29 Aralık 2023

Enes Aydın, Gün Batımı

ile izdiham

Tarihler yirmi bir haziranı gösteriyordu. Yılın en uzun günün ağırlığı çökmüştü üzerine. Tarlada işini bitirip bir an önce eve gitmek istiyordu. İkindi ezanı okunurken işine ara vererek yaşlı çamın altında soluklanmak istedi. Yaşlı çam, onu tüm heybetiyle serinletmek için bekliyordu. Lastik ayakkabılarını çıkartarak, sıcaktan terlemiş olan ayaklarını tarlaya doğru uzatıverdi. Rahatına kavuşunca kasketini gözlerinin üstüne getirdi. Hayal kurmak ve nefret ettiği bu hayata ara vermek için gözlerini kapadı. İnsanı acımasız hayatın pençesinden kurtaran hayal kurmaktı. Hayal kuramayan insanlar için ne de acı bir durumdur. Nedim bu acı durumdan sıyrılanlar arasında olduğunun farkında bile değildi belki. Güzel olan farkında olmadan yaşamak mıydı hayatı ya da farkında olsan da aldırış etmemek miydi? 

Bulgaristan’dan göçüp Manisa’nın Bağyolu köyüne yerleşen Topal Mehmet’in torunuydu Nedim. Dedesi, Balkan Harbi çıkınca varını yoğunu Bulgar ellerinde bırakmış Türkiye’ye sığınan muhacir kafilesindendi. Topal lâkabı harpte yara aldığından değil, zamparalık yaparken damdan düşmüş, o vakitte hekim nerede bulunsun, kocakarı tedavisiyle müdahale edilse de yanlış kaynayan kemiği topal kalmasına sebep olmuştu. Harpten de kaçtı dediler amma aslı astarı nedir bilen yok tabii. Yaşına başına bakmadan vücuduyla olmasa da gözleriyle zamparalığına devam ederdi. Zaten hiçbir köylü tarafından sevilmez, kahvede de yüzüne kahveciden başkası bakmazdı. Kahvecide sevdiğine değil, müşteridir sonuçta para alıyoruz der işine bakardı. Bir keresinde muhtarlığa aday olmuştu da köylüden bir tek oy bile alamamış, az olan itibarını tamamıyla yitirmişti. 

Nedim yaşlı çamın altında şehir hayatını hayal ederken uyuya kalmıştı. Akşam rüzgârının serinliği vücuduna dokunup geçtiği vakit uyandı. Artık güneşin kızıllığı tepenin ardından yavaşça kayboluyordu. Kara lastiklerini giymek için doğrulduğunda şiddetli bir ağrı girdi beline. Nefret ediyordu köyden, köyün işinden ve bitmek bilmeyen tarlasından. Söverek aldı heybesini sırtına, köyün yolunu tuttu. Güneş bütün ışığını kaybetmiş, tarla ile köy arasındaki yol karanlığa gömülmüştü. Karanlık yolda giderken acıkan karnının gurultusunu duyuyordu. Cebinden çıkardığı tabakasından bir tütün sararak aç karnına tutuşturdu. Şehre gitmek istiyordu ama nasıl gidebilirdi? Evde üç çocuk birde karısı vardı. Nasıl yapabilirdi İzmir gibi yerde? Kara kara düşünürken köyün ışıklarını görmeye başlamıştı ve git gide artan yorgunluğu vardı üstünde. “Ah ulan dede! Ne var da buraya yerleştin? Gitsene şehrin merkezine, aç bir dükkân tıkırdardık.” diyerek attı izmaritini. Artık eve gelmişti ve kalan son gücüyle ittirdi avlunun kapısını. İri taşlarla döşenmiş patika yoldan ev kapısına vardı. Eşi Süheylâ Hanım elinde bakraçla beliriverdi karşısında. Eşinin güneşten kızarmış yüzü ve yorgunluktan moraran gözaltları dikkatini çekti. Süheylâ Hanım eşine sadakatle bağlı idi. Eşi ne zaman bir karar alsa arkasında durarak kocasından başkasını dinlemezdi. Kayınpederinden ve kaynanasından az çekmedi kadıncağız. O soğukta çamaşır yıkattılar da sesi çıkmadı, çok sabırlı çok merhametli kadındır. Allah korkusundan eziyet bile etse kaynanasına tek bir mugayir kelime dahi etmedi bu zamana kadar. Hâlbuki ezelden beri o köyün kızıydı amma evde olan biteni asla atlatmazdı. Garibim, anası babası kadıncağızı pek mesut sanırlar. Hakkaniyetli kadınmış ki evlatları da pek terbiyeli. Nedim eşini görünce tüm yorgunluğu bir kuşun kanadında uçup gitti. Heybesini sırtından çıkarmak için hareket edince et kesen vücudunun dehşet veren acısıyla irkildi. Heybeyi eşine vererek camın altındaki sedire attı kendini. Süheylâ Hanım elindeki bakracı bir kenara koyarak eşinin yanına oturdu. Yorgunluktan yüzü solan eşine merhamet ve acımanın verdiği duygu arasında uzun uzadıya baktı. Ellerini kavuşturarak:

-Aç mısın?

