12 Ocak 2017

Mehmet Akif Öztürk, Sinan Sülün’ün Kırlangıç Dönümü

ile izdiham

SİYAH BEYAZ BİR FİLM YA DA BİR KIRLANGICIN AŞK ÖMRÜ

“Sonra kış geçer,
Kırlangıç yuva yapar;
Ve bir erik ağacı baştan ayağa çiçek açar.”

Mustafa KUTLU

Hisli bir Türk filmindeki duyguları yaşamak isteyen ya da bu duyguyu verecek bir şeyler okumak isteyenler için, Sinan Sülün’ün Kırlangıç Dönümü biçilmiş kaftan. Sinan Sülün daha önce karşımıza Karahindiba adlı hikaye kitabıyla çıkmış ve sevilmişti. İkinci denemesi olan bu kitabı ise roman olarak yazmaya karar vermiş ve genel olarak başarmış diyebilirim. Kitapta eleştirilecek noktalar tabi ki var; ancak öncesinde şunu söylemek istiyorum ki okurlar konu olarak daha önceki dönemlerde ortaya konan eserlerdeki aşk veya Yeşilçam aşklarından farklı bir durumu beklemesinler. Edebiyatta önemli olanın neyi anlattığı değil nasıl anlattığı ilkesinden yola çıkarak kitabın bir değerlendirmesini yapmak istiyorum:

Öncelikle kitabı fiziki olarak değerlendirmek istiyorum. Kırlangıç Dönümü 2015 yılında yayımlanmış bir eser. Yazarın ilk kitabından dört yıl sonra. İletişim Yayınlarından neşredilen kitap 257 sayfa. İletişim Yayınları son zamanlarda bazı yazarlarının kitaplarında kapak tasarımı değişikliğine gitti. Yapılan yeni kapaklar insana bazen bir çizgi roman okuyormuş hissi veriyor. Bu kitabın kapağındaki çizim de okura aynı hissi veriyor. Görsel olarak bir sorun görünmese de, verdiği anlam olarak kapak resmi kitap içeriğiyle bağlantılı soyut bir resim ya da ciddi bir resim olabilirdi. Kapakta yer alan kırlangıç resmi ise hiç yer almasaydı daha iyi olurdu. Kitabın içeriğini ismiyle bağdaştırsam da, kapak resminde bir kırlangıcın olması görsel olarak bir basitlik sunuyor. Arka kapağına baktığımda, ben bir okur olarak buraya seçilen yazıların her zaman en vurucu pasaj olmasını isterim. Ancak, kitabı elime alır almaz arkasını okuduğumda karşımda bilindik –daha doğrusu klişe- bir roman olduğunu (konu olarak) fark ettim. Bu durum, yazarla ilk kez karşılaşan okurların kitaptan uzaklaşmasına sebep olabilir.

Kitap kısa kısa 26 bölümden oluşuyor. Kitabın bakış açısı üçüncü tekil şahıs, yani İlahi/Tanrısal bakış açısı. Bu bakış açısı üçüncü bir göz olarak, karakterlerin her yaptığını okura sunuyor. Onların aklından geçenleri, söylediklerini, yapacaklarını kısaca her şeyi kitaba yansıtıyor. Yazar bu bakış açısını kullanarak okura, olaylara hakim olma hissini vermiş ve çok da iyi yapmış. Kitapta 26 bölüm var demiştik. Yazar tıpkı ilk kitabı olan Karahindiba’da yaptığı gibi bu kitapta da her bölümün başına önemli yazarlardan, şairlerden, düşünürlerden birer tane dize veya söz yazıyor. Ve aynı ilk kitabındaki gibi bu sözler o bölümle ilgili oluyor. Bölümü okuduktan sonra tekrar başa dönüp okunulan bölümün başındaki alıntılanan söze baktığımızda aradaki bağlantıyı kurabiliyoruz. Bu sözler bize nasıl bir bölümle karşılaşacağımızın küçük de olsa bir fragmanını sunuyor. Bu durumun kitaba artı bir değer kattığını düşünüyorum. Hem önemli yazarlardan etkileyici sözler, dizeler okuyoruz hem de önümüzdeki bölüme hazırlanıyoruz.

Sinan Sülün ile ilgili görsel sonucu

 

Görünürde bir aşk hikayesi Kırlangıç Dönümü. Ali ile Verda’nın aşkı. Fakir bir aileden gelen, annesi babası ölmüş ve bu hayatta sadece eniştesi, ablası ve yeğeni kalmış Ali ile, ailesi oldukça zengin, akademisyen olan Verda’nın aşkı. Sinan Sülün zengin kız fakir olan gibi bir klişe sunsa da kitap sonuna kadar kendini okutuyor. Çünkü yazar tıpkı ilk kitabı Karahindiba’daki gibi bu kitapta da dili oldukça yalın kullanmış, zorlama cümlelerden kaçınmış, anlatmak istediğini doğrudan vermiş ve ara ara da olsa merak duygusunu körüklemiş. Sinan Sülün’ün en önemli özelliği çok iyi bir gözlem gücüne sahip olması. Kitabı okuyan çoğu kişi bunu fark edecektir. Gerek ortamı gerek insanı gerek olayları çok iyi bir gözlemleme ve bunu betimlemelerine yansıtma gücü var yazarda. Bu kitapta da bunu sonuna kadar kullanmış ve bu durumu da diyaloglarla desteklemesi kitabın okunurluğunu artırmış.

