4 Mart 2016

Mehtap Altan, Kime hangi dalda ve neden ödül verirdiniz?

ile izdiham
Ödül bazen başarıyı tescilleyen sıkı bir motivedir. Ki verilen ödüller ile bir şehrin duruşuna, bir eğitim kurumunun omurgasına, bir anlayışın mayasına, bir insanın hayallerine katkı sağlayabilirsiniz. Bu bağlamda sormak isteriz: 

Soru: Birine ödül verecek olsaydınız kime, hangi dalda ve neden ödül verirdiniz? 

Cem Küçük (Gazeteci / Profil Kitap Genel Yayın Yönetmeni): Sanırım mucitlere verirdim. Uygarlık tarihini kökünden değiştiren ve bugünün teknolojisine ulaşmamızı sağlayan icatları yapan o özel insanlara; insan hayatını kolaylaştırdıkları için, insanlık tarihine, bilimine, insanlığın gelişimine katkı sağladıkları için.  Kişi ismi istiyorsanız telefonu bulan  Alexander Graham Bell derdim. Uzağı yakın yaptığı için. Ödül adına gelince “Uygarlığa Işık Sağanlar Ödülü” olabilirdi.

Ömer Faruk Ünalan (Edebiyat Öğretmeni/Şair/Yazar): Ali Tavşancıoğlu ismini duymayanların duymasını talep ediyorum önce. Bu ismi kafanıza jiletle değil kurşun kalemle kazıyın lütfen ki silmesi kolay olsun.

O, Türk Edebiyatının taşrada can çekişen yanıdır hep. Popüler edebiyata asla meyletmemiş, yayıncılıktan başka geliri olmadığı halde hiçbir zaman aç kalırım derdine düşmemiş, bol bol kazık yemiş, dünya gerçeklerinden bihaber bir ahir zaman şahsıdır kendileri. “Yayıncı olacağına kuruyemiş dükkânı açaydın oğlum.” diyenlere gözlüklerinin üzerinden “o değilden o değilden” bakıp cevap vermeme hakkını kullanarak aleme insanlık dersi veren serseri tabiatlı bir Yozgatlı Don Kişot’tur o.

Yazın hayatının her türlü basamağında ter dökmüş, dirsek çürütmüş en son yazarlıkta karar kıldıktan sonra bulunduğu her ortamda tehlikeli(!) yazılar yazması hiçbir işte dikiş tutamamasına neden olmuştu. Kötü gazete insanı yayınevi sahibi yapar düsturuyla haklarını saklı tutup Kün Yayınlarını kurmuş çok kısıtlı imkânlarla Kün Edebiyat diye de silme edebiyat bir dergi çıkarmıştır.

Ali Tavşancıoğlu, Türk Dili ve Edebiyatında okuyan bütün öğrencilerin tez danışmanlığını ücretsiz yapmış, ülkemizde eski edebiyatsever bir nesil yetiştirmesine büyük katkılar sağlamış; maliyetine kitaplar basarak ( dolandırılmasına engel değildir) bu işin gönül işi olduğunu camianın para babalarına ispatlamış bir gönül elçisidir.

Kendisine sorsanız şiirlerini hiç hesaba katmadan Şuarayı Bozok, Niğdeli Divan Şairleri, Kastamonu Küre İnebolu Temaşası, Meşher-i Şuara adlı dört adet eseri olduğunu söyler. Ama gelin bir de bize sorun onu. İşte sırf bu yüzden bile gönlümüzün bütün ödüllerini almaya layıktır kendileri. Vereceğim ödülün adı mı? “Nobel’e Tenezzül Etmezüz Bir Öpücük Yeter Bize Ödülü” olurdu herhalde.

