21 Ocak 2017

Mehmet Akif Öztürk, Güney Ulutaş’ın 2016’da Çıkan Kopuklar Romanını Değerlendirdi

ile izdiham

 “Sanat; davranışımızı, karakterimizi, adalet ve sempati hislerimizi rafine etmeli; kendi kendimizi tanımamızın, kendi kendimizi kontrol etmemizin, diğerleri için beslediğimiz saygı hislerimizin ve hareketlerimizin yücelmesine hizmet etmeli; bizi adiliğe, zulme, adaletsizliğe ve bayağılığa tahammül etmeyecek şekilde geliştirmelidir.”

 Bernard Shaw

 

‘Giovanni Pappini’nin  kahramanı ‘Gog’, bu eseri okusaydı muhtemelen “bir grup gencin dünyayı sanat yoluyla birkaç gecede değiştirebileceklerini sandığı bir ütopya” derdi; ancak o kadar basit olmadığını söylemeliyim.

Güney Ulutaş’ın ilk romanı olan Kopuklar geçtiğimiz yıl ‘Can Yayınları’ etiketiyle yayımlandı. Ve okuduktan sonra diyebilirim ki yazar, genel olarak başarılı bir ilk roman meydana getirmiş.

Kopuklar 367 sayfadan oluşan görece kalın bir kitap. ‘Can Yayınları’nın kitabın ilk sayfalarına yazarın kısa bir özgeçmişini koymasıyla ‘Güney Ulutaş’ın kim olduğu hakkında az da olsa bir tablo beliriyor kafamızda.

Öğrendiğimize göre, daha önce dizi ve filmlerde senaryo yazarı olarak çalışan, bazı dergilerde ise öykü ve hikayeleri yayınlanan yazar kendi atölyesinde yazarlık faaliyetlerine devam ediyor. Kitap aslında 2013 yılında yazılmış fakat yazıldıktan üç yıl sonra yayımlanmış. Bunun sebebinin ne olduğunu bilmiyorum ancak yazarın titizliği olabilir diye düşünüyorum; çünkü son yıllarda edebiyatımızda başarılı bir ‘ilk kitap’ eksikliğini yazar, ‘Kopuklar’la gidermiş diye düşünüyorum.

Kitap kapağına değinmek istiyorum biraz. Aslında bu değini bu kitap özelinde olmayacak. Biliyorsunuz ‘Can Yayınları’ birkaç yıl önce radikal bir kararla klasik kapaklarından vazgeçip birçok önemli eserde ve yeni eserlerde kapak tasarımı değişikliğine gitti. Sebebini ise Can Öz bir programda Okur kitaba yaklaşınca o kitapla ilgili bir düşüncesi olmalı.  Eski tarz kapaklı kitaplarda biz yeni yazarlarımızı çok tanıtamıyorduk. Okur raftan yine gidip bilinen bir yazarı alıyordu ancak böyle olunca yeni yazarlar da okunma imkanı bulacak” tarzındaki bir konuşmayla belirtmişti. Yine de okurlarca verilen tepkiler çok azalmadı. Ben de eski kapakların bir savunucusu olsam da bu açıklamaya hak vermiştim. Dediği gibi, eğer bu kitap da klasik ‘Can Yayınları’ kapağıyla piyasaya sürülseydi muhtemelen bilinme oranı azalacaktı. Fakat şimdi daha çok insana ulaşacağını düşünüyorum. Bu kitabın kapağına ise kısaca değinecek olursak; kitabın içinde bir metafor var, kaz metaforu. Kazların yavrusuna uçmayı öğrettiğini gören annesiz baş kahramanın durumunu anlatan, hayatıyla bağlam kuran ‘Zucco’nun hissiyatının belirtildiği bir kısım. O kısım baz alınarak tasarlanmış bir kapak. İçerikle uyumlu. Başarılı bulduğumu söyleyebilirim; fakat renk seçiminde bu kapağın daha karanlık bir tarzda olmasını tercih ederdim. Kitabı okuyanlar bu dediğimi anlayacaktır. Arka kapağa yazılan yazıların ise fazla açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Arka kapaklarda kitabın tanıtımından ziyade kitaptan bir pasaj olması her zaman ilgiyi diri tutacaktır. Burada her şey var ve bir bilgi fazlalığı olmuş. Ayrıca kitabın ‘Sevgi Hikayesi Koleksiyoncusu’ nun ağzından anlatıldığı yazılmış ama kitapta bu karakter üç yerde ve çok kısa geçiyor. Roman, ‘Sevgi Hikayesi Koleksiyoncusu’ na gelen bir mektupla başlıyor ama genelde ‘Zucco’ ve ‘Zucco’nun annesi ‘Marlen’in ağzından 1. Tekil bakış açısıyla yazılmış. Bu yüzden bilgi yanlışlığı demesem de bilgi ‘karmaşıklığı’ olmuş bu kısımda.