Yorgunluktan boşluğa dalan Nedim eşinin sesiyle irkildi:

-Açım ahu gözlüm.

-Nohut yapmıştım bugün yanına da yoğurt koyarım.

-Elinden zehir olsa tereddüt etmem canımın cânı.

Süheylâ Hanım eşinin güzel sözlerinin sarhoşluğuyla içeri doğru gitti. Gülümseyerek yemeği koyuyordu. Eşine seslenerek içeri gelmesini söyledi. Nedim zorla sedirden kalkarak mutfağa doğru yol aldı. Yamalı halının üstündeki demir sininin yanına bağdaşını kurdu. Yemekten bir kaşık aldıktan sonra evdeki sessizlik dikkatini çekmişti. Eşine dönerek;

-Çocuklar uydu mu?

-Yok, onlar Osman amcalarına gittiler televizyon izlemeye.

-İnsanlara rahatsızlık vermesinler bakalım.

-Bilirsin Osman amcaları onları çok sever. Kazadan lokum şekerleme almış kendisi çağırdı.

Osman Efendi köyün ileri gelenlerinden bir zattı. Mülkü bol olduğu gibi gönlü de boldu. Köyün yerlilerinden olan Osman Efendinin kızından başka kimsesi yoktur. Eşini üç yıl evvel kanserden kaybetti. Gitmedikleri hekim, girmedikleri hastane kalmadı ama hiçbirinden müspet bir dönüş alamadı. Eşinin cenazesinde kendi kendine iç geçirdi “hey gidinin dünyası hey! Malın mülkün var amma hiçbiri ömür uzatmaya yetmez.” Doğru söyler Osman Efendi. Bu dünya yalan dünya. Bugün varsa, yarına gün doğmaya. 

Nedim yemekten sonra tütün sarmak için camın altındaki sedire bıraktı kendini. Tütünü kâğıt çarşafa sardığı birkaç dakika içerisinde her şey film şeridi gibi geçmişti gözünün önünden. Çocukluğundan başlayıp sedire oturduğu zamana kadar. Çekilen zorlukları ve yedi kardeşin hiçbir zaman istenmeyeni olarak büyüyen Nedim. Şehir hayatını tahayyül etti. Acaba yapabilir miydi oralarda? Birkaç dakikalık zaman onun kırk yıllık hayatına tekabül etmişti. Kibritle tutuşturduğu sigarası onu geçmişten çekip çıkardı. Kıymetli eşi Süheylâ’nın sesiyle tekrardan hayat buldu. Eşinin ona hayranlıkla bakan yeşil gözlerinde kayboluverdi. 

-Şehre gitmek istiyorum. Orada hayat kurmak istiyorum.

Süheylâ şaşkınlık içerisinde bakıyor, neden böyle söylediğini anlamaya çalışıyordu. Nedim durumu izah için konuşmaya başladı:

-Canımın içi, âb-ı hayatım! Şehre taşınmak iyi olacaktır. Bu bitmek bilmeyen köyün işinden bıktım usandım artık. Çocuklarda burada eğitim göremez, görseler de fayda etmez. Gel gidelim buradan yerleşelim şehre.

Her konuda kocasının arkasında olan Süheylâ’nın tedirginliği Nedim’in dikkatini çekmişti. Kararsız gözlerine dikkatle bakıyor ve ağzından çıkacak kelimeleri duymak için sabırsızlanıyordu. Süheylâ titreyen sesiyle kocasına yine yanında olduğunu söyledi.

Bahçeden sesler geliyordu. Süheylâ telaşla kapıya yöneldi. Nedim hızlı davranarak onu geriye çekti. Tedirgin bir halde bahçeye çıktı. Bahçede çocukları Bahadır ve Fırat’ı gördü. 

Çocukların korkuları titreyen vücutlarından belliydi. Nedim koşarak çocuklarına sarıldı. 

-Ne oldu evladım, niçin ağlıyorsunuz?

Korkudan konuşamıyor, dilleri dolaşıyordu.

-Osman amca…

-Ne oldu Osman amcanıza? Evladım konuşsanıza!