Ahmet Özcan Ünlü (Gazeteci/Şair/Yazar): Ödül müessesine karşı olmamakla birlikte, bizdeki ödül düzeni, sistemi ya da geleneğine karşıyım. Ödül vermek için adam aranmasına… Henüz kitabı yayınlanmamış olmasına rağmen birinin ödüle değer görülmesine… Yıl içinde yayınlanan kitaplara ödül vermek için toplanan anlı-şanlı, apoletli, unvanlı ağabeylerin-ablaların oturup bir aydan daha kısa bir sürede bütün kitapları okuyup (!), değerlendirip (!) ‘şıp’ diye ödül vermelerine… Ve belki de hepsinden önemlisi ödüllerin eş-dost arasında paylaşılmasına karşıyım… Kültür-sanat dünyasında –evet, piyasa değil dünya!- müesses bir ödül nizamının kurulamayışının nedeni; 1. Ciddiyetsizlik 2. Kültürsüzlük 3. Köylülük 4. Tepeden bakmacılık –jakobenlik. Nüfusu 80 milyona dayanmış bir toplumuz. Her yıl yüzbinlerce kitap yayınlanıyor. Yüzlerce sergi açılıyor. Ama kültür-sanat, edebiyat eleştirmeni sayımız henüz bir elin parmaklarını dahi geçemiyor. Böyle bir çoraklıkta üretilen eserlerin kalitesi, kalibresi nasıl olur? Son sözümdür: Ödül meselesi, ciddi bir meseledir. Hatta öyle ki, verene de alana da değer katmalıdır. Kurumu, kuruluşu, boyutu, etkinliği, çapı ne olursa olsun… Bu, böyledir!

Kemalettin Bal (Edebiyat Öğretmeni/Şair/Yazar): Sizin söylediğinize çok katılmıyorum. Ödüllerin veriliş süreçlerine baktığımızda bir duruşu pekiştirmekten çok duruşları bozan bir etmen oluyor! Çünkü ödül almak için yazmanın fikriyatın ve sanatın kendi asil duruşunun yanında yer alan hiç kimse (ya da çok kimse) ödülün yanından bile geçemeyecektir. Çünkü başka ilişkiler süreci ve sonucu belirliyor. O sürecin içine girdiğinizde de zaten ortada bir duruş kalmıyor… En ciddi ödüllerde bile (Nobel dâhil) işin içine mutlak surette başka kıstaslar giriyor…

Birine ödül verecek olsaydım kime ödül verirdim: Yarışmaya katılan herkesi birinci seçerdim. Tâ ki ödülün bizzat kendini anlamsızlaştırana kadar…

Nilgün Bıyıklı (Eğitimci / Yazar): Beşinci sınıfa giden bir öğrencim geçen ay sınıfta kendi yazdığı bir hikâyesini paylaştı bizimle. Hikâye hiç elbisesi olmayan fakat bir mucize sonucu renkli renkli elbiselere sahip olmak istediğini anlatan küçük bir kızın hikâyesiydi. Bu hikâye beni çok etkiledi. Sonra bunu sosyal medyada paylaştım. Benim facebook arkadaşlarım çok büyük duyarlılık gösterdi bu duruma. Ülkenin her yerinden rengârenk elbiseler kıyafetler ayakkabılar yağdı küçük hikâyecimize. Sonra öğrencimin annesi ile tanıştım. 30 yaşlarında genç bir kadın. Boşanmış kocasından yıllarca şiddet görmüş. Burnu kırılmış kulak zarı delinmiş bir kadın. Sonunda iki çocuğunu da alıp bir odalı çatı katına yerleşmiş bir kadın. Evde ne buzdolabı var ne üstlerine örtecek bir yorgan. Annenin hayatı apayrı bir trajedi! Bunları da paylaştım facebookta. Tüm sosyal medya arkadaşlarım destek oldular aileye. Üç beş derken, yardımlar çiğ gibi arttı. Aileye düzgün bir ev tuttuk. Adana Z’ye ailenin tüm ihtiyaçlarını karşıladık. Küçük kardeşi anasınıfına yazdırdık. Yeni tuttuğumuz evin bir yıllık kirasını peşin verdik. Gıda yardımı yaptık. Şu an o kadar mutlular ki anlatamam. Facebook arkadaşlarıma minnettarız. Yaza ikinci kitabım çıkacak. İkinci kitabımı bu yardım yapan arkadaşlarıma ithaf etmek istedim. Normalde rahmetli anneme ithaf etmeyi planlamıştım. Dostlarım bu fikrime karşı çıktılar. Bunu kabul etmiyoruz dediler. Şimdi böyle bir ödül verme şansım olsaydı bu ödülü yüreği iyilikle dolu bu güzel insanlara vermeyi çok isterdim. Dünyayı şu saatten sonra sadece iyilik kurtarabilir çünkü. Buna yürekten inanıyorum. Ve vereceğim ödülün adı “Yıldız Tozu Ödülü” olurdu.

