1 Haziran 2024

İbrahim Varelci, Karanlığı Kurcalamak: Yazının Bilinçaltı 

ile izdihamdergi

Ruhuna yaratıcının nefesinden üflenmiş insanın, hangi seslere kulak vereceği, hangi yöne yüzünü çevireceği evvelden belirlenmiş. Yürüyeceği yollar daha önceden keşfedilmiş, eline yol haritası tutuşturulmuş. Ruhlar evvel emirde karşılaşmış, sohbet etmiş, birbirini iyice tanımış. Sonra araya dünya saati girmiş, vakit geçtikçe bu ruhlar birbirinden uzaklaşır olmuş, fakat kaderin o ilahi hesabı yeniden tecelli etmiş, farklı bedenleri tek bir ruhta karşılaştırmış.

Yorgunluğu her halinden belli olan bir kişi yazarak ve konuşarak hafiflemeye adamış kendini. Kalabalığın içinde yalnızlığına ortak arıyormuş. Bu yolda ona yoldaşlık edecek insanlar aramış durmuş. Bazen denk gelmiş fakat çoğu zaman yolu yalnız yürümüş. Yalnızlık onu yoğurmuş da yoğurmuş. Kendisiyle çok konuşmuş, yaratanına sıklıkla dua etmiş. Kendine dahi tahammül edemediği zamanlarda sarılmış kitaba, deftere, kaleme. Yazmış, yazmış. Yazdıkça kendini yine kendine açık etmiş. Özünü anlamaya başladıkça kâinatı daha derinden anlar olmuş.

İç dünyasıyla ne kadar derin münasebet kurarsa karanlık taraflarıyla o kadar karşılaşmış. Sonra karanlıktan korkmamaya başlamış. Bu cesaret, diğer insanların karanlık yönleriyle karşılaşması için ona güç vermiş. Hatta, bu karanlığı kurcalamak, orada olan biteni anlamak, anlamlandırmak istemiş. Hayat, bir süre sonra sadece anlaşılmayı bekleyen sırlar yumağına dönüşmüş. Anlamaya başladıkça, başka başka anlamların peşine düşmüş. Halbuki insanmış en girift bilmece. İnsanı anlamak, hayatı anlamak kadar zormuş.

Bu bir kendini arayış. Ben de uzun yıllar kendimi aramadım mı? Saklandım. Hem kendimden hem de en yakın çevremden. Anlaşılmak isteğimin altında ciddi bir anlaşılma korkusu vardı. Biri beni sorgusuz sualsiz anlamak istediğinde hemen ona sarılmak istiyordum; tüm benliğimle ve ruhumla. Hayatımdaki karanlık yönlerle yüzleşmem onların üzerime saldığı korkuyu biraz hafifletmişti fakat hiçbir zaman kaygılarım yok olmadı; yaşamı yaşanmaz kılsalar da tamamen kaybolmalarını istemediğim kaygılarım. Ben de bu yüzden kaleme sarıldım.

***

Yazar, yazıyı yük edinir kendine. Bunun için yalnızlığı tercih eder. Yalnızlığını yaşayabilmesi için kendine ait bir dünya kurar. Huzura kavuşmak için kendine bir mesken arar. Huzuru hissettiği yerde yazmaya koyulur. Bu süreç, yazarın kabuk tutmuş yaralarına dokunma, kendiyle yüzleşme cesaretini gösterdiği yerde başlar.

Öte yandan yazma eylemi, büyük bir hesaplaşmadır. İnsan zihnindeki tüm bilinmezlikleri de ortaya çıkarır. Huzursuzluk verir. Geçmişten bugüne ruhunuzda, düşünüzde ne varsa gün yüzüne çıkar. Sonrası yorgunluk, bıkkınlık, uykusuzluk, korku, kaçma isteği, ölümcül kaygı, şaşkınlık, dalgınlık: dünya ağrısı.

Her insanın kendine has bir hikâyesi olsa da aslolan hikâyenin kendisi değil onun nasıl kaleme alındığıdır. Öyleyse yazarın kendini yazma biçimi ve anlayışı olarak sınaması gerektiği düşüncesine ulaşabiliriz. Çünkü en nihayetinde yazmak bir nevi arayıştır. İnsanın kendini bir cümlede, bir paragrafta veya uzun bir metinde araması. Bu arayış hiçbir zaman bitmez ve yazarlığın devamlılığı kişinin kendini arayışında vücut bulur. Kişi böylece hayatın ve kendisine dair gerçekliklerin daha derinden farkına varmış olur. Bunun için yazmak çok önemli bir dışavurum aracıdır. Bu da demektir ki, hangi türde olursa olsun, yazdıklarınızın içinde bir parça “sen” vardır. İşte o “sen”lerin toplamı ortaya gerçek “ben”i çıkarır.