-Osman amca öldü…

Nedim’in eli ayağı birbirine dolaşmıştı. Süheylâ’ya Osman Efendilerin evine bakmaya gittiğini söyleyerek evden ayrıldı. Köy meydanına yakın yerde oturuyordu Osman Efendi. Caminin hemen karşısın konak gibi olan ev onundu. Eve yaklaştıkça kalabalık belirmişti. Hızlıca eve doğru yönelip kalabalığı yararak eve girdi. Osman Efendi odanın ortasında uzanmış yatıyordu. Başında kızı Hayriye feryatlarla “baba beni bırakma” diye bir yandan ağlıyor bir yandan dizlerini morartana kadar vuruyordu. Hekim Murat ve Muhtar Rahmi adamcağızın başında bir müdahale ediyordu. Hekim Murat ilk müdahaleden sonra çok acele hastaneye gidilmesini söyledi. Muhtar Rahmi arabasını almak için hızlıca evine gitti. Nedim, Hekim Murat ve birkaç köylü Osman Efendiyi sırtlanıp aşağı indirdiler. Avlunun önünde bekleyen arabaya bindirdiler. Hekim Murat, Muhtar Rahmi ve Nedim Manisa’daki hastaneye gitmek için yola çıkacaktılar. Nedim, Süheylâ’ya haber vermesi için orada bulunan hanımlara rica etti. Hekim Murat, baygın halde olan Osman Efendinin yanına binmişti. Bir yandan nabzını kontrol ediyor bir yandan muhtara daha hızlı gitmesi için telkinlerde bulunuyordu. Nedim telaşlı bir halde gece karanlığında bir dışarı bakıyor bir Osman Efendinin baygın haline bakıyordu. Hayatı boyunca arabasında ibresi yüzü görmemiş olan Muhtar Rahmi son sürat arabayı kullandı. Can ne kadar da tatlı. Vazgeçilir mi hiç? Kaç yaşına gelirsen gel insan yaşamak ister, hayatın tadını biraz daha almak ister. İnsan bu can havliyle can da alır, can da yakar. Arabadakiler dünyadaki tek gerçekle yüz yüzler ve o gerçeğe şahitler. 

Hekim Murat sessizliği bozarak ne kadar kaldığını sordu. Muhtar köyün girişindeki anayola yaklaştıklarını söyleyerek arabanın hızını artmıştı. Bizim Muhtar Rahmi, Osman Efendinin yeğenidir. Yeğen derken dedeleri kardeş. Osman Efendiden yaşça küçük olduğu için yeğenim diye seslenirdi ona hep. Muhtar Rahmi’nin de bir hafta sonra en küçük kızı gelin çıkacak düğün hazırlıklarıyla uğraşıyordu. “Ah Osman Efendi ah! Bari şu yeğeninin düğünü göreydin, en sevdiğin yeğenin gelin olacaktı haftaya.” diyerek sitem ediyordu kendi kendine. Hekim Murat, Osman Efendinin bileğinden tutuyor daimi nabzını takip ediyordu. Henüz bir ay olmuştu Edirne’den köye gelişi. Aslen Amasyalı imiş ama hekimliği hasebiyle şehir, kasaba ve köy geziyordu. Sabah Amasya’dan ailesi tatil için yanına ziyarete gelecekti. O da hesapta olmayan bu işten nasibini almıştı. Aralarından bir tek Nedim’in durumu farklıydı. Hayatını değiştirecek olan o karar; şehre taşınma. Bu hastane olayı onun için bir adım olabilir hatta öyle ki hastaneyi görünce bile karar verebilirdi. Üçünün de aklından Osman Efendinin durumu silinmişti. Bozuk olan köy yolundan nihayet çıkılabilmiş anayola kavuşabilmişlerdi. Düz yolda arabanın hızını artırdı. Biraz vakit geçtikten sonra hastanenin ışıkları görünmeye başladı. Muhtar heyecanla Hekim Murat’a dönerek az kaldı demesiyle hızlı giden aracın kontrolünü kaybederek bir sağa bir sola kaymaya başladılar. Herkes sıkı sıkıya arabanın bir yerlerinden tutunuyor, Hekim Murat’ta bir yandan Osman Efendiyi tutmaya çalışıyordu. Tamamen kontrolü kaybedilen araba şarampolden aşağı uçmuştu. Her şeyin bittiği o anda bütün yaşam gözlerinin önünden film şeridi gibi akıp gidiyordu. Osman Efendi, Nedim, Muhtar Rahmi, Hekim Murat… 

Osman Efendinin tek başına kalan kızı, Nedim’in şehir hayali, Muhtar Rahmi’nin kızının düğününü, Hekim Murat uzun zamandır görmediği ailesinin hasretiyle ayrılmıştı bu dünyadan. Bu dünya yarımdır. Her şey yarıda kalır. 

İZDİHAM