16 Ocak 2024

Öngörülemeyen Gelecek Karşısında İnsanın Konumu

ile izdihamdergi

“Kaygı bombardımanına maruz kaldığımız bu çağda insanın ruhsal dayanıklılığı ciddi manada zarar gördü. Bu noksanlıkla insan hayatındaki en ufak krizi dahi çözmekten aciz duruma geldi. İlişkilerin kırılganlığı da bundan nasibini aldı. İnsana kötü hissettiren toplumsal hadiseler, insanların sinir sistemlerini hedef alan haber dili ve manşetler, sosyal medyada maruz kalınan çirkin görüntüler insanların tüm yaşam enerjisine kast ediyor adeta.”

21. yüzyıl çok sert geçiyor. Her yönüyle hem de. Oysa daha ilk çeyreğini bitirmek üzereyiz. Fakat değişim hızı baş döndürücü. Bu yüzyılda insanlığın karşı karşıya kaldığı büyük problemler var. Her gün yenisi ekleniyor bu sorunlara. Politika, ekonomi, teknoloji ve yeni dini hareketler… Daha şimdiden ciddi oranda sarsılmalar, değişimler ve devrimler görünür olmaya başladı. 

Bilim insanları Antroposen isimli yeni bir çağa girdiğimizi iddia ediyorlar. İnsan faaliyetlerine bağlı bu toplumsal evrim; iklim krizi, kaynakların tükenmesi, biyolojik çeşitliliğin yitirilmesi ve artan çevresel kirlilik gibi birbiriyle ilintili birçok sorunun çarpıcı bir şekilde gözlerimizin önünde cereyan etmesi anlamına geliyor. Buna teknolojinin, bilgisayar sistemlerinin katkısı büyük. Kapitalizmin tüketmeye, her ne pahasına olursa olsun tüketmeye teşne yapısı da bu duruma çanak tutuyor. Küresel sermayenin dinamizmine ayak uydurmaya çalışan az gelişmiş yahut gelişmekte olan ülkelerin vatandaşları da bilinç yarılması yaşıyor. Arada kalmış ne manevi değerlere sarılabilen ne de tam anlamıyla seküler bir yaşam tercih edebilen insanlarla dolu bir toplumlar türüyor. Modernleşmek için can atan, bunun için yaşam standartlarını değiştirmeye meyilli, geleneksel olandan uzaklaşmayı kendisine amaç edinmiş insanların oluşturduğu toplumlar artıyor süratle. Bu arada kalmışlık, melezlik kültürel yozlaşmayı, toplumsal manipülasyonu ve kitlesel güdümlenmeyi kolaylaştırıyor. Artık sosyal medya aracılığıyla herkes aktivist olabiliyor. Bu bir yönüyle bireyciliği artırırken diğer taraftan kolektif bilincin başka eller tarafından şekillenmesi anlamına geliyor. Sürekli yenilenme endişesi taşıyan markalar ve ona ayak uydurmak zorunluluğu hisseden insanların çılgınca aksiyonları, piyasayı görece canlandırıyor, fakat mutsuzluk pompalıyor. İnsanlara gelirlerinin üzerinde açılan krediler, onları sistematik köle haline getiriyor. Sürekli yeni şeyler edinme, satın alma motivasyonuyla insanlar, tüketen/harcayan bir varlığa dönüşüyor. Harcadığı kadar hayatın içinde, gezdiği kadar sosyal, farklı yerlerde konum bildirimi yaptığı ölçüde görgülü sayılıyor. Devamlı yenilik üretme kaygısıyla hareket eden insan, bunun nereye varacağı noktasında hiç düşünmüyor. İlerlemenin kölesi konumuna gelen 21. yüzyıl insanı; bilgisayar sistemlerinin, tıbbi gelişmelerin, plastik cerrahinin, kozmetik sektörünün, moda dünyasının ve teknolojinin gönüllü köleleri oluveriyor. Artık dünyada en çok para kazandıran sektörlerin başında bilgisayar sistemleri geliyor. Tüm bu tüketim alışkanlıklarımız, yaşama verdiğimiz yeni (!) anlam, modern insanı büyük bir mana krizine de sürüklüyor. Yaşanılan birçok somut ve çevresel krizin yanında, sıcak savaşlar, politik, siber ve enformatik savaşlar dünyanın seyrini değiştiriyor. Artık gücün merkezi iyice belirginleşiyor. Gücü kendinde toplamak isteyen devletler, dünyanın tek kutuplu olmasını istiyorlar. Çoğulculuk, çok kültürlülük, ırksal çeşitlilik sadece belgesellere konu olabilecek bir nostalji olarak telakki ediliyor. Tüm bu olan bitenden sonra akıllara şu soru geliyor: Bu noktaya nasıl geldik?