Kitabı kısaca değerlendirecek olursak; ‘Kopuklar’ aslında kitap içinde kitap. Bir bizim gördüğümüz, ‘Can Yayınları’ etiketiyle basılan ‘Kopuklar’ isimli kitap var, bir de bunun içinde, kitapta belirtildiğine göre 1988’de yazılmış ‘Kopuklar’ adında bir kitap daha var. Daha açıklayıcı belirtmek gerekirse: Türk ve dünya edebiyatında bir kitabın peşinde geçen olayların konu alındığı romanlar çok olmuştur. Bunların çoğunda da aranan kitap sadece adı ve cismiyle vardır. Burada da aynı konu var fakat bir farkla: her şey ‘Sevgi Hikayesi Koleksiyoncusu’ yani sevgi hikayeleri yazan bir kişiye gelen bir mektupla başlıyor. Mektubu gönderen ‘Zucco’ yetimhanede büyümüş, daha sonra gaddar bir kasabın yanında çıraklık yapmış ve daha sonra kasabın vasiyeti üzerine mirasını devralmış bir avukat. Okumasının sebebi ise kasabın vasiyet için bunu şart görmesi. Fakat ‘sevgi hikayecisine’ mektubu yazdığı dönem polis tarafından aranan ve meslek olarak da dibe vurmuş, beş parasız olduğu bir dönem. Bu mektupta ‘sevgi hikayesi koleksiyoncusuna’ suçsuz olduğunu, ona her şeyi anlatacağını söylüyor. Buluştuktan sonra da her şeyi bütün kitap boyunca anlatıyor. Para için, yaşadığı şehrin belediye başkan adayı ‘Catastrofe’nin isteğini yerine getirmeye çalışıp onun istediği bir kitabı, -otuz yıl önce annesinin yazdığı kitabı- bulmaya çalışıyor. Bunun sonucunda çıkılan yolculuk farklı şehir, kasaba, insanlar ve bir aşkla devam ediyor. Kitabın tamamına bir yerde ulaşamıyor, bölüm bölüm buldukça da olaylar daha da ilginç bir hal alıyor ve sonunda cinayetle suçlanacak bir durumla baş başa kalıyor. Kitabın bölümlerine ulaştıkça yazar bulunan bölümü de bizimle paylaşıyor ve biz kitap içinde kitap okuyormuş oluyoruz sanki.

