23 Eylül 2021

H. Demet Akan, Korkunç Bir Hikaye: Omelas’ın İfşası

ile izdiham

Sonda söyleyeceğimi başta söylemek huyumdur. Büyük bir tufanla yeniden helak edilmemiz halinde, Nuh’un gemisi gelip önümde dursa, binmeyeceğim. Yemin olsun!

Yaşamak, doyasıya nefes alamadığım şu dünyada zorlayıcı bir serüven olarak devam ediyor. Yine de takvimin gelecek günlerine varmak için çabalıyorum. Çünkü doğmak, yaşama verilmiş bir sözdür.

Sizi bilmem ama hayat bende keskin bir baş ağrısıdır. Hikâyelerin yatıştırıcı etkisini keşfettiğimden beri, yeryüzünde tutunacak tek dalım onlar. Dünyadan gelip geçen sayısız insan kalbiyle aynı sıkışmaları yaşadığımı bilmek, insana dayanıklılık katıyor.

Ben, ömrüm boyunca bir yerden göçtüm; fikirlerden, duygulardan, iman edilen nice inançtan, sevgilerden, sevgililerden ve mahallelerden… Sahtelik nerede bir din gibi boy gösterse, topladım pılımı pırtımı, gittim. Bazen küçük bir odadaydım, bazen ofis denen bir tutsaklığın içinde. Bana bakan, bir divana kıvrıldığımı ya da bir sandalyede oturduğumu görüyordu. Oysa ben, kıpırtısızlığım içinde hızla, acele ve canhıraş gidiyordum.

Nereye varacağı meçhul bu yolculuk içinde bir hikâyeyle karşılaştım. Elimde sıkı sıkı tuttuğum gidiş biletimin istikametini anlattı bana. Omelas’tan göçüyorduk işte!

Ursula Le Guin’in “Omelas’ı Bırakıp Gidenler” hikâyesi, bir şimşek gibi düştü hayatımın ortasına. İnsanlığı, anadan üryan gerçeğiyle yüzleştirdiğinden beri, onun hayatımda okuduğum en korkunç hikâye olduğunu söylemeliyim. Belki de gerçekten edebiyat tarihinin gelmiş geçmiş en korkunç hikâyesidir.

Aslına bakarsanız metinde kurgu bile yok. Bir durumun tarifi, bir ipucu, kara kara düşünmenin başlangıcı ve sınırsız kombinasyonlar var. Yazar bizi, Omelas isimli ütopik bir kentte yaşayan ve kusursuz bir saadeti tecrübe eden insanlardan haberdar ediyor. Ağızdan ağıza değişerek bulaşan bir dedikodu ya da bir söylence gibi. Coğrafyanın neresinde, tarihin hangi gününde olduğunu bilmiyoruz. Çünkü Le Guin yalnızca, sınırları “bir varmış, bir yokmuş” ile başlayan masalsı bir kent hayal ettiğini yazıyor. Bu kusursuzluk diyarı ile ilgili bazı bilgiler veriyor; mesela devletin, polisin, kurumların ve atların koşumları olmadığını söylüyor. Bildiğim kadarıyla diyor, Omelas’ta suçluluk duygusu yoktu. Yani, bize açık bir kaynak verip, kendi Omelas’ımızı zihnimizin uzayında inşa etmeye davet ediyor. Olağanüstü bir hikâyenin yedek yazarı olma imkânının, okuyucuya bedelsiz teslim edildiğini sanmayın sakın. O bedeli, hikâyenin sonunda hep beraber ödeyeceğiz.

Ama önce, Omelas’ı inşa etmeye devam edelim. İstediğimiz kadar tuğla ekleyip, eksiltebiliriz. Mesela ben şimdi, Omelas’a, kusursuz hayatlarının fotoğraflarını teşhir ettikleri instagram hesaplarını ekliyorum. Bu fotoğraflara bakıp, karı kocaların ilk günkü gibi âşık, çocuklarının ise nedense hep ileri zekâlı olduğunu görelim. Yeni alınan arabalar, yeniden ve yeniden dekore edilen büyük salonlar istikbal etsin bakışlarımızı. Her kadının “hakkı” olan pırlantalar kamaştırsın gözlerimizi manikürlü ellerde. Tabii tam da burada, Omelas’ı haritada o kadar uzak bir yere yerleştirelim ki, o pırlantalar için kabilelerin sürgün edildiği, çocukların sadece yorgun işçiler olabildiği ve iç savaşların bitmediği, kan damlayan Afrika’ya sınır komşusu olmasın. 