Frédéric Lenoir, Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak başlıklı eserinde belki lafı kısa tutuyor, ama çok mühim meselelerden bahsediyor. İktisatlı kullandığı kelimeleriyle sözü çok yormadan 21. yüzyıl dünyasında insanın içinde bulunduğu çıkmazdan nasıl kurtulabileceğini ayağı yere sağlam basan, doğu öğretilerini ve filozofları merkeze alan, daha çok stoacı gelenekten beslenen çözüm yolları arıyor. 

Özellikle covid-19 salgınıyla dünyada küresel bir değişim baş gösterdi. Evlerine kapanan insanların alışveriş davranışlarından eğitime, iletişim dillerinden akraba ilişkilerine varıncaya kadar birçok davranışı değişti. Salgının etkisini kaybetmesiyle birlikte yerleşik bazı toplumsal hasletler eskiye dönmeye başlasa da özellikle tüketim davranışları Covid – 19’dan sonra neredeyse aynı kaldı. 

Bilgisayar sistemleri insanları nasıl dönüştürüyor?

Lenoir’in öngörülemeyen bir dünya tasviri, yaşadığımız hayatı sembolize ediyor. Yaşamın en çetin tarafı, onun tahmin edilemez oluşu esasında. Karşılaştığımız sorunların üstesinden gelemeyişimizin, gelişen teknoloji karşısında insanın varoluşsal değerini koruyamayışının, geleneksel yaşamın toplumsal bütünleşmeyi sağlayan etkisini boşa düşüren bireyciliğin ceremesini yine biz çekiyoruz. Hızlı bir yaşamın hüküm sürdüğü bu çağda, tabiri caizse başı dönen insan durup da kendi yaşamına objektif bir hüküm veremiyor. 

Bilgisayar sistemleri insanları nasıl dönüştürüyor? Siyasi özgürleşme, kendini ifade etme, kitlesel bilinci geliştireceğine inanılan internet, mevcut durumda insanlığa ne getirdi? Özgürlüğü artıracağına inanılan internetin ve teknolojinin, esas itibariyle sansüre, propagandaya ve yalan habere olanak sağladığını gözlemliyoruz. Doğrunun yanında yanlışların artmaya başladığı apaçık artık. Bu iç içe geçiş toplumun bilincinde derin yarıklar açtı. 

Frédéric Lenoir, her ne pahasına olursa olsun, insanın yaşama tutunması gerektiğini dile getiriyor aslında. Böylesi bir dünyada hayatta kalmanın zorluklarının bilincinde olan Lenoir, soğukkanlı bir şekilde, karanlığa lanet etmektense bir mum yakmayı tercih ediyor. Kitabının ana tezini bu yaşama istenci belirliyor. Kitabın henüz ilk sayfasında Carl Gustav Jung’dan alıntıladığı şu paragraf savının özünü ortaya koyuyor:

“Krizler, sarsıntılar, hastalıklar, tesadüfen ortaya çıkmaz. Bir gidişatı düzeltmemiz, yeni yönelimler keşfetmemiz, başka bir yaşam yolunu deneyimlememiz için gösterge görevi görürler.”

