4 Ekim 2016

Dostoyevski, Yeraltından Notlar

ile izdiham

1.

Ben hasta bir adamım… Ters bir insanım ben… Hiç de gösterişli biri değilim. Karaciğerimden hastaymışım gibi geliyor bana. Ama hastalığımın bir urdan ileri geldiğini sanmıyorum. Daha doğrusu neremin ağrıdığını bilmiyorum. Tedavi de olmuyorum; tıbba ve doktorlara saygım olduğu halde hiç tedavi olmadım. Bu arada boş inanlarım da vardır; hem de bunlara saygı duyacak kadar. ( Oysa oldukça iyi bir eğitim gördüm, hiçbirisine inanmamam gerekir, ama inanıyorum !) Hayır, yalnızca tersliğimden dolayı tedavi olmak istemiyorum. Ama doğrusu siz bunu anlayamazsınız. Olsun, ben kendim anlıyorum ya, yeter bana. Bu tersliğimle kime kötülük etmek istediğimi açıklayamam size. Yalnız şunu çok iyi biliyorum ki, bununla, kendilerine tedavi olmamakla, doktorlara en ufak bir “kötülük” yapamayacağım. Bildiğim bir şey de, bütün bunların kötülüğünün yalnızca kendime dokunacağıdır; başka birine değil. Ama yine de sırf tersliğim yüzünden tedavi olmuyorum. Karaciğerim ağrıyormuş, varsın ağrısın! İsterse daha çok ağrısın!

Çoktandır böyle yaşıyorum. Yirmi yıldır. Şimdi kırk yaşındayım. Eskiden çalışırdı, şimdi çalışmıyorum artık. Ters bir memurdum. Kabaydım, kabalığımdan da zevk alırdım. Rüşvet kabul etmezdim. Demek böylece acısını çıkartıyordum. ( Kötü bir nükte; ama gene de karalamayacağım. Çok güzel bir nükte olacağını düşünerek yazmıştım bunu. Ama şimdi görüyorum ki, yalnızca çok bayağıca bir böbürlenme olmuş. Olsun varsın, karalamayacağım işte! ) Ne zaman benim oturduğum masaya yaklaşsalar, bir bilgi isteseler hemen dişlerimi gıcırdatırdım. İçlerinden birinin kırıldığını görsem, doymak bilmez bir zevk alırdım bundan. Hemen hemen her zaman kırılırlardı zaten. Çoğunlukla da çekingen olurdu gelenler. Belli zaten, hepsi ricaya geliyorlar! Ama kendini bilmez bir subaya hiç dayanamıyordum. Bir türlü yola gelmiyor, iğrenç bir şekilde kılıcını şakırdatıyordu. Onunla bu kılıç yüzünden tam bir buçuk yıl savaştım, ama yendim sonunda onu. Kılıcını şakırdatmaktan vazgeçmek zorunda kaldı. Bu olay gençliğimde geçmişti başımdan. Fakat biliyor musunuz baylar, benim tersliğimin asıl nedeni nedir? Evet, zaten sorunlarımın asıl karşılığı bu; asıl püf noktası, asıl iğrenç olan noktada bu: Beni en çok öfkelendiren huyum, en sinirli anlarımda bile yüreğimin derinliklerinde bir öfke taşımamam, kin beslememdi. Tüm bağırıp çağırmalarım o anda gönlümü hoş tutmak içindi. Öfkeden ağzım köpükler içinde kalmış da olsa, karşımdaki azıcık gönlümü alıverince ya da önüme şekerli bir çay sürüverince hemen sakinleşir, sönüverirdim. Hatta bununla da kalmaz, hemen ona sevgi duymaya başlardım. Ama daha sonra bu yaptığım için kendime kızar, utançtan birkaç ay uyuyamazdım. İşte huyum böyleydi benim.

