11 Mart 2016

Şebnem İşigüzel, Karganın Sonbaharı

ile izdiham

“Ada günleri güzel bitmiyor!” diyor Galip amcam, çocuksu bir huzursuzlukla. Yanlış biliniyor, kendisi benim değil babamın amcası. Hayatı rahmetli dede ve babaannem ile geçtiğinden bana onlar kadar yakın. Bana onun kadar yakın birisi daha var ve “Yaz hiç de güzel bitmiyor!” sözünün müsebbibi de o.

Babamın büyük teyzesi. Onun da hayatı rahmetli eniştesi ve ablası ile çok yakın bir ilişkide geçtiğinden hem bana hem de Galip amcama çok yakın. Aile ilişkilerimiz domino taşı gibi birbirinin üzerine devrilirken, kelimeler de olabilir bu, son domino taşının devrilişi bir şey ifade etmez ve işte o son domino taşı: Bu iki yaşlı insan birbirlerini niye sevmiyorlar?

“Gördüğüm anda hıh dedim. Bu kız ne sinir bir şey!” Galip amcam belleğini bir çırpıda deşip yarım asırdan fazla uzaklıktaki bir anı tutup çıkarıyor. Büyük teyze Kıymet hanımı görme anını. “Sakın bunları Kıymet teyzeye anlatma” diyorum kızıma dönüp.

Bahçe kapısının çıngırağı birisinin geldiğini müjdeleyip de Galip amcam, “Geldi işte” deyip ayağa fırladığında tıngırdayan çay bardakları, şekerlik, masa. Boş kalan sandalyesi kendisini gerisin geriye attığında taraçanın merdivenlerinde beliren Kıymet teyze!

Gerçekten sevmiyorlar birbirlerini ve hiç şüpheniz olmasın gizli bir aşkın, flörtün kırıntısı yok kalplerinde. Hayatımıza dair düşündüğümüz anlar ne kadar az. Oysa bu iki yaşlı insanın bu yazının konusu olacak şekilde en iyi yaptıkları şey bu: Hayat üzerine düşünüyorlar. Ama bu düşünceler öyle derin ve huzursuz şeyler değil. Sanırım çok fazla pişmanlık da içermiyor.

Hayallerle bezeli değil. Bir manzarayı seyreder gibi seyrediyorlar hayatı, hayatlarını. Kendilerinden memnunlar. Kendilerini avutmasını iyi biliyorlar. Oyalanmayı. Kaçmayı. Gerektiğinde durup beklemeyi. Şükür, hayat büyük acılar bahşetmemiş onlara. Mutsuzluk ender zamanlarda diz boyu: Galip amcamın karısının arkasından “boğuluyorum!” diye haykırması, Kıymet teyzenin ablası ve annesinin baskısı sonucu gözyaşları içinde çok sevdiği kocasından ayrılmayı kabul etmesi, onların kritik mutsuzluk zamanlarına tekabül eder. Anlatılırdı ama ben çocuktum, hangisiydi unuttum, üzüntüden, kederden günlerce uyumuş. Rahmetli babaannemin “Yataklar mezar oldu” deyişi aklımda.

İşte böyle. Sevip kavuşarak, sevip ayrılarak, uyuyup uyanarak, ben bittim deyip yeniden başlayarak. Ama bütün bunları düşünmeye vakit yok. Tüylerini bir daha bir daha düzelten ıslak kargalar bile bizden daha fazla düşünüyorlar. Bunu Galip amcam söylüyor. “Mucize diye bir şey var” diyen de Kıymet teyze. Ben düşünürken kaçırdığım sohbetin bir yerinde. İnce sert dalın üstündeki karga masayı terk etmemizi bekliyor. Gözü peynir kırıntıları, zeytin tabağı, galeta parçalarında sabırsızlıkla kıpırdanarak ve her kıpırdanışında kapkara gövdesinden mavi ışıltılar saçarak.

Ve bir karga yavrusu! Hepimiz heyecanlanıyoruz. Karga görmeye alışığız ama karga yavrusu gerçekten ilginç. “Uzun bir ömrün başında” diyor Galip amcam. “En fazla 80 yıl” diyorum ben. Galip amcam iddialaşmıyor. Siz de bilin, Homeros’un karga için söyledikleri, kargalara biçilen iki yüz yıllık ömür, hepsi uydurmaca! Kargalar hakkında çok fazla şey biliyorum. Sözgelimi Sylvia Plath’ın güzel bir şiiri vardır: “Yağmurlu havada kara karga”.

Bence 1970’lerde Ted Hughes’un şiir dallarına Crow’ları konduran bu şiirdir. Hughes’un Karga şiirleri gerçekten çok güzeldir. Ama ben en çok öleceğini anladığı vakit kağıdı kalemi eline alıp hiç konuşmadığı bir konuda, Sylvia ile ilişkisi hakkında, yazdığı şiirler arasından bir tanesini severim. İngilizce adı daha güzeldir: “From the rag rug” Türkçesiyle “Paçavra kilim”. Orada “Güncen itiraf etti kime ettiyse” der. Kendi gördüğü ve anlamlandırdığı tatlı şeylerin, Sylvia tarafından “kendi barsaklarını söküp çıkarmak, şeytanların içinden kan gibi akıp gitmesi” olarak tanımladığını görmenin acısıyla.

Hayat bizi küçük şeyler düşünmekten alıkoyuyor. Sufli şeyler. Ted Hughes’un karısının elindeki makasın korkusuzluğunu mutlulukla izlemesi gibi. Ama sonra güncesinde onun o anki ruh halinden kendisini sorumlu tuttuğunu öğrenip yutkunması gibi. Şundan rahatsızım: Ted Hughes-Sylvia Plath der demez konu edilen şeylerin entelektüellikle yaftalanması. Oysa her kadın gibi, bir çocuğu kucağında öteki eteğinde komşu ziyaretine gidip de kapıda kalmaktan nasıl üzüntü duyduğunu anlatır güncesinde Plath bize.

“İçeriden tıkırtıları geliyordu ama kapıyı açmıyorlardı” diyordu Kıymet teyze de. Üç çocuğunu alıp “Gel barışalım” demeye kocasının kapısına gittiği anı hatırlar, içeriden gelen küçük sesi tarif ederken. Kıymet teyzenin dili döndüğünce anlatmaya çalıştığı duygu siz kim olursanız olun değişmez. Daldaki kargalar gibidir hayat. Çoğunlukla iki kanadı, kalın etli göz kapakları ve hırsızlığa zaafı olan. Hepimiz için aslında aynı. Mutluluk ve mutsuzluğumuzun nedeni yaşadığımız hayattan çok ona verdiğimiz anlamdır.

Kargalar bile burnunu pisliğe sokmadan önce uzun uzun düşünüyor, tereddüt ediyorlar. Biz insanlar yapamıyoruz bunu. Hele devletler hiç! Buna rağmen temkinli kargaların adı çıkıyor “Burnu pislikten kurtulmaz!” diye. Ah insanlar, ülkelerinin tarihlerinin en kritik gerçekleriyle, yalanlarıyla bir ömür sonra yüzleşen zavallılar!

 

Şebnem İşigüzel, radikalkitaP

İZDİHAM