Frédéric Lenoir, ezberleri bozmaya da gayret gösteriyor. Herkesin malumu olan Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin her koşulda geçerli olamayacağını örneklendiriyor. Fakir bir ailenin çocuğu, karnını daha leziz ve güzel yemeklerle doyurmaktan ziyade, zengin çocuklarının elindeki akıllı telefonlara özeniyor. Yahut maddi hiçbir kaygısı olmayan bir insanın manevi anlamda büyük bir çıkmaza düşebileceğini, maddiyatın onun gözünde hiçleşebileceğini dile getiriyor. Bunun yanında nice yoksulluk içinde yaşayan insanların sırf inançlarındaki samimiyetleri ve içten bağlılıkları sayesinde birçok zorluğu neredeyse hissetmeden ömürlerini mutlu bir şekilde yaşamaya devam ediyorlar. Bu yüzden Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini mutlak olarak görmemek gerektiğini savunuyor. 

Yine başka bir konu başlığı altında, insanın zorluklarla nasıl baş etmesi gerektiğinden bahsediyor. Ütopik bir kişisel gelişim çerçevesi çizmeden, oldukça gerçekçi ve hayatın içinden konuşuyor. Bireylerin zorluklarla baş edebilmeleri için, manevi anlamda kendilerine yatırım yapmaları gerektiğini, sevginin gücünü artırmalarını salık veriyor. İnsanın ancak affetmeyle, paylaşmayla, şefkat duygusunu geliştirmeye, insanlara yardım etmeyle gerçek bir mutluluğa erişebileceğini dile getiriyor. Fiziksel gücün her zaman ana belirleyici unsur olmadığını, güçlü görüntülerine rağmen psikolojik dayanıksızlıkları yüzünden zorluklara mukavemet gösteremeyen insanları örnek veriyor. Bunun yanında fiziksel güçsüzlükleri dikkatlerden kaçmayan insanların sırf ruhsal dayanıklıkları yüzünden neredeyse fiziksel olarak daha güçlü bir pozisyonda olduklarını dile getiriyor. Bunu yaşadığımız hayatta da rahatlıkla müşahede edebiliyoruz. Zorluklarla baş edebilmenin temelde iki yolu olduğundan bahsediyor: Yapılandırıcı bir sevgi deneyimi yaşamış olmak ve hayatla baş etmeyi istemek. 

İnsanların yaşama sevincini yeniden kazanması için bazı duygularını yeniden harekete geçirmeleri gerekiyor. Özellikle kaygı bombardımanına maruz kaldığımız bu çağda insanın ruhsal dayanıklılığı ciddi manada zarar gördü. Bu noksanlıkla insan hayatındaki en ufak krizi dahi çözmekten aciz duruma geldi. İlişkilerin kırılganlığı da bundan nasibini almış durumda. İnsana kötü hissettiren toplumsal hadiseler, insanların sinir sistemlerini hedef alan haber dili ve manşetler, sosyal medyada maruz kalınan çirkin görüntüler insanların tüm yaşam enerjisine kast ediyor adeta. Lenoir’in bu noktada çok temel bir çözümü var. Kaygıyı pompalayan haberlerden ve bilgilerden uzak durmak. Bu bir tür kaçınma davranışı elbette, fakat devamlı olarak olumsuz durumlara şahit olmak insanların hayatta kalma motivasyonunu önemli oranda azaltıyor. Kaygının pençesinde can çekişen birey, suyu sıkılmış bir sünger gibi kendisini değersiz hissediyor. Kaygı k insanın kendisini işe yaramaz, güçsüz, korkak hissetmesine sebep oluyor. Bu yüzden insanlara şöyle bir teklif sunuyor Lenoir: “Daha iyiye gitmek istiyorsanız, kaygı uyandıran görüntüleri tekrar tekrar izlemeyi bırakın!”

Hayatın Anlamı Nerede?

