19 Haziran 2024

Merve Koçhan, Kör Kuyu Dilek Ağacı 

ile izdihamdergi

Beklemenin zamanı kişi kendi isteğinden vazgeçince işlemeye başlıyor, 

Ben hayattan aldığımı veriyorum hayata…

***

Bir dağın arkasında, bir yolun sonunda bir yeşilliğin ortasında sonu başından belli dedikleri bahtsızlıkla başlıyor hikâye. Buraya kadar çok şey eksik sanki… Biraz daha açayım sözlerimi. Geniş alanlara. Göklere ve yere. 

Herkes geliyor. Bilhassa uzaklardan geliyorlar buraya. Kimisi hörgücünde eskimiş bir devenin üstünde geliyor kimisi yelesi ağarmışın yanında alnını ovuşturuyor. Kimisi peçesiyle kapattığı acıyı üzerime asmak için, kimisi kollarını dağlamış ölemediğinden. Hepsinin yolunun birleştiği yer benim. Adımın uzatıldığı ve noktalandığı o yer benim. Uzaktan geliyorlar bana, uzaktan. Perçeminde on beşlik bir kızın ilk aşkına yemin ettiği bu yere. Dileyenin dilediğini unuttuğu gibi, adayanın adadığını unutamadığı yerim ben. Buranın adı Bağır. Yazmalı, bukleli, çilli. Sakallı, kaşlı, uzunca geliyorlar bana. Bazıları baştan inanmıyor, bazıları çok Polyanna. Ben bir sarmaşık değilim bu bağır bölgesinde. Ancak her gelen dallarıma dolanır. Gidenin arkasından bakan da benim adım değildir ama murat alırım, murat veririm.

Çeyrek asır önce Bağır’ın üst tepelere ulaşmış küçük bir çocuk vardı. Annesinin feryadına dolanmış ayaklarını çözmek istiyordu. Kader bu demek ne ala yazgının başladığı yere. Çocuğun Annesi kumdan, çakıldan, tozdan buluttan bir ara onu bu yere koymuş. Beyaz eşarbını yan bağlamış. Çocuğun bir şeyler istediği belliymiş, konuşabilse anlatırmış ama ağlamış. Bu sefer yazgısını yana bağlamış körpe bir anne ki -o bir Hacer değildi ama ayakları taşın üstünde çaresizlikten eskimiş. O bir Hacer değilmiş ama baştan aşağı çileymiş. Kurşuna başkaldıran kevgir gibi delindi ayakları çocuğun karşısında. Bir dilek onu dileyenin ısrarına bağlıdır. Yeri gelince çaresizlik de annenin ısrarı dayanabilir mi? Sıcak diye bağırdım bastığı yere. Çocuk ağlıyordu anne ağlıyordu ben yaprak döküyordum. Bir dilek ağacı olarak nasıl yardım isteyeceğimi benden daha iyi bilen bir ağaç yoktur. Bağırdım dünyaya. Bağırdım, dedim yazması dolanmış çözülmüyor, çocuk ağlıyor. Bağırdım, çöz dünya.  Acının hizasında sen de bağır dünya. Ağlayan çocuk değildi sadece. Hepimiz ağladık bir çocuğun gözyaşları karşısında. Gözyaşını düşürdüğü topraktan zemzem de çıkmadı. Yine de onun ağladığı yere beni tekrardan gömdüler. Ben kendi toprağında sürgün bir ağacım bu yüzden. Böylelikle ölümüm de doğumumdan önce yazıldı dünyada.

Bağır bölgesinde büyüdüm. Dara ağacı dediler öte köyden gelenler. Topraktan yukarı büyürken böyle aktı zaman. Durdukça büyüdüm. Durdukça aktı gitti gök. Aktı gitti iklimler. Aktı gitti insan ömrü. O çocuğun dileğini gerçekleştiremedim. O zamandan bu yana annesinin ayaklarını, bir de akan yaşlarını tuttum hafızamda. Dallarım yedi yağmur gördü dertten büyüdü. Ağaçlar geriye doğru büyür dedi ulu ağaç toprağın üzeri süstür. Kök saldım toprağa, yer aktı gitti, benim haricimde… O çocuk ve annesi bir daha gelmedi.

