27 Şubat 2016

Zeliha Yurdaer, Gerçeklerle Düşünülenler Aynı Değildir Her Zaman

ile izdihamdergi

“Sanki burnum değdi burnuma yokun

Kustum önağzımdan kafatasımı”

Necip Fazıl’ın bu dizelerinde mükemmel bir  şekilde dile getirdiği şey, “hiçlik”, “ölüm” le burun buruna gelişin yarattığı travmadan başka bir şey değildir. Değil mi ki “ölüm” insanı abese irca eder, ters yüz eder tüm gerçeklerini.

Haneke’nin diğer filmlerinde de rastlayabileceğimiz varoluşsal anlamsızlık ve ölüm gerçeğinin en sıra dışı ve belgeselvari bir gerçekçilikle işlendiği filmi “Amour”da kalemimiz. Jean-Louis Trintignant, Emmanuelle Riva’nın oyunculuklarını dehayla buluşturdukalrı Amour’u diğer Haneke filmlerinden farklı  kılan argümanlara geçmeden önce filmin konusuna değinelim. Georges ve Anne emekli müzik eğitmeni, entelektüel, sanatla iç içe bir ömrü birlikte paylaşmış 80’lerinde bir çifttir. Çiftimizin eski öğrencilerini gururla dinledikleri bir konser görüntüsüyle başlayan film, çiftin ev hayatıyla rutin bir şekilde devam ederken, Anne’nin birdenbire sağ tarafının felç geçirmesiyle çiftin altüst olan hayatlarını konu eder. Anne’nin felç olması çifti, insanlığın her daim yanıbaşında sipsivri bir gerçek olarak duran “ölüm”le burun buruna getirecektir. Bundan sonra film, Georges’in , kendileri gibi müzisyen olan kızları Eva (İsabelle Huppert) ‘nın bile anlayamadığı bir sabırla, fedakarlıkla Anne’ye bakmasıyla devam eder. Anne ise eşine yük olmanın ve hayatta edilgenliğin, kadere müdahale edememenin verdiği travmayla ölmeyi isteme noktasına gelmiştir. Ve ikinci bir felç, Anne’yi tamamen yatağa bağlı hale getirecek ve bilinçsiz konuşmaları başlayacaktır Anne’nin. Bundan sonra Georges bir seçim yapacak, Anne’yi öldürerek sıkıntıdan kurtaracaktır(!). Filmin sonunu söylediğimi düşünmeyin eğer izlemediyseniz. Zira Haneke, filmin ta en başında Anne’nin cansız bedeninin yatağa çiçekler içinde uzanmış görüntüsünü vererek, adeta izleyiciye sürpriz beklememesini salık veriyor.

Haneke’nin filmografisindeki farklılığı Amour’a vermemizin nedenlerinden biri karakterlerin sürüklendiği boşluk duygusunda onlara eşlik eden tamamiyle samimi bir “aşk” duygusudur. Aşk burada salt bi duygu olarak geçiştirilmemiş, tüketilmiş bir ömürde, sabırla ayakta kalmanın, dostluğu, sevgiyi, acıyı, yalnızlığı paylaşmanın bir anahtarı olarak, insana düştüğü varoluş bunalımında bir kapı aralamıştır.

Aşk diyince aklımıza fırtınalı, gözyaşı, kan dolu ilişkiler gelir. Enis Batur’un tanımlamasıyla “sağlık sınırını aşmış, o çerçeveden taşmış sevgi türü”dür aşk en çok şahit olunan ilişki manzaraları hasebiyle. Zira aşk, kişiye varoluşunun sınırlarını anımsatır ve ölüm hissini devreye sokar. Bazen çiftlerden birini (Pavese),  bazen eşini, bazen de hem kendisini hem de eşini yok etme eşiğine dayandırmıştır tarihin bize sunduğu acıklı aşk hikayelerinde. Bu nedenle de  Rougemont’un “mutlu aşkın yazılı tarihi yoktur” ifadesi doğruluk kazanmıştır.

Oysa Haneke Amour’da aşkın farklı bir boyutunu ele almaktadır. Aşk, dinginleşmiş, sevgilinin başucunda duyulan nefesinin bile huzur verdiği bir evrededir artık. Modernite içinde tüm imkanlar parmakları ucunda olan, varoluş hakikatinden koparıldıkça hiçlik bunalımına girmiş insanoğlunun elinden tutan, ona yokluğun olmadığını hatırlatan bir şifredir burada aşk.

