal, hayretle aynaya bakarak sordu:

“Bu da neyin nesi?”

Varlık sadece “İzle,” dedi. Görüntü netleştiğinde aynada kardeşi Hilal’in yüzü belirdi. Hilal’i gören Nihal dona kaldı ve sitemkâr bir sesle sordu:

“Neden?”

Sitemi boşlukta yankılanırken, görüntülerden gelen sesler kulağına akmaya başladı:

“Atölyem için gerekli olan parayı dayımdan kalacak miras ile pekâlâ karşılayabilirim. Ama Hilal’i aradan nasıl çıkarabilirim? Bir yolunu bulmalıyım. Bu paraya benim ondan daha çok ihtiyacım var!”

Elinde tepsi ve kurabiye ile odaya giren Hilal, “Kendi kendine ne konuşuyorsun?” diye sordu. Nihal, bu soruya ciddi bir şekilde cevap verdi: “Seni alakadar etmez.”

Hilal, ablasının bu sözlerine içerlese de sesini çıkarmayarak çayından bir yudum aldı. Ablasına bakmadan kurabiyesini yerken düşüncelere daldı. Ablasını iyi tanıyordu. Yine bazı hesaplar peşindeydi. Dayısı yarın öbürgün ölecekti. Hiç evlenmemişti. Vefatından sonra mal varlığını tek kız kardeşi olan Cavidan’ın çocuklarına yani yeğenleri Nihal ve Hilal’e bırakmak istiyordu. Nihal ise bu mirasa tek başına sahip olup hayalindeki şatafatlı resim atölyesini kurmak istiyordu. Hilal kendisinden on yaş küçük ve üniversite öğrencisiydi. Nihal’e göre kız kardeşinin önünde daha fazla zaman vardı. İlerleyen yıllarda geleceğini şekillendirmek için birçok fırsat çıkacaktı. Ama kendisi geç kalmıştı. Elbette kardeşini öldürmeyi düşünmüyordu. Cani değildi ama…

Aynadaki görüntü karıncalanmaya başlamıştı. Beş yıl öncesine ait, Nihal’in kendi hayatından bir kesitti izledikleri. Usulca silikleşmeye başlarken iç sesi de dahil olmak üzere her şey yankılanıyordu etrafında. Varlık sessizce bakıyordu, ne bir cevap bekler gibi ne de susmasını ister gibi. Tanımsız bir bakış dürtmüştü dilini ve Nihal kendini konuşmaya mecbur hissediyordu.

“Ama… O an için haklı olduğumu sanmıştım.”

“Sanmak… Kusurların vazgeçilmez makyajı. Dürüstlük çıkarır onu insanın suratından. Belki silmek istersin.”

“Anlamıyorum.”

“Anlıyorsun, Nihal!”

“Anlamıyorum, dedim ya!”

“Bağırman sadece kalbinin sesini duymaktan korktuğun içindir. Onları bastırmaya çalışıyorsun ama yanılıyorsun.”

“Ne yapmamı istiyorsun?”

“Kabul etmeni.”

“Neyi?”

“Düşün.”

Zihninin koridorlarında gerçekler yankılanıyordu, kapıları yumruklayan haykırışlar gibi. Düşünceleri bir süzgeçten süzülüp hayata karışmak isteseler de Nihal, o kapılara kilit vurmuş, onları içeride hapsetmişti. Elindeki ayna tekrar titremeye başladı, ardından yine karıncalandı ve yeni bir görüntü daha belirdi: Feridun. İki yıl önce terk ettiği sevgilisiydi o. 

“ Ciddi olamazsın Feridun! O bayağı insanların yemek yediği yerde mi yiyeceğiz?”

“Sen neden böylesin?”

“Olması gerektiği gibiyim. Benim bir kimliğim var, kendi çapımda çevrem var. O adi lokanta yemeklerinin olduğu yere hiçbir kuvvet beni sokamaz!”

“Yolumuzun üstünde bir yer orası. Şehir dışındaki eğitime yetişmek için oradan gitmemiz lazım. Neden zorlaştırıyorsun? Her zaman mı gidiyoruz, sanki?”

“Sığ beyninde yer kalmadığı için fark edemiyorsun ama ünlü ressam Nihal AYDIN ile birliktesin!”

“Kırıcı olmaya başladın.”

“Olmayan bir şey varsa senin bir türlü yanıma yakışamaman. Git! Git de kendin gibi basit biriyle devam et hayatına.”

“Basit olan sensin. Bir gün anlayacaksın bunu. Kibrinde boğulmuşsun. Kurtarılmaya o kadar çok ihtiyacın var ki!”