‘Zucco’, yetimhane günlerinde annesinin onu bırakıp intihar ettiğini öğrendiği, babasının adını ise kimsenin ağzına bile almadığı biri. -Ancak baba karakterinin tüm kitabın şeklini belirlediğini ve değiştirdiğini biz kitabın en sonunda öğreniyoruz.- Yazar, yetimhane günlerini çok uzun tutmamış, eğer bu günlerde yaşanılanlar psikolojik açıdan biraz daha derinden incelenseydi kitabın ilerisi için daha vurucu olabilirdi. Kitap içinde kitap demiştik; bu kitabı sanki iki kişi yazmış. ‘Zucco’nun anlattığı bölümler, yani aradığı kitabı bulduğu, düşünceleri, bu süreçte başına gelen olaylar daha rahat ve akıcı bir dille yazılmışken, annesi ‘Marlen’in bakış açısından yazılan bölümler biraz daha zor okunan ve sanki biraz daha edebi bir dille, hatta ‘Borgesvari’ bir dille yazılmış. Gerçek kitap 2018 ve 2019’da geçiyor, bulmaya çalıştığı kitap ise 1988. Bu durumun, yazarın dilinin farklılığının oluşmasında etkili olduğunu düşünüyorum. Fakat hemen küçük bir eleştiri yapacak olursam; annenin yazdığı kitabın bazı bölümlerinde kullanılan son döneme ait birkaç kelime, bu büyülü dili olumsuz anlamda biraz etkilemiş. Kitapta bazen sade, bazen süslü bir üslup kullanan yazar, bütün kitap boyunca betimlemelerini ve açıklayıcı anlatımını sürdürmüş. Zaman zaman örnekleyici ve öyküleyici anlatım da kullanmış fakat bazen betimlemeleri ve teşbih sanatını o kadar çok kullanmış ki, kitabın akıcılığına biraz sekte vurmuş bu durum. Ama bu ilk kitabın getirdiği bir durumdur diye düşünüyorum. Sonraki romanlarda bunun dozunu ayarlayacaktır.

Bir kitabı eline alan okur, önce ön, sonra arka kapağa bakar ve daha sonra da ilk cümleleri veya ilk sayfayı okur. Yazar etkileyici bir cümleyle başlıyor kitaba. ‘Kafka’nın ‘Dönüşüm’ kitabının başlangıç cümlesini hissettirse de bu, farklı bir cümle ve okuru içine çekiyor böylece. Kitabın sonu ise yine vurucu bir şekilde sonlanmış. Kararın okura bırakıldığı, net bir sonun olmaması bu kitaba artı bir değer katmış.

Yazar, kitapta işlediği karakterlerin psikolojik incelemelerini –Zucco dışında- gayet dozunda ayarlamış ve okuru sıkmayan bir yerde; ama aynı zamanda okura karakteri tanıtan bir noktada bırakmış. Başkarakter ‘Zucco’nun başlarda annesine duyduğu kin, hatta anne değil ‘Marlen’ diye hitap etmesi, kitabın sonlarına doğru ise bu hitabın anneye dönüşmesini işleyen süreçleri iyi anlatmış. Bilinç dışında olan anne özlemini başarılı bir şekilde işlemiş, diğer karakterlerin de kitap içinde geçmiş yaşamlarını havada bırakmayıp okura iletmiş. Biraz da bu yüzden hacimli sayılabilecek bir roman çıkmış ortaya.

Kitaptaki karakter, yer, mekan isimleri ünlü kişilerin, filmlerin isimlerini taşıyor. Örneğin başkarakterin ismi ‘Roberto Zucco’dan esinlenilmiş. Bunun dışında ‘Saramago kasabası’, ‘Werther şehri’, ‘Raskolnikov istasyonu’, roman karakterlerinden ‘Dersu’, ‘Auster kasabası’, ‘Rimbaud oteli’ gibi isimler romana değişik bir hava vermiş, bir renk katmış.