Daha sonrası serap gibi bir şey… Ne geleni aldım ne gidene baktım arkasından. Belki de darası doğru olmayan ağaçtım ben, adımı değiştirmek istediler. 

Fakat bu yıl yirmi dokuz tane genç evlenme dileğiyle uzaklı yakınlı şehirlerden ziyaret etti. Çetin bir hastalıkla boğuşurken son çaresini üstümde gezdiren insanlar tanıdım. Birazının iş kurma hayali kaldı üzerimde. Pek azının çocuğu olmuyordu. Bütün bunları hatırlıyorum elbet.  O ki bazılarının bezleri, iplikleri, çaputları erken söküldü üstümde. Bu sırada vakit çok geçmeden tekrar gelenler ipini sökülmüş görünce zevkten dört köşe oldu. Hâlbuki bu tepe rüzgâr alır. Bütün dualar bir rüzgâra bağlıdır. Ama yine de dallarımda şeytan tüyü vardır beni de kandırmıştır kendisi. Dileklerin sevinçlere, kederlerin coşkulara, figanların naralara dönüştüğünü dünya gözüyle görüyorum. Ve bu dünya gözüyle gövdemde çok sır sakladım.

Beni derinden etkileyen hadise bunların çok dışında kalmıştır. Nasıl başlasam da incitmesem bu hikâyeyi…

Genç bir kızın kapanmış kısmetini açma niyetiyle bağlandığı bir ağaç olduğumu söylemeden anlatamam elbet. Bu hikâyede aslı olan benim, doğumumda ölümümden öncedir bakmayın siz ağlamadan anlatamam elbet.  

Saçlarını balıksırtı örmüş keten eteğini yamalamış, hasırdan ördüğü çantasıyla Mısır’ın vahalarından gelen yanında ve bir parça çörek taşıyan bir kız vardı. Bir derdi vardı o gelmeden derdi ulaştı bana. Söylentiler, fısıltılar, kimsenin ağzı durmadı. O kadar çok yürümüş ki bana gelene kadar güneş kavurmuş saçlarını, tutam tutam dökmüş sonra. Kalanlar beyazlamış. Yollar dağıtmış onu ama o hep toparlamış kendini. Ayağı kaymış düşmüş düz zeminde ama patikalarda koşmuş. Yamaçları dolanmış, kıymetli otlar toplamış. Dağ pıtırcıkları koklamış dikenli otlar sürmüş kanayan yerlerine. Rüzgâr yemiş yüzünü, yaralamış. Bana gelene kadar öyle çok çekmiş ki. O gelmeden ben hazırlandım. Kırk yıllık bir yorgunu bir ayda göğsüne sokmuş. 

Onu ilk gördüğümde gözleri bir aşk mevsiminin on dördü gibi bakıyordu. O gün yaşını köklerime eğilerek fısıldadı. Sesindeki aşk öyle ürkekti ki tıpkı yolunu kaybetmiş bir ceylan gibiydi. Daha on sekizinde gelmiş uzaklardan. Azığı bitmişti matarası yıpranmıştı. Tükenmişti… Aşk; kendini on sekizinde bir kızın yüreğine düşmekle gösterirken ben dallarımı çokça uzatmışım. Sevgiler biriktirmişim sevgiler dağıtmışım.

Kaç kabuk değiştim kaç kovuk açtım bağrıma bilmiyorum bu süreçte. Kökümdeki topraklar bire şehir yapılırdı ancak onun gözlerindeki yorgunluk bir şehri sessizce istila ediyor gibiydi. Anlıyorum ki bir ağaç en çok acıyla büyüyordu beni büyüten bana gelenlerdi.

Geldiği ilk gün gövdeme yaslanıp gece boyunca uyudu. Gök yıldızdan bir ışık yarattı üzerinde. Onun derdi göğe de sıçramıştı. Sanki tüm gezegen o rahat etsin diye kol kanat germişti. Allah’ın sevdiği bir kul da olabilirdi. Ama o gece uyuyan güzel gibi derin ve sessiz gecede dallarımın altında beyhut düşmüştü. Bütün gece o üşümesin diye dallarımı gergin bir şekilde üstünde tuttum. Kum fırtınası olursa bu haliyle dayanamazdı. Bir insanı en son ne denli böylesine koruduğumu hatırlamıyorum.