“Masal bitti mi?”

“Bitti, Nihal Hanım!”

Aynadaki görüntünün tekrar karıncalanması ile mağaradaki varlığın sesi duyuldu:

“İnsan en çok da derinliklerinde beslediğine dikkat etmeli. Kibir laneti orada pusuya yatar. Bir virüs gibi yayıldı mı da insanı kendine bile düşman eder. Ta ki anlayana dek.”

“…”

“Susuyorsun, çünkü konuşursan idrak kuyularından aydınlık sular dökülecek zihnine. Berrak bir sıcaklık yerleşecek kalbine. Pişmanlık yağmuru yakacak bir süre. Sonra ayacaksın, asıl gerçeğine.”

“Sus!”

“Nihal, Feridun’un masalı insanların özüydü. Bunu sende biliyordun.”

Az sonra Nihal’i arabasında sıkıştığı yerden çıkarıp sürükleyerek mağaraya getiren diğer varlık söze girdi:

“Fark ettin mi? Mağara giderek aydınlanıyor.”

Nihal anlamlandırmaya çalışan gözleriyle etrafı izlerken varlık devam etti:

“Sen ne kadar inkar etsen de kalbinin kiri temizleniyor. Işığını sen çoğaltıyorsun.”

Nihal, dudakları kıpırdamadan sessizce bakıyordu. Elindeki ayna buharlaşıp eridi. Vücudu da yavaşça atomlarına ayrılıyordu. Varoluşunu geride bırakarak yokluğa evriliyordu. Usulca tüm parçacıkları dönüşmeye başladı. Bazıları taşa, bazıları suya, bazıları havaya ve bazıları da bir toz bulutuna dönüştü. Fakat Nihal hala hissediyordu. Bedeninden vazgeçtiğinde duymaya, kilitlerini çözdüğünde görmeye başladı. Kibrini öldürdüğünde ise özgürleşip ruhundaki o özün farkına vardı. Orası eviydi, evi ise kendisi ve o nihayet dönmüştü. O esnada çukur sessizce kaybolmaya, yer yükselmeye başladı. Gökyüzü kucak açıyordu. Her şey bembeyaz bir kar tanesinin içindeymiş gibi giderek tek renge büründü. Ardından hızla aşağı doğru inmeye başladı. O sırada birden derin bir nefes alarak gözlerini açtı. Hastane tavanı karşısında uyanmıştı. Yüzünde bir solunum cihazı, kollarında serumlar vardı. Aylardır ölümle yaşam arasında gidip gelen ağırlaşmış bedeni yatakta yatıyordu. Dört ay süren zorlu mücadelenin ardından Nihal nihayet iyileşmişti. Bu uzun sürecin ardından annesi Cavidan Hanım’dan ilk istediği şey evdeki el aynası oldu. Komada yatarken aynada kendi hayatının akışını izlemişti. Gördükleri varlıklar ise kendinden başkası değildi. Şimdi ise bir kez daha aynadaki yansımasıyla yüzleşecekti. Uzun parmakları, sapı sıkıca kavradı, oval ve kemikli yüzüne yerleştirdi. Otuz sekiz yıllık yolcuğunun ufuklardaki kayboluşu sona ermişti. Aynadaki yansımasıyla ilk kez karşılaşıyor, sanki yıllar boyu kaçmış olduğu bir yabancıyla tanışıyordu. Dudakları titredi, diline dolanan kelimelerin ağırlığı, sessizliğinin yerini almıştı: 

“İlk kez anlıyorum, Nihal! Atölyeni kurmak için dayının ölümünü diledin. Tüm mirası alabilmek için kız kardeşine komplo kurdun ve belki de onun dahi ölmesini istedin. Ne dayın öldü ne de kardeşin zarar gördü. Mirasın gelecekteki sahibi o gayri meşru çocuk oldu. Zihnim çelişkilerle beni zehirlerken, geçmişimdeki keşkeler yarınımdaki endişelerimi besledi. Kaygılarım kalbimi karartırken kibrim serbest kaldı. Bedensel varlığımın gölgesinde ezilen ruhum, tatmin olamadıkça bencilliğim iyiliği kırbaçladı. Oysa en çok da ruhum haklıydı. Zihnimle, bedenimin cahilliğini duyumsadı. Var olmanın, yokluğu hazmedebilmekle başladığını anladığımda, kendimi bulmamı o sağladı. Bedensiz yutkunuşlarım evime varan yollarımı açtı. Hoş geldin, Nihal. Evine hoş geldin!”

İZDİHAM