‘Zucco’nun, annesinin yazdığı kitabın peşinden sürüklenirken meydana gelen olaylar merak duygusunu her zaman zirvede tutmuş. Fakat yer yer eleştirilecek noktalar da yok değil. Örneğin; her bölümü bulduğunda bölümü aldığı kişinin öldürülmesi, romana gizemli bir hava katarken bazı bölümlerin eski Türk filmlerindeki gibi olması romanda klişe bir durum oluşturmuş. Mesela ilk ölen karakter can çekişirken çok önemli bir şey söylemeye çalışıyor ve o anda ölüyor. Veya önemli bir mektubu (önemli olduğu daha sonra anlaşılıyor) ‘Zucco’, yere düştüğünde şans eseri, hiç bakmayacağı yatağın altında buluyor. Ayrıca bu mektubun 30 yıl önce sahibine ulaşmama süreci ise, olmama ihtimali olma ihtimalinden çok daha düşük olan olayların meydana gelmesiyle oluşuyor. Bunun gibi birkaç bölüm okuru rahatsız etse de kitabın gidişatına ve dilinin akıcılığına bir sekte vurmuyor. Kitapta bazen olağanüstü ögelere de yer veriliyor. Bu açıdan kitabın en ilginç karakteri olan ‘Poetry Herder’, öldükten sonra hayata tekrar dönüyor ve bir kerelik şansın ona verildiğini söylüyor. Ayrıca ‘Herder’ karakterinin olayları önceden görme ve birinin elini tuttuğunda ona bilmediği şeyleri gösterebilme özelliği, bana ‘Stephen King’in romanından uyarlanan ‘Yeşil Yol’ filmini hatırlattı. Yazar sanırım buradan esinlenmiş. Bu durum roman akışını olumsuz yönde etkilememiş. Fakat bu durumu sevmeyecek okurlar olabilir.

Yazar belli ki dünyanın sanatla değişebileceğine inanan biri. Bu sübjektif bir bakış açısı. Doğruluğunu veya yanlışlığını en azından şu an için kanıtlamak mümkün değil. Ancak bu durum olacak olsa bile bir gecede olmayacaktır. Kitapta ‘Marlen’in yazdığı bölümlerde görülen ve kendilerine ‘Kopuklar’ ismini veren 8-10 kişilik arkadaş grubunun, insanları sanata, okumaya, düşünmeye teşvik eden eylemlerinin bir anda sonuç vermesi –bir günde, bir gecede- çok ütopik bir durum ortaya çıkarmış. Bu açıdan eleştirilebilir; fakat günümüzdeki gibi bu sonucun kısa sürmesi, yani insanların her şeyi hemen unutması ise yazarın gözlem yeteneğinin yüksek olduğu sonucunu ortaya koymuş.

Tematik açıdan her roman, her kitap bir mesaj iletme kaygısı güder. Yazarın da mesajı, karşı durduğu olaylar çok net biçimde okura veriliyor. Yazarın belli ki sistemle, iktidar kavramıyla, baskıcı yönetimle bir derdi var. Bu kitabın yazılma amacı da  rahatsız olduğu şeyleri bir kitapla, kurgu bir kitapla ortaya koymak. Bu konuda kimse yazarın ne düşüneceğine karışamaz; fakat eleştirilen noktalar bu bahsettiğim kavramlara değil de belli bir zümreye olunca, romanın hitap ettiği kesim de değişiyor. Sistemle derdi olup, kalemini sisteme doğrultabilecekken, Türkiye gündemine dair göndermelerle bence popülist bir yol izlemiş. Üstelik yazarın bazen toplum gerçeklerine uzak kalması bir yorum eksikliğini beraberinde getiriyor. Derdimiz kötülükle, kavramlarla olmalı; sadece kişilerle değil. Bu açıdan baktığımda yeterli eleştiriyi kitapta göremedim. Ancak Kopuklar’ın, yazarın ilk kitabı olması ve bundan sonra da yazacağı kitaplar olacağını düşünürsek, çok daha sağlam eleştirel metinleri belli bir kurgu içinde verebileceğini görebiliyoruz. Hatta hissettiğim şu ki; Güney Ulutaş ilerleyen yıllarda çok sağlam, çok başarılı bir ‘distopya’ romanı yazabilir.

Sonuç olarak diyorum ki Türk Edebiyatı başarılı bir romancı kazanıyor. Genel olarak bir ilk kitap için oldukça iyi olan yazar, çok daha başarılı kitaplar yazıp adından söz ettirecektir.              

 

 

 

 

 

Mehmet Akif Öztürk

İZDİHAM