15 Ağustos 2018

Her Şey İçin Çok Geç: Bir Bülent Parlak Şiiri

ile izdiham

“Gerçek olan şeyin artık gerçek olmaması için yazıyorum.” demiş Michaux. Şiir de ancak böyle bir sebeple yazılabilir. Bülent Parlak’ın tüm şiir hayatını bu zemine oturtursak sanırım yanlış olmaz. Görkemli bir başarısızlığı her gün tadarak üstelik kendi şiir denizinde, hem de çırılçıplak ve boğulmayı göze alarak kulaç atmak yalnızca şairlere mahsustur herhalde. Bu hali Bülent Parlak şiirlerinde görebiliyoruz. Seçtiği kelimeler, çöl bitkileri gibi dayanabilmeli susuzluğa; yazıdan çok yaşamla didişmeli her düşüncesi ve yazdıkları inandırmaktan çok hissettirmeli…

Düzyazı inandırmak ister; şiirin böyle bir niyeti yoktur. Şairin söylemek istedikleri vardır sadece. Bu açıdan Bülent Parlak içinde barındırdığı sessizliği en olası kelimelerle ve duygu dünyasıyla anlatmaya çalışıyor. Peki, bir hikâye mi anlatıyor? Elbette ama nasıl bir hikâye bu? Kendisinin başrolde olduğu ama bir yanıyla herkesi kendi ‘ben’ine dâhil edebileceği bir hikâye. “Kitle edebiyatını çekici kılan hikâye anlatmasıdır ve hepimizin hikâyelere ihtiyacı vardır,” demiş Moretti.  Şiir bir kitle edebiyatı mıdır? Şu an üzerinde konuştuğumuz şiir, kitle edebiyatının ötesinde duruyor.

Bir şairden bahsetmeden ve şiirlerinin tahlilini yapmadan önce şairin yaşadığı dönemin özelliklerini dikkate almamız gerekir. Şairin edebi anlayışında ve eserlerinin şekillenmesinde, üslubunun belirlenmesinde toplumun yapısı ve devrin özellikleri önemli ölçüde etkili olmuştur. Nedir bu devrin özellikleri? Bülent Parlak şiirlerini 2000li yıllarda yazmaya başladı. Yani bu dönem, siyasi ve sosyal anlamda büyük bir geçiş dönemine rastlıyor. Modern hayat anlayışının daha çok hissedildiği, siyasi ve ideolojik ayrışmaların toplumda derin bunalımlara yol açtığı, dini ve fikirsel meselelerin sıklıkla tartışıldığı ve buna rağmen kültürel ve sanatsal ürünlerin fazlalaştığı bir dönem. Bülent Parlak’ın şiir anlayışı her ne kadar benmerkezci olsa da toplumsal hadiselerin dışında değildir. Evet, şiirinde başkahraman kendisidir. Yani olayları sıklıkla kendi penceresinden görür ve baktığı yer genellikle değişmez: kırılgan, sıkılgan ve cesur. Sesi gür çıkan bir şiir. Hem söyleyeni hem de söyleneni alev alev yakan ama daha çok söyleyenin tahribe uğradığı bir şiir. Adeta söyleyip söyleyeceğine pişman olan ama buna rağmen söylemeseydim ölürdüm diye düşündürür insanı.

Bir çırpıda çıkıveren, herhangi bir tasarım ürünü olmayan, kendi imge dünyasını yine kendisi oluşturduğu bir şiir dünyası kurmuştur. Gerçekten böyle bir dünya var mıdır? Ona göre dünya nasıl bir yerdir? Bu sorularının cevaplarını şiirlerinden anlayabiliyoruz. Örneğin şu dizeye bakalım:

Hayatın güzel olduğunu savunanlar
Elbette hayattan hiçbir şey anlamayanlardır

Okuru yokuşa süren yani anlaşılması güç olan bir şiir değildir onunkisi. Okuru yokuşa sürmez ama uçurumdan aşağı yuvarlar.

Her şair kendi anadiliyle konuşur.