Bir ara fısıldadı ince sesiyle. Üç kere tekrar etti. Umarım, lütfen ve âmin dedi. Sonra o yolları hiç aşmamış gibi usulca geldiği yere doğru açtı gözlerini. Ayağa kalktı ve boyunca uzandı. Titrek elleriyle cılız ve çokça rüzgâr alan tarafıma küçük bir marteniçka ipi bağladı. Bu sefer üç kere âmin, dedi. 16’sında sırra kadem basan sevdiğine kavuşmak istiyordu. Onu göremeyecek olması karşısında da ölmeyi talep etmişti. İlk başta zorlu bir dilek olduğunu düşünmesem de ipin dallarıma yerleştiği an kızın onu görmezse ölmeyi arzulaması beni derinden üzmüştü. Oysa dallarıma bağlanan her bağın bir enerjisi vardır. Kurduğum bu bağlantı kişinin geçmişini bir ayna gibi gösterir bana. Serap gibi bir şey olduğunu söylemiştim hikâyenin… Ama ne gerçek ki kızın sevdiği adam bir keşif sırasında öldürülmüştü. 

Bütün gece dalımdaki marteniçkaya bakıp durdum. Eğer marteniçka istemsiz bir şekilde düşerse gerçekliğimin bir tesiri kalmayacaktı. Bir gerçeği yansıtmayan hiçbir dilek dalımdan düşemezdi. Düşebilirdi de elbet ancak bu benim çürümeme sebep olurdu. Kim bunca yıl sonra bir başkasının aşkı için ölmeyi göze alırdı? Ben bir ağacım, göze almak bana göre değildi. Ancak bu çaputu yıllarca da üstümde saklamak da kız için sürdürülebilir bir muradı tasvir etmeyecek miydi?

Sabah uyandığımda kendimi ilk defa yalnız hissettim. Çünkü o gitmişti.

O bir isteğini astı dalıma. Öyle derinlere astı ki dileğini bir yılda gövdem değişti. Dileğinin üstünden bir yıl geçti. Kasırgalar çıktı kırağılar geçti üzerimden. Çözülmedi, kıpırdamadı yerinden, bir tek onun kurdelesi. Kuru, çatlak soğuk ellerinde Allah için bildiği tüm duaları okuyup sürmüştü üzerime. Duası sağlamdı ama gerçeğin akıbeti Allah’tandı. İlk onda birikti derdi, ilk onda derinleşti sonra bana sürdü duasını, derdi bana geçti. İnsanlar mutlu olsun diye ağaç çiçek açmaktan vazgeçer mi? 

Açmadım bir yıldır. Yağmurdan düşeni içmedim. Verimli olmak için hiçbir çaba harcamadım. Hangi kız on sekizinde sevdiğini alamazsa ölmek dileğini asardı bir ağaca. İpek bir mendile hayatını bırakırdı. Ve bir ağaç susuz ne kadar yaşardı? Bu kör kuyuya atılmış taşı kim çıkaracaktı şimdi. Beni buraya dikenin dileği gibi onun da dileği hepimiz için bir çıkmaza girmişti. O ölmesin diye ben yaşamaktan uzaklaşıyordum.

Adından bahsetmedim size. Ama Servi’ydi.

Servi on sekizinde. 

Yüzünün her bir yerinde onca gam çukurlar açmıştı. O büyük çukur ki şimdi en sonuncusu benim dalımda. Yüzünü bıraktı bana yüzünün bir kenarını… Bir ömürden daha fazlasıydı belki de…

Bu meşgaleyle kaç yıl daha yaşanır dedi ulu ağaç. Senin dallarının sihri şimdi gerçek bir yalandır. Öyle doğruydu ki bana herkes dilek ağacı diyordu zamanında oysa kör kuyusuymuşum kendimin… Siz bilmezsiniz bir Servi’den öğrendim.