Biraz önce yalan söyledim, ters bir memurdum diye. Sırf tersliğimden söyledim bu yalanı. Oysa yalnızca iş sahiplerine ve subaylara gösteriş yapıyordum. Aslında hiçbir zaman terslik yapamamışımdır. İçimin her an bunun tam tersi olan duygularla dolduğunu hissederdim. Bu duygular, içimde ikide bir kıpırdayıp dururlardı. Bunların tüm yaşamım boyunca içimde böyle kaynaştıklarını, dışarı çıkmak için fırsat kolladıklarını bilirdim; ama bırakmazdım. Bile bile bırakmazdım dışarı. Beni utançtan çıldırtacak durumlara düşürdüler, çarpıntılar geldi yüreğime! Bıktırdılar beni, sonunda iyice bezdirdiler! Yoksa baylar, şimdi karşınızda pişmanlık duyduğumu ya da sizden özür dilediğimi mi sanıyorsunuz ? Eminim ki siz böyle düşünüyorsunuz… Ama gene de, yemin ederim ki, benim için hepsi bir, ne düşünürseniz düşünün…

Ben yalnızca ters bir insan değilim; hatta nasıl biri olduğum da belli değil: Ne tersim, ne uysalım, ne alçağım, ne onurlu, ne kahraman, ne de kaçık! Kendi köşemde akıllı insanların ciddi bir başarıya ulaşamayacağı, iş tutanların, başarıya ulaşanların ise yalnızca aptallar oldukları gibi, kin dolu, boş bir avuntuyla günlerimi doldurup gidiyorum işte. Evet, on dokuzuncu yüzyıl insanının her şeyden önce karaktersiz olması gerekir, böyle olmak zorundadır. Karakterli olan insan ise her şeyden önce dar kafalıdır. Bu, kırk yıllık denemelerimden sonra vardığım sonuç. Ben şimdi kırk yaşımdayım. İşte kırk yıl, benim yaşamım bu! Yaşlılığın derinliği bu! Kırkından daha uzun yaşamak saçmalık, ayıp, aşağılık bir durumdur! Kırkından sonra kim yaşar, cevap verin; namusunuz üzerine, tüm içtenliğinizle cevap verin? Ben söyleyeyim size kimlerin yaşadığını: Aptallar ve namussuzlar yaşar. Bütün yaşlıların, o saçları ağarmış, saygıdeğer yaşlıların, güzel kokular sürünmüş yaşlıların yüzlerine söylerim ben bunu!

Tüm dünyanın yüzüne söylerim bunu! Böyle söylemekte de haklıyım; çünkü kendim de yaşayacağım altmış yaşına değin. Belki yetmişime değin! Belki de seksen yaşıma değin yaşayacağım!… İzin verin de biraz soluk alayım…

Baylar, yoksa sizi güldürmek istediğimi mi sanıyorsunuz ? Ama yanıldınız bunda da. Ben hiç de sizin düşündüğünüz, ya da düşünebileceğiniz gibi şen bir adam değilim. Ama gene de bütün bu gevezeliklerime sinirlenerek (sizin sinirlendiğinizi anlıyorum) benim ne tür bir insan olduğumu sormak istiyorsanız, cevap vereyim size. Küçük bir memurdum ben. Bir şeyler yiyip karnımı doyurabilmek (evet yalnızca bunun) için çalıştım. Geçen yıl uzak akrabalarımdan biri altı bin ruble miras bırakınca hemen emekliye ayrıldım ve şimdi oturduğum bu köşeye yerleştim.

Eskiden beri bu köşede oturuyordum, ama şimdi tam olarak yerleştim. Kentin kıyısında, pis, sıkıcı bir oda burası. Hizmetçim de yaşlı ve ahmaklığı yüzünden ters bir köylü kocakarı. Hele ondan yayılan pis koku iyice bunaltıyor insanı. Petersburg ikliminin sağlığıma dokunacağını, bu azıcık gelirimle Petersburg’da yaşamanın çok güç olacağını söylüyorlar. Ben de biliyorum bunu. Hem de bütün bu tecrübeli, ukala, çok bilen öğütçülerden daha iyi biliyorum. Gene de Petersburg’da kalıyorum, ayrılmayacağım Petersburg’dan! Çıkmayacağım, çünkü… Eeh! Hepsi bir değil mi; ister gideyim, ister gitmeyeyim!

Ama gene de soruyorum: Aklı başında bir adam hangi konu üzerinde konuşmaktan büyük zevk alır ?

Cevap: Kendisi hakkında.
Hadi öyleyse, ben de kendimden söz edeyim.

Dostoyevski

İZDİHAM