13 Nisan 2017

Hermann Hesse, Kaplıcada Bir Konuk/Nürnberg Yolculuğu

ile izdiham

Hesse’yı Gecelerin Yargıcı’na benzetsem biliyorum ki ağır sopa yerim. Lakin elden gelen bir şey yok. Zamanında Küçük Onur’a maruz bırakılan çocuklar büyüdüğü zaman, işte biz o gün tükeneceğiz. Hadi öyle olmasın da şey olsun, güzel güzel bir şeyler anlatan pamuk dedeler vardır ya, mesela yaşadıkları bir hikâyeyi anlatırlar ve cümlelerin arasına şahane düşünceler sığdırırlar. İşte Hesse’nın bu anlatısı tamamen böyle. Çok keyifli. Bir kaplıcaya ve yolculuğa dair anılar var, bir de yaşananların psikolojik çözümü var. Güzel bayağı.

Bir özdeyişle giriyoruz: “Aylaklık bütün psikolojinin başıdır.” Nietzsche’den. Hesse, kırkıncı yaşın ortalarından sonra kendisine bir hal geldiğini, havada durduğunu ve o yaşlarda kendisine bir bilgelik, bir düşünce sistemi geldiğini söylüyor. Çok entelektüel bir evrim. Bir diğer dikkat çekici yorum da yazarın kendisi hakkında. Bir psikologun incelemesi sonucunda yazarın şizofren falan çıkması mümkünmüş, çünkü çevreye ve yazgıya karşı konan tepki normal bir şey değilmiş.

Kendi düşünce ve duygularıma ‘doğru’ ve haklı gözüyle bakmak gibi bir hazzı elimden kaptırmak istemem; oysa çevre bunun tersinin doğruluğuna beni inandırmaya çalışıyor. Çoğunluk bana karşıymış, umursamıyorum hiç; kendimi değil, daha çok çevremi haksız görüyor, bu konuda büyük Alman yazarlarına ilişkin yargıma uygun davranıyorum; yaşayan Almanların büyük çoğunluğunun tersini yapması, füzeleri yıldızlara yeğlemesi bu yazarlara daha az saygı beslememe, onları daha az sevip gereksinmeme yol açmıyor. Füzeler göz alıcıdır, füzeler büyüler insanı, yaşasın füzeler! Ama yıldızlar, ama sessiz ışıklı titreşimlerini çok uzaklara yollayan, evrensel müzikle dolup taşan bir göz ve bir düşünce – aman dostlar, bundaki güzellik bir başkadır!” (s. 10-11)

Şekillendirilmemiş bir dünya, doğaya kadercilikten çok sadelikle yaklaşma, bunlar güzel şeyler. Aydınlanma sonucu tabii. Bu aydınlanmayla anti-entelektüel bir ortamın ilişkisinden de kaplıcalara, insanlara dair bu güzel metin ortaya çıkmış. Füzeler arasında yıldız avı, Hesse’ya göre. Saflık, Pamuk’a göre.

İlk gün geliyor mekana Hesse, insanlara bakıyor. Herkes gutlu, işte yürüyemiyor falan. Kaplıcanın suyundan medet uman insanlar. Hesse, onlardan daha iyi durumda olduğunu görüp iyi hissediyor kendini, bir gülümsüyor. Otele geçiyor sonra, bir oda ayırtıyor. Oda konusunda son derece seçici ve otel odalarına takık. Eh, milyon tane şiir, roman, hikâye var otel odalarıyla ilgili. Standart eşyalar, standart hadiseler. Bir gün kalıyorsun, duvarlara bakıyorsun, uyuyorsun, rüya görüyorsun ve ertesi gün gittiğin zaman geride sana dair hiçbir şey kalmıyor. Sanki hep orada yaşadın, sadece kendin için. Senden sonraki için, orası özel olarak ilk kez yapılmış bir yer. İlk kez o kalacak. Böyle bir döngü. Bunları ve benzerlerini anlatıyor Hesse. Yazgıyla yine sorunu var; kimimiz evleniriz, kimimiz iş buluruz, kimimiz bilmem ne yaparız. Varılacak yer belli olduğu halde durmuyoruz hiç, sürekli bir şeyleri kovalıyoruz. Hesse, bunun çok boş bir hadise olduğunu söylese de diğer insanlardan, en azından bu açıdan ayrılmadığını anlatıyor.

Kaplıcanın hekimiyle görüşürken de bir sıkıntı var, hekimin Hesse’yi anlamayacağı ihtimali. Hesse, hekimlerin maddi problemlere maddi çareler bulmak dışındaki olaylara pek karışmadığını söyleyip bu hekimden de çekiniyor, lakin korktuğu gibi olmuyor. Paylaşılan bir bilgelik, bir bakış açısı var ve iki adam iyi anlaşıyor.

Günler geçmeye başlıyor böylece, Hesse yaşadıklarını anlatırken araya sokuşturuveriyor bazı şeyleri. Mesela yemek yiyen insanlar. Mekan, yiyecek açısından zengin. Pastalar, çörekler, şahane yemekler falan. Yaşlı insanlar için bir tedavi değil bu aslında, yani o amaçla gelmediklerini söylüyor Hesse. Onların amacı, nerede ve ne koşulda olursa olsun iyi, mutlu yaşamak. Kumar oynamak da böyle, öküz gibi yemek yemek de böyle. Bir haz olayı. Sıcak sular arasında dinlenirken bile doğayla akıl arasındaki ilişkiyi incelemeden edemiyor yazar. Us, kısıtlayıcılık ve ölümsüzlükle bir. Doğaysa güzel, ölümlü. Eh, yaşamla ölümün bir araya gelişiyle güzellikler ortaya çıkıyor. Hesse’nın sevdiği şey bu; iki zıtlığın birleşmesindeki güzellik.