Hüseyin Akın (Şair/Yazar): Hiçbir dergi, hiçbir kitap çıkarmamış bu konuda sabretmiş, yazmamak konusunda direnip sebat ederek bunu başarmış, yaşantısını yazgıya dönüştürmüş insanlara “Sükûtun Kuşatıcı Dili Ödülü”nü vermek isterdim. Ona ödülüm ise uzaktan gıpta ile bakıp sözcükleri kullanmadan dua etmek olurdu.

Mekin Gani Pehlivan (Bulmaca Yazarı/Serbest Gazeteci ): Türkçe’yi ve Türk dilini yozlaştırmayan bir edebiyatçıya verirdim.
* bağlaç hâlindeki ‘de’, ‘da’yı bilen.
* ‘yanlız’ değil de ‘yalnız’ olduğunu bilen
* ‘Ahmet Arif’ değil de ‘Ahmed Arif’ / ‘Cemal Süreyya’ değil de ‘Cemal Süreya’ / ‘Atilla İlhan’ değil de ‘Attilâ İlhan’ / ‘Mahsuni Şerif’ değil de ‘Mahzuni Şerif’ vs. olduğunu bilen edebiyatçıya verirdim.

Kader Türkoğlu (Öğretmen): Sene 2010 yer Muş Bulanık. Hayatımda ilk defa doğuya gidiyorum. Göreve başladığım okulda ilkokul 3.sınıfı verdiler. Sınıfımda önceleri dikkatimi çok fazla çekmeyen, daha sonraları ailesini tanımak ihtiyacı duyduğum Baran adında bir öğrencim vardı. Okula birinci dönem düzenli olarak devam etmese de genellikle sınıfta olan, ancak ikinci dönem artık okula gelmediğini gördüğüm bu çocuğun, ailesini ziyaretimle başladı hayata bakış açımın değişmesi. Küçücük derme çatma, naylonun üzerine dökülmüş topraktan ibaret olan bir dam, iki göz oda, duvar sıvaları yer yer dökülmüş, odanın birinde aile fertleri, diğerinde ise zayıf çelimsiz bir inek yaşıyordu. Kapıyı açan solgun yüzlü, oldukça zayıf görüntüsü 45-50 ama gerçek yaşı, 30 olan gözlerine kadar yemenisiyle başını ve yüzünü örtmüş o kadına, elimde olsa “Sabır Umut Tevekkül Ödülü” vermek isterdim.

Neden mi? Eşini dört yıl önce bir traktör kazasında kaybetmiş, anne-baba ve kardeşleri olmayan, hem yokluk, hem dört küçük çocuk, hem de kanser denen illetle boğuşuyordu. Ve yüzünde ki, o hiçbir derdi yokmuşçasına, huzurlu gülümseyişini unutmam mümkün değildi. Ödül verme isteğimin asıl nedeni; bu durumda olan birçok insana rağmen, onun hiç ama hiç halinden şikâyet etmemesiydi. Onu hastaneye yatmaya ikna etmem tam iki ayımı aldı. Dört yavrusunu çocuk esirgeme kurumuna birlikte götürüp bırakırken; tek bir damla gözyaşı dahi dökmeden, yüzünde ki o huzurlu tebessümü hiç eksiltmeden, çocuklarına sarılıp öperken söylediği ”Her şey güzel olacak, kimse yokken Allah vardı!” cümlesi ise yaralarına sürdüğü şifalı umut merhemiydi belki de.

Mehtap Altan hazırladı.
İZDİHAM