Kitap 2006 senesinin Mart ayında başlıyor ve yine 2006 senesinin Eylül ayında bitiyor. Bu bize kitabın isminin neden Kırlangıç Dönümü olduğunun cevabını veriyor. Bilindiği gibi kırlangıçlar göçmen hayvanlardır. Özellikle köylerde yaşayanlar fark edecektir. İlkbahar geldiğinde, havalar ısındığında kırlangıçların da yaşadığımız yerlere gelip yuvalarını yaptığını görürüz. Tıpkı sonbaharda daha sıcak yerler için geri gittikleri gibi. Kırlangıç, kitapta Ali’yi sembolize ediyor. On yıllık bir hapishane hayatından sonra Mart ayında, 6 yaşından beri yaşadığı abla ve eniştesinin yanına dönen Ali’nin, Eylül ayında yanlarından ayrılması kitabın genel şablonunu çiziyor.

Yazar, Ali gibi karakterler oluşturmayı seviyor. İlk kitabı Karahindiba’daki karakterlere benzer biri Ali. Suskun, düşünceli, oldukça hisli, bazen topluma çok yabancı, bazen tepkileri anlaşılmaz derecede farklı. Fakat bunların aksine oldukça zeki, çok kuvvetli bir zekaya sahip ve birkaç dili çok iyi derecede bilen, Dante okumak için İtalyanca, Neruda okumak için İspanyolca öğrenen, edebiyat aşığı, çok kitap okuyan biri. Kitapta Ali’nin kişiliğini şu bölümde daha rahat anlayabiliyoruz:

“… Nergis, diğer çocukların kendisiyle alay ettiği için dışarı çıkmadığını biliyordu. Yaşıtlarının ilgilendiği şeyler yerine böceklerle, makinelerle, yıldızlarla ilgilenmesi arkadaşları tarafından hor görülmesine, küçük düşürülmesine yol açıyordu. Her ne kadar onların rencide edici sözlerinden, bakışlarından korumaya çalışsa da her zaman yanında olamıyordu. Ali tüm bu sorunlarla tek başına başa çıkmaya çalışıyor, çoğu zaman beceremiyor, gerçeklikten korunmak için kitaplara sığınıyordu.”

İlk kitabındaki karakterlerinin bu kadar olumlu özellikleri yoktu. Bu yüzden hikayeler daha sessiz gidiyordu fakat Ali’deki olumlu ve farklı özelliklerin olması hikayeye ses vermiş ve Ali her ne kadar suskun olsa da romanda en öne çıkan karakter olmuş. Kitabın başlarında yazar, Ali’nin neden hapishaneye girdiğini söylemiyor fakat daha sonra bunu diyaloglar sayesinde ya da Ali’nin kabusları sayesinde öğreniyoruz. Ali biyoloji okumak için üniversiteye gitmiş, orada bazı devrimci arkadaşlarla tanışmış (kitapta az da olsa rolleri var) ve bir eylem sırasında molotof atılan mağazada yanan kadın ve çocuğunu kurtarmak için onlara hamle yaptığı sırada polis tarafından yakalanıp terörist damgası yiyerek hapse girmiş. Hapishanede yapılan işkence Ali’nin kişiliğinin değişmesinde tamamen rol oynamış. Daha neşeli, hayata bağlı bir insanken dalıp dalıp giden, beklenmedik tepkiler gösteren ve kendini tamamen kitaplara veren bir kişiye dönüşmüş. Zaman zaman sanrılar görmesi ise işkencenin ne boyutlarda yapıldığını bize gösteriyor. Yazar bu tür bölümlerde –Ali’nin geçmişi hatırladığı- bize haksızlığa uğramış insanların, suçsuz yere hapis yatmış kişilerin üzerinden 90’ların Türkiye’sine dair sınırlı da olsa bir profil çiziyor.

Ali’nin Verda ile tanışması, başlarda belirttiğim gibi tıpkı bir film sahnesini andırıyor. Yazar ‘en büyük aşklar nefretle başlar’ klişesinden yola çıkarak önce bu ikiliyi bir tartışma içine sokuyor daha sonra aralarında bir yakınlık başlatıyor. Daha sonra da kitabın sonuna kadar devam eden bir aşk hikayesinin kahramanları oluyorlar.