Frédéric Lenoir, insanların artık hayattan zevk alacak zaman dahi bulamadıklarını söylüyor. İş hayatının yaşamımızın neredeyse tamamını kuşattığı şu zamanlarda nefeslenecek vakit dahi bulamıyoruz. Yaşamak biraz da durup nefeslenmek demek. Yaşamdan zevk alabilmenin neredeyse unutulduğunu dile getiren Lenoir, Monteigne’den bir alıntıyla meselenin özünü anlatıyor: “Dans ettiğimde dans ederim, uyuduğumda uyurum.” Aslında hayatın matematiği çok basit, bunca karmaşasına rağmen. Anı yaşamayı bilmenin, hayatımızın kalitesinde çok büyük etkisi var. Bunu sükunetle taçlandırdığımız vakit, insan tabiri caizse varoluşsal ayarlarına geri dönecektir. Tıpkı Marcus Aurelius’un “iç kale” olarak ifade ettiği, hiç kimsenin müdahale edemediği, sabote edemediği ve rahatsız edemediği mahrem bir alan inşa etmek. Çünkü ruh huzur bulmak, mutmain olmak istiyor. 

Lenoir, insanın yaşamına değer katan en önemli sorulardan birinin “Neden yaşamaya devam ediyorum?” sorusu olduğunu savunuyor. Hayata anlam katan nedir? Bunca zorluğa rağmen insan neden hayatta kalmaya büyük bir iştiyakla devam etmek ister. Bu tam da insan fıtratına uygun bir durumdur. İnsan esasında sonsuz olmak ister. Fani olduğunun bilincindedir fakat sonsuza kadar da yaşamak isteyen güçlü bir tarafı var. 

Yaşamı sorgulama cesareti gösteren insanların nihayetinde bir anlamla ödüllendirileceğini düşünüyorum. Bu savımı destekleyen birçok yazar var. Victor Frankl mesela şöyle diyor: Bir “nedeni” olan herhangi bir “nasıl”la yaşayabilir. Hayata anlam vermenin önemine vurgu yapmış oluyor Frankl. Yaşamımızın yekûnunu dikkate aldığımızda büyük bir imtihanın içinde olduğumuz aşikâr. Tüm bu sınanmalar içinde, insan kendisini yeniden inşaya girişmekten imtina etmemeli. Yaşamın amacı da budur zaten. Zorluklarla mücadele etmeyi bir yaşam biçimine dönüştürmek zorundayız belki de. Elde ettiğimiz kazanımlar hayatımızı daha anlamlı kılıyor şüphesiz. Alt etmek istediğimiz olumsuz durumlar, onları bertaraf etme direnci gösterdiğimiz kadar da bize güç veriyor. Tıpkı Nietzsche’nın “Beni öldürmeyen acı güçlendirir” sözünde olduğu gibi. Güçlenmenin, ayağa kalkmanın ve hayatın bütün zorluklarına göğüs germe becerisi bizi daha anlamlı bir hayat yaşamaya davet ediyor. Bunu başarabilmenin en kilit tavırlarından biri olarak da “ölümü ehlileştirmek” becerisi olduğunu dile getiriyor Frédéric Lenoir. Ölümün aşılmaz bir engel, düşman, bütün korkuların esas kaynağı olduğu baskın fikrinin altında ezilmektense, yaşama bir uyum göstererek ölümü ehlileştirmeyi ve onu hayatının vazgeçilmez bir parçası yapmayı becermek gerektiğini düşünür. 

Kısa, önemli, iktisatlı ve öz mesellerin ele alındığı bu eser insanların yeniden ayağa kalkması gerektiğini savunuyor. 

Son olarak bu eseri, Türkçeye kazandıran çok iyi bir felsefeci ve çevirmen olan Murat Erşen’e bir parantez açmak istiyorum. Çeviri faaliyetleri bilimin, ilimin gelişimi adına yapılan en kadim yöntemlerden biri. Murat Erşen de çevirileriyle kültür dünyamıza önemli katkıları olan biri. Çevirmenler çoğunlukla gölgede bırakılıyor, fakat onlar çevirdikleri eserleri neredeyse yeniden yazıyorlar. 

İZDİHAM DERGİ