Bülent Parlak nereden bakılırsa gerçekte hep uçlarda dolaşıyor. Keskin bir hat çekiyor kendine. Acılarının, hüzünlerinin ve az da olsa mutluluklarının tonu çok net. Uzaktan da seçilebiliyor. Çok yakından bakmaya ihtiyaç duyulmuyor. Onun şiirlerinin içine girince sanki diğer şairleri gözden düşürüyor. Hemen hemen her şiirinde kendi tarzı çok belirgin. Çok az şairin başarabileceği (bunu şair bilerek de yapmış olabilir tasarlamadan da böyle bir şiir dili oluşturmuş olabilir) bir eşiktir bu. Şiiri okumaya başlamadan daha şiirin adı bile bu şiir Bülent Parlak’a aittir diyebilir insan. İronik ama komik değil; kederli ama aciz değil; ne o ne bu diyebileceğiniz bir tür değil.

Şiir geri geri koşmaya benzer, hızlanınca düşersin. Hızlanmaktan kasıt nedir? Okuyucuya enselenmek. Peki, bu nasıl olur? Samimiyetiz ve yapay bir dille. Düzyazıda belki biraz daha zor fark edilebilir bu samimiyetsizlik; fakat şiir insanı hemen ele verir. Bülent Parlak şiirlerinin en belirgin özelliği de işte burada gizlidir: samimiyet. Örneğin şu dizelere bakalım:

Şunu çok iyi öğrettim elektrik direklerine,
Kimse;
Benim kadar güzel bekleyemez!

Veya şu dizelere bir göz atınca mesele daha iyi anlaşılmış olacaktır:

Konuştukça başımızı öne eğecek ne çok şey var.
Diyordum yakın arkadaşlarıma.

Bülent Parlak, şiirlerini yazarken önceden tasarlamadığını söylemişti bir sohbetimizde. Şiirin önce bir isim olarak zihninde yer ettiğini, daha sonra bu isimle uzun süre yaşadığını ve mecbur kalmadığı sürece (burada mecbur kalmaktan kasıt, yazmaktan başka çare bulamamak) de yazmadığını söylüyordu. Hakikaten bazı şiirlerinde gün içerisinde yaptığı konuşmalardan mısralar okuyunca yüzümde bir tebessüm oluşuyor. Bu da onun şiirlerinin masa başında yapılmadığını ortaya koyuyor. Yine Bülent Parlak toplumsal eleştirilerini de şiir üzerinden yapıyor. Onun şiirlerine politik şiir diyemeyiz ama yer yer politik unsurlar da içerdiğini göz ardı edemeyiz. Örneğin;Savaşın ortasındayız ve nargile içerek üzülüyorlar çocuklaradiyerek yozlaşan muhafazakâr gençliğe göndermelerde bulunuyor. Ve bir başka şiirinde de şöyle diyor:

Bir gitmek ki;
Suriye gibi dağıldım her seferinde.

Şairlerin yaşadığı topluma kayıtsız kalamadıklarını söylemiştik. Bülent Parlak’ın Her Şey İçin Çok Geç adlı kitabı tam da toplumun içinden çıkan bir kitap. Olaylar hep sokaklarda geçiyor. Yani bu ülkenin gerçek insanlarını anlatıyor. Onun hissettiği şeylerle hemen akrabalık kurabiliyoruz.

“Kimse kendisini ilgilendirmeyen bir şeyin düşünü görmez,” demiş Herman Hesse. Biz de diyoruz ki; şiir bir düştür ve biz bu rüyadan hiç uyanmak istemeyen insanlarız. Ara sıra bizi bu rüyadan uyandıran insanların yüzüne bakıp ellerimizle gözlerimizi ovuştururuz.

Hayır! Tüm bu olanlar gerçek olamaz! İnanmak istemeyiz. Ve şöyle deriz:

Fakat şimdi öyle çok yoksun ki;
Ben de dünyaya hiç gelmemiş gibi,
Davranmaya çalışıyorum.

 İbrahim Varelci değerlendirdi

İZDİHAM