Gelin şimdi, köşe başlarına lüks spor salonları ve özgün tasarımlı mobilyaları olan kahve dükkânları ekleyelim. Vücutlarında zuhur eden her yeni kasla yaşadığı müstesna sevinci, latte veya espresso içerken arkadaşlarıyla paylaşan kadınlar ve erkekler, bu mekânların müşteri profilini oluştursun.  CERN’in toplantı salonlarında tartışılan konuların önemine denk bir ciddiyetle bu ulvi meseleyi saatlerce konuşsunlar. Hatta vegan yaşam kültürünün insanı aydınlanmaya götüren süreçlerinin anlatıldığı uzun cümleler ve şen kahkahalar sızsın kapılardan dışarı.

Le Guin’in Omelas’ında, askerler gibi din adamları da yok. O halde ben de, Mevleviliği yoga ile birleştirip, İslami bağlamından koparanların, inanç dünyasıyla sorununu çözmelerini ekliyorum Omelas’a. Artık yalnızca barışın, iyiliğin ve doğu mistisizminin evrenselliğine inansınlar. Rohingya Müslümanları soykırımının yazıldığı tarih sayfalarını yırtalım. Hazır elimiz değmişken, Suriyelileri de çıkaralım sınırlardan. Bodrum’da suların sessizliğine karışan Aylan bebeğin çoktan unutulmuşluğunu vicdanlardan silelim. Artık yalnızca karşılıksız sevgi, pozitif enerji alışverişleri ve gurular var.

Koşumları olmayan atlar var diye yazmıştı Le Guin, değil mi? O zaman, belediye barınaklarında bir kafese tıkıldıktan sonra toprak yüzü görmeyen köpeklerin işkencesini gözden uzak bir yere taşıyalım. Belediye başkanları, Omelas sokaklarında, tüm vazifelerini eksiksiz yerine getirmiş gibi yapmanın, yüze yayılan sahtekâr ve iğreti tebessümünü dağıtsın parklarda oynayan çocuklara. Hatta onların yemyeşil çimlerde gezdirdiği safkan Chihuahua’larının başlarını okşarken hayvan sevgisinden bahsetsin. Kısırlaştırdıktan sonra antibiyotik ve ağrı kesici yapmadan, pis bir kafese koydukları köpeğin inleyerek ölümünü de envanterden silelim.  

Le Guin, Omelas’ta kral olmadığını yazmış. Toplumlarının kurallarını ve yasalarını bilmiyorum, deyip, az sayıda kuralla idame edebildiklerini söylemiş. Peki! Biz de nefret yüklü, ırkçı ve ayrımcı her türlü söylemin üzerini örtecek bir kelime seçelim sözlükten; “özgürlük” nasıl? Şimdi tüm suçlar aklandığına göre, bir başkasının bedenini, inancını, yaşantısını aşağılamayı ifade özgürlüğüyle meşrulaştırabiliriz. Artık Omelas’ta kimse, Batıda insan hayatına verilen önemin, Doğuya gelince neden metrekareye eşit düşmediğini sormayacak. Daha da iyisini söyleyeyim; yaşamın kutsallığına her fırsatta kan sıçratan teröristleri, özgürlük savaşçısı olarak tanımlayacaklar. Otobüs duraklarında, stadyumlarda ya da asker taşıyan otobüslerin güzergâhlarında patlayan bombalardan sonra, asfalta yapışan insan eti parçaları, sürrealist resmin en iyi örneklerinden sayılacak. Ne de olsa önemli olan hakikatin ne olduğu değil, hakikatle ilgili ne söylendiğidir.

Bu hikâyenin bir de gizli gücü var; hikâye hiç bitmiyor. Bizler, Omelas’ı her gün yıkıp, yeniden kurabiliriz. Sonsuz ve kusursuz saadet evreninin sınırlarını an be an genişletebiliriz. Zira insan, dört başı mamur mutlulukların küçük tanrısıdır. Kısacası, Omelas’ı inşa etmeye biraz ara verebiliriz bu noktada.

Şimdi gelelim, kentin büyük sırrının ifşasına. Omelas’ın güzel evlerinden birinin mahzeninde bir çocuk tutuluyor. Pis, ışıksız bir odada, çıplak, insanlığı unutturulmuş, artık konuşamayan, yalnızca ara sıra onu bırakmaları için yalvaran, halen annesinin sesini anımsayan, kendi dışkısı üzerinde oturan, yemek ve su kabını doldurmaya gelen Omelas’ın medeni ve mütebessim vatandaşları tarafından tekmelenen yitik bir ruh o.