Haneke diğer filmlerinde de modern insanın kötülükle bütünleşmesini işlemiştir. Ölümcül Oyunlar’dan hatırlayacağınız üzere, rastgele geldikleri bir evde anlamsız şiddet gösteren gençler, başlattıkları oyunu tüm ailen fertlerini öldürene kadar devam ettirirler. Üstelik bunu yaparken tüm nezaket kurallarına uygun davranmaktadırlar.  Benny’nin Videosu’nda ise zengin bir aile çocuğu olan Benny’nin sırf öldürmek nasıl bir duygudur bunu öğrenmek için evine davet ettiği tanımadığı bir kızı öldürmüş ve bunu babasına anlattığında babasının sorduğu ilk şey hafızalara kazımıştır insan ruhunun nasıl öldürüldüğünü: ”seni kimse görmedi değil mi?!…”  Saklı filminde ise, Cezayirli göçmenlerin Paris’te katledilmesine kişisel bazda konunun işlenmesiyle bir gönderme yapılmış, her türlü imkana sahip, zengin bir akademisyen ve eşinin, evlerinin kapısına bırakılan bir video kasetle parçalanan hayatları işlenmiştir. Çünkü bu kasette başrol oyuncusunun, yıllar önce katlettiği bir hayat vardır. Ve katlettiği bu hayatı başarıyla hafızasından, hayatından silmeyi bilmiştir. Bu filmde de saklı gerçekler ortaya çıkmış, çürümüş vicdanlara kamera doğrultulmuştur. Piyano Öğretmeni’nde ise postmodern  sanat ortamının ruhunun, vicdanının nasıl köreldiğini ve bu çırpınışlar içindeki mutsuzluğunu gösterir Haneke. Beyaz Kurdele’de masumiyetin yitirildiği bir dünyada, masumiyet; ardı ardına işlenen suçlar, kirlenen insanlığın görüntüleri ortasında masum kalabilen çocuklar eşliğinde beyaz kurdele ile  alegorik bir anlatıma dönüşür. Haneke’nin en sarsıcı filmlerinden biri olan Yedinci Kıta’da da yüzlerini görmediğimiz bir ailenin hiçliğin içinde verdikleri çırpınışlarında topluca ölmeye karar vermeleriyle yenilgilerini izleriz. İntihar etmeden önce tuvaletin sifonuyla yokluğa gönderdikleri kredi kartları, banka hesap cüzdanları gibi modern dünyanın insanın hizmetine sunduğu tüm elektronik yıkımlar da gözler önüne serilir.

Haneke’nin filmlerinde varoluş hakikatinden uzaklaşmış, Nietzsche’nin öldürdüğü tanrısının ardından “şimdi neyle avunacağız” diye haykırışını ifade etmiştir. İnsanın anlam arayışı içerisinde Batı’nın, esasında özünden kopan tüm insanlığın çaresizliğini anlatmıştır. Tarkovsky’nin dediği gibi yüz yıllardır “bana bakın, beni dinleyin, ben, ben, ben…” diyen batı insanı/ modern insanın ruh çürümesinin sesleridir Haneke’nin filmlerinde bizi tepe takla eden duygu.

Amour filminde ise daha gerçekçi bir tokat atmıştır insana Haneke. Ve ilk defa umut vaad etmiştir belki de. İnsanın yaratılış gayesinden gelen “sevme” güdüsünün, insan ruhunun dirilişine katkısının ipuçlarını fısıldamıştır. Kendi ifadesiyle yarı otobiyografik olan Amour’da, Georges ile varoluş, ölüm gerçeği karşısındaki çaresizliğini dile getirmiştir. Georges, tüm mantığıyla, merhametiyle birlikte ayakta durmaya çalışmıştır. Eva ise annesinden kaçarken bir yandan da vicdanının çığlıklarıyla birlikte gözyaşlarına boğulmaktadır.  Georges, her ne kadar modern dünyanın sevgisizliğine yenilmese de, başucunda duran ölüm gerçeğine karşı direnmeyi seçememiş ve intiharı tercih etmiştir. Diğer Haneke filmlerinde olduğu gibi bir yenilgi değildir bu yalnız. Amour’daki insan direnişi, aşkla yoğrulmuştur. Ortada değişmeyen bir insan-varoluş hakikati vardır. İnsan nereye giderse gitsin, içindeki tanrıyı öldürürse öldürsün, eşyanın her yerinden zihnine gerçeğin sesi akmaktadır. Georges’in mücadelesi, bu sesi dinlemeye çalışmış bir insanın mücadelesidir.

Haneke’yi her izleyişimde darmadağın olan zihnim ile, sinemanın gerçekçiliğine, insanın ruhuna olan etkisine hayran kalırdım. Amour ile Tarkovsky’nin sinemayı bir dua aracı, yakarış olarak görmesindeki haklılığa bir kez daha iman ettim.  Tarkovsky’de olduğu gibi sanatın amacının insana bir şey empoze etmek değil, insanı düşündürmek olduğu fikri Haneke’nin tüm filmlerinde de tezahür etmiştir.

Haneke, neden sonuç ilişkisi kurmaz. İşlenen suçların katillerini kesin olarak göstermez. Kötülüklerin kaynağını izleyicinin gözüne sokmaz. Saklı gerçekleri ortaya çıkarır ve alın siz yüzleşin der. Ve ölümsüzlüğün hizmetinde bir sanatçı olarak, insanın ruh dünyasına kapı aralar. İnsanın artık sadece rüyalarda sahip olduğu masumiyete tekrar ulaşabilmesi için sorular sordurur.

Sanatını, insanın gerçekliğine, güzeli arayışına adayan Haneke, dünyada insanı kendiyle bu kadar yüzleştirebilen birkaç kişiden biri. Dünyanın en kadim sanatı şiiri, sinemayla buluşturan birkaç kişiden biri.  Geleceğimizi inşa etmek adına ruhumuzun inşasını yitirdiğimizi, bitimsiz huzursuzluğumuzu, kaybettiğimiz kalplerimizi, Yaratıcı ile aramızdan kopardığımız bağları hatırlatan birkaç kişiden biri. Yıkılan insan ruhuna tekrar kapı aralamayı insanın algısına bırakarak bir damla da olsa bir soru biriktirmek insan hafızasında. Belki sorar, belki düşünürüz? Böylece “bir damla bir damla daha iki damla etmez, daha büyük damla eder”  Tarkovsky / Nostalgia

Zeliha Yurdaer

İZDİHAM