Delicesine tüketimi yerme olayı var ki ayakta alkışladım. Çok samimiyim, mesela ayda yılda bir televizyonu açıp reklamlara denk gelince geri zekalı yerine konmuş gibi hissediyorum kendimi. Oğlum onları izleyerek nasıl yaşıyorsunuz lan? Beyniniz yanmıyor mu? Biri çıkıyor, “Bin can fedağağa bir tek dostunağağağ!” diye beyin eritiyor, ondan sonra türlü masallar. En hızlı internet bizde, çok fena boru döşedik, en kralı biziz. En ağır geçiren de sizsiniz, tebrikler. Bir metrobüs reklamı vardı, akıllara zarar. Ondan sonra banka reklamları, ramazanda kola reklamları. Böyle paçalardan akan bir rezillik olamaz. “Sizin en yakın arkadaşınız biziz, ÖÇF Bank.” Çok affedersiniz, bir siktir git keke. Sinirim hopladı iki dakikada. Neyse, Hesse bir gün çarşı pazar geziyor, bir dükkanın önünden geçiyor. Bir sürü ıvır zıvır görüyor, hiçbirinin ne olduğunu bilmiyor ama kapış kapış gidiyormuş bunlar. İnsanlar tam bir beyinsiz sürüsü, moda olan bir şeyin peşinden yardırıyorlar. Final tabii ki şu olacak:

(…) Ne var ki, hangi düşünceler, hangi gereksinim ve ruh durumları girişimcileri bu tür öteberiler üretmeye ve müşterileri bu zırva şeyleri almaya yöneltiyor, bunu bilmeyi doğrusu çok isterdim, ama bir türlü öğrenemiyorum. Ya da saat beşte insanlarla dolup taşan sosyetik bir kafeterya! Varlıklı kişilerin böyle bir yerde çay, kahve ve kakao içmekten, kremşanti kaşıklamaktan, nefis bisküvi ve kekleri tıkınmaktan hoşlanmalarını hiç yadırgamıyorum. Gel gelelim, bu özgür ve aklı başında insanlar böyle şeyleri yer içerken nasıl tıklım tıklım, daracık, bana göre tümden gereksiz süslemelerin doldurduğu mekanlarda anlatılmaz ölçüde sıkışık, bey ve hanımefendilere yakışmayacak biçimde adeta iğne üzerinde otururlar, sırnaşık, yaltaklanan, bayıltıcı tatlılıkta bir müziğin verdiği rahatsızlığı sineye çekerler, daha doğrusu bütün bu rahatsızlık, eziyet ve çelişkiler insanlar tarafından nasıl gerçek kimliğiyle algılanmaz da sevilip aranır, nedenini bir türlü ele geçiremiyorum.

(…)

Gerçekte bütün bunlara hiç de doğru, hiç de tanrının istediği şeyler gözüyle baktığım yok, kaçıkça ve iğrenç buluyorum hepsini.” (s. 50-51)

Hay ver ben senin ellerinden öpeyim.

Hollandalı var bir de. Yan odada kalan bir adam. Hesse, sese karşı çok duyarlı bir adam. Yazarken, çizerken falan rahatsız olmamak istiyor, uyurken bile. Lakin yandaki adam sıkıntı çıkarıyor. Çok gürültü yaptığından değil, normal yaşayıp gidiyor adam ama Hesse için sıkıntı bu. Sandalye sesi, çalınan hafif bir ıslık ve daha bir sürü şey. Bence yakınlarda bir insan olmasıyla alakalı bu, insan rahatsızlığı yani. Bilemedim. Bayağı bir yer tutuyor ama Hesse çok çekmiş. Anlatının genelinde de bu var zaten; yaşadıklarıyla nasıl yaşanması gerektiği arasındaki ilişki. Sürekli bir sorgulayış, dinsel hadiseler, paranın egemenliği, insanlar. İnsanlar özellikle. Hesse pek sevmediği bir adamla konuşuyor mesela ve şöyle diyor: “Siz bayım, siz bir düşünceler, fikirler çöplüğüsünüz, çünkü yaşamıyorsunuz. Hiçbir şey yaşamadığınız için kelimelerden ibaretsiniz. Biraz da öküzsünüz zannediyorum. İşte, şimdi içinizden geçip gidiyorum, çünkü yoksunuz.” Harbiden de içinden geçip gidiyor Hesse. Böyle küçük oyunlarla da karşılaşmak mümkün.

Bu böyle, yaşamaya dair üç beş küçük şey. Veya büyük.

Nürnberg hadisesi de böyle. İmza günü, okuma günü falan için yolculuğa çıkıyor Hesse, pek de istemeyerek. Eh, evden daha güzel bir yer yoktur. Bu yolculuk. Tanıdıklar, şehirler, trenler… Salonda oturup yolculuk anlatan bir amca adeta. Süper. Şununla bitiriyorum, iyi günler diliyorum: “(…) Sözleri bende canlı olarak yaşayan, düşünceleri beni eğitmiş olan, eserleri kuru dünyayı güzelleştirip yaşanır duruma sokan hanidir ölüp gitmiş bu insanların tümü de başkalarına benzemeyen, hasta, çilekeş, sorunlu kimseler değil miydi? Mutluluktan değil, sıkıntıdan yaratıcılık aşamasına ulaşmamışlar mı, dünyaya ayak uydurduklarından değil, gerçeğe karşı besledikleri nefretten dünyanın mimarları arasında yer almamışlar mıydı?” (s. 168)

 

 

 

 

Utku Yıldırım, kitaplardananlamayanadam

İZDİHAM