Burada bir kural var. Omelaslı çocuklar sekiz yaşını geçince mahzene götürülmeli ve mutlu yaşamlarının koşulu anlatılmalıdır. Eğer tutsak çocuk oradan çıkarılır, düzgünce beslenir ve acısı dinerse, Omelas’taki iyilik hali bitecektir. Çocuğun tarifsiz bir ürküntü veren vaziyetini gören Omelaslı çocuklar ve bazen yetişkinler, bir iç titremesine kapılır. Ama çoğu, bunca insanın mutluluğu için bir çocuğun acı çekmesini matematiksel olarak kabullenilir bulur ve hayat kaldığı yerden devam eder.

Fakat nadiren de olsa, vicdanları infilak etme noktasına gelen kimileri, sokağa çıkarlar, yürürler ve Omelas’ın güzel kapılarından çıkıp, giderler. Hikâye burada bitiyor. O insanların nereye gittiğini, Le Guin de bilmiyor.  Her ne olursa olsun, dünyanın sunduğu acı kataloğundan payımıza düşeni göğüsleyecek cesareti göstermek, bedelini bir başkasına ödettiğimiz mutluluktan kat be kat iyidir. Gidenlerin, bu gerçeği gördüklerini biliyoruz.

Hikâyenin sonunda tanıştığım bu çocuğu senelerdir unutamadım. Kremlerle kırışıklıklardan kurtulmanın, bilim dünyasındaki ilerlemenin, ilaç şirketlerinin insan sağlığını hep daha iyiye götürmesinin, reklamların, parlak renkli ambalajların üzerinde “doğaya dost” yazmasının üzerimizde yarattığı rahatlamanın bedelini, küçük bir kafeste üzerinde deney yapılırken, çığlık çığlığa bağıran, bile isteye sakatlanan, gözlerine cayır cayır yakan kimyasal maddeler damlatılarak körleştirilen, vücutlarına türlü zehirler zerk edilen hayvanların ödemesinde, hep o çocuğu görüyorum.

Yemyeşil ormanları ve tertemiz kıyılarıyla, özendiğimiz Batı ülkelerinin çöpsüz medeniyetinin devamlılığı için, üçüncü dünya ülkelerine gönderdikleri geri dönüşümsüz çöplerin içinden iaşe çıkarmaya çalışan küçük insanların kanser oluşlarında hep o çocuğu görüyorum.

Çocuklarının en çok iştahını büyüten anne babaların, evlatlarına her şeyin en iyisini sağlamanın üstünlük katan fedakârlığı yetimleri teğet geçerken, kurum yatakhanelerinde uyku öncesi, bir bisiklet ya da yalnızca kendine ait bir oda hayalinin üst üste kurulmasında hep o çocuğu görüyorum.

Yani, birinin hayatından çalıp eksilterek, kendi hayatını büyütenlerin sahtekârlığında boğuluyorum. Artık kafamı nereye çevirsem yitik bir ruh beni karşılıyor. Nefesim kadar, gülümsemelerim de eksik. İnsanın başına gelen türlü badireler içinde en zoru büyümekmiş. Hatırlıyorum, çocukluğumun aklımın hiçbir şeye ermediği günlerinde, hani bir yaz olduğunda sonsuza kadar devam edecekmiş gibi hissettiğimiz o ayçiçeği dolu zamanlarda, büyümenin insanda hiç geçmeyen kekre bir tat bırakacağını tahmin edemezdim. Şimdi mecburen uyandığım, mecburen işe gittiğim, mecburen kalabalıklara karıştığım, mecburen konuştuğum yetişkinler dünyasında kendime bir çıkar yol arıyorum.

Tam da şu anda bir yerde, ferah bir evin mahzeninde yitik bir ruhun tutulduğunu ve dünyanın tüm acılarının onun bedeninde birleştiğini biliyorum. Ve sizi, kaç kişinin kusursuz mutluluğuna mâl olacaksa olsun, o çocuğu oradan çıkarmaya, üzerine yapışmış dışkıyı temizlemeye, güzel kıyafetler giydirip parka götürmeye, bileğine rengârenk uçan balonlar bağlamaya ve en güzelinden bir külah dondurma almaya davet ediyorum. Beni nerede bulacağınızı merak ederseniz, Omelas’ın güzel kapılarından çıktım, yürüyüp gidiyorum.

H. Demet Akan

İZDİHAM