Verda romanın ikinci karakteri. Yazar bize başlarda Ali’den tamamen zıt bir Verda profili çizse de ilerleyen sayfalarda bu ikilinin duygusal anlamda ne kadar benzer olduğunu bize hissettiriyor. Hayatı boyunca birkaç kez terkedilmiş, bu yüzden aşktan uzak durmaya çalışan, arkadaşı Başak’ın (Verda’nın karakteristik özelliklerinin zıttı, aileden zengin, Nişantaşı’nda kafe sahibi, uçarı bir kişilik) kendisini birileriyle tanıştırmasını istemeyen, kabuğuna çekilip akademik işlerle uğraşan bir kadın. Ve bu kadının, üstelik şiddetli bir tartışma ile başlayan hikayeleri olmasına rağmen Ali’ye bir şeyler hissetmeye başlaması kitabın eleştirilecek bir noktası. Yazar, Verda profilini çizdikten sonra Ali’ye aşık olma sürecini çok hızlı ilerletmiş. Bu karakterde birinin daha uzun ve detaylı olaylardan sonra Ali’ye aşık olması olayın inandırıcılığını artırırdı. Üstelik bu yakınlaşmada olağanüstü ögelerin de olması ve Verda gibi net bir karakterin bu kadar kolay birine bağlanması beni garipsetti.

Romanda görünürdeki aşk hikayesinin altından sürekli hapishaneye girmeden önceki günler; hapishane günleri, işkence sahneleri, yanan kadınla çocuğu, sanrılar Ali’nin düşünceleri ve kabuslarıyla okuyucuya hissettiriliyor. Kitapta, yazarın ilk kitabı Karahindiba’daki gibi Ali üzerinden bilinç akışı tekniği kullanılmış. Yazarın Oğuz Atay’ı çok sevdiği ilk kitaptan anlaşılıyordu. Bu kitapta da bu tekniği kullanması oluşturduğu karakter açısından kitaba artı bir değer katmış. Düşüncelerin aralıksız, konusuna göre bölünmeden rastgele verilmesi başkarakterin beyninin içini okumamıza ve onunla özdeşleşmemize imkan tanıyor. Üstelik bu kısımların tam kararında bırakılması da bir diğer olumlu özellik olarak göze çarpıyor.

 

kırlangıç dönümü ile ilgili görsel sonucu

Kitaptaki isimler de rastgele seçilmemiş. Örneğin Ali’nin hapishanede tanıştığı ve ‘hoca’ dediği kişinin ismi Hikmet. Ali’nin eski arkadaşlarının isimleri Deniz, Mahir, Yusuf vb. Zaten okuyucu bu durumları anlamıştır diye düşünüyorum. Tekrar bu isimlerin kullanılması romanı bu yönden zayıflatmış. Farklı isimler kullanılmış olsaydı okuyucu durumu zaten yine anlardı ve hikayeye biraz daha gizem verilmiş olurdu.

Ali ve Verda dışında yazar, Ali’nin ablası Nergis’in iç dünyasına biraz daha fazla yer vermiş. Ondan sonra eniştesi Hüseyin ve Verda’nın arkadaşı Başak geliyor. Oğuz, Deniz, Kemal, Defne, Alp, Efe, Hakan, Bahar, Niyazi ve diğer karakterlerin de kitapta diyalogları olsa da psikolojik açıdan yazarın ya çok az incelediği ya da hiç incelemediği karakterlerden. Ana omurgada Ali, Verda, Nergis ve sonra da Başak ve Hüseyin var.

Yazar her bölümün başında o bölümün hangi güne ait olduğunu da yazmış. Ancak kitabın 175. ve 193. sayfaları arasını an’lara bölmüş ve bu anların üç aylık bir süreyi kapsadığını göstermiş. Bu bana tıpkı filmlerde bir anda ekrana çıkan ‘3 ay sonra’ gibi bir durumu anımsattı. Bu an’ların yerine aralıklı zamanlarla da olsa birkaç bölüm yazsaydı kitabın başlangıcı ve devam edişi arasında bir sağlamlık sağlardı. Bu üç aylık an’ların olduğu bölüm kitapta eğreti durmuş. Bütünlüğü biraz da olsa bozmuş. Sanki bir an önce Eylül ayına geçiş yapmak istemiş yazar. Bunun yerine romanı Mart yerine Mayıs gibi başlatsaydı daha etkili olabilirdi.

Sonuç olarak birkaç cümleyle bağlayacak olursak; kitap hikaye açısından bilinmedik hiçbir öge içermiyor. Herkesin hayatında en azından bir kere izlediği bir filme ya da okuduğu bir kitaba benzetebileceği türden bir roman olmuş. Klasik aşk hikayeleriyle bezeli, klişe olaylarla tamamlanmış sonu ise kolay kolay tahmin edilemeyecek –bence gereksiz bir son olmuş- bir şekilde noktalanmış. Kitabı farklı kılan yazarın üslubu. İlk kitabındaki hikayelerde olan özgünlüğü bu romanın hikayesinde görememiş olsam da yazarın kendini okutan bir dili ve üslubu var. Hikaye bilindik ama yazar farklı. Sadece gözlem gücü, yazarın bundan sonraki kitaplarında hikaye açısından da bambaşka konular çıkarmasına yetecektir.

 

 

 

 

Mehmet Akif Öztürk

İZDİHAM