Kurmaca metinler, özellikle de romanlar insan psikolojisine dair derin izler barındırır. Okur, eğer alt metinleri okuyabilecek donanıma sahipse, bu işaretlerden yola çıkarak edebi metni insan psikolojisine dair çözümleyebilir. Özellikle de son yıllarda psikologların ve psikiyatristlerin danışanlarına bir nevi aktarıcı gözüyle bakmaları bundandır; danışan aktarır, aktardığı esas itibariyle kendi hikâyesidir. Uzman, karşısındaki danışanı tabiri caizse boş bir metin olarak görür. O metni birlikte tamamlarlar. Konuşmaların sonucunda ortaya bir hikâye çıkar. İşte bu hikâye sayesinde danışan yeniden ruh sağlığına kavuşabilmektedir. Freud’un, Jung’un, Lacan’ın karşısına geçen “aktarıcı” nasıl ki serbest çağrışımla derdini anlatırsa, yazar da okura derdini öyle anlatır.

Beckett’in yazdığı metinlerin psikolojik bir iyileşmeye etkisi olabilir mi? Beckett’in yaşama ve kendisine dair sarf ettiği cümleler bir nevi zihnin, ruhun ve muhayyilenin eksiklerini, çatlaklarını ve defolarını haber veriyor diyebiliriz. İnsanı huzursuz eden yazılara olan bu düşkünlüğü, ruhunda var olan eksikliği gidermeye yönelik olabilir. Beckett’in romanlarından, öykülerinden ve tiyatro eserlerinden yola çıkarak yazma eylemi ve yaratıcılığın birlikteliğinden hareketle, bireyin iç dünyasına dair çıkarımlar yapabilir, onun ruhunun en karanlık dehlizlerinde bir gezintiye çıkabiliriz. Bu karanlık yollarda kendimizle, geçmişimizle karşılaşmamız olası. Yazarlığın uzun bir yolculuk olduğunu, hatta yolun kendisi olduğunu bilenler için, bu yolda kiminle yürüyeceğinin çok büyük bir önemi vardır. Bir yazarın yazma biçimi, dili kullanma üslubu ve meseleleri nasıl ele aldığı çok şey ifade eder.

Kopuk kopuk anlatım, okurun zihnindeki çatlakları görmesine vesile olur. Beckett’in metinlerindeki soluk alıp vermeler bile belirlenmiştir. Okur Beckett’in metinlerine göre nefes almaya başlamıştır. Beckett okudukça insan onun soluk alışverişine uygun bir ritim bulmanın peşine düşer. Onun kelimelerindeki var olan hayali boşluklar okurun nefeslenmesini sağlarken bir yönüyle de okurun bağlanmasını sağlar. Beckett’in dil şifresinin üç ana unsuru söz, ses ve soluktur.

Beckett için bir ben vardır, fakat o ben’in kim olduğu tam olarak belirgin değildir. Yaptığı en önemli şey, o ben’i aramaktır. Beckett’in ben’i ne kim olduğundan ne de nerede olduğundan bahseder. Beckett’in var ettiği karanlıkta hareketsiz bir şekilde olan biteni seyreder. Işığın soğurulduğu ve karanlığa dönüştüğü bir yerdedir. Ruhun kara deliklerinde tekinsiz bir gezintiye çıkmıştır.

Beckett, insanlığın o grimsi çamurundan ortak zemini üstünde kendi kişisel mülkünü yaratır.

Her yazarın etkilendiği yazarlar vardır. Bazıları aşikâr, bazıları gizlidir. Hangi yazarların tesiri altında kaldığını seçemez yazar. Yazmanın büyüsü biraz da böyle bir şeydir. Kimlerin boyası, kokusu sinmiştir üzerimize. Hangi kitapların, cümlelerin, kelimelerin ve hatta insanların…

Kimin için yazıyorum?

Bunun yanıtı, yazının özüne ve biçimine dair çok şeyler söyler. Bu sadece yazarın bildiği bir sırdır. Sonsuza kadar içinde sakladığı, yazıyı var eden bir efsun.

Her insanın hayat yolculuğu kendine hastır. Her birimiz bu yaşam yolculuğunda birçok kırılmalar yaşarız. Dönüm noktalarıyla karşılaşırız. Düşeriz, kalkarız. Tökezleriz. En bıkkınımız bile yaşama tutunmak ister yine de. Her insanın ayağa kalkma biçimi kendine özgüdür. Yazmak; ayağa kalkmak, tekrardan yaşama tutunma isteğinden doğuyor benim için.

Yazmak çare aramaktır. Ölüme çare bulmaya çalışan modern çağa, yaşama çare aramakla karşı durmaktır.

Seküler ve modern çağ, ölüm düşüncesini hayatın içinden çekip alıyor. İnsanı ölümsüzlükle kandırıyor. Bu yüzden modern çağdaki insanların hem ölümle olan hem de olağanüstüyle, aşkınla olan münasebetleri kopma noktasına gelmiş durumda. Modern hayat insana “ölümden uzak bir yer” vaadinde bulunuyor. Bu başlı başına bir illüzyon.

Artık ölüme değil yaşama bir çare aramaya koyuluyorum…

İZDİHAM

Fotoğraf: Esmahan Özkan