22 Mart 2017

Mehmet Akif Öztürk, İsmail Kılıçarslan’ın Sokakta Kitabını Değerlendirdi

ile izdiham

Her an değişebilen, anlık, güncel siyasi olayları, gazetelerde köşe yazısı altında görmeye alıştık artık. Elimize bir gazete aldığımızda, gazete yazarlarının ekseriyetle siyasi içerikli yazılar yazması uzun zamandır bir gelenek haline geldi. Edebiyat, gazetelerimizden çıkalı çok oldu. Bunu devam ettiren yazarlar var. Bu isimlerden biri İsmail Kılıçarslan. Her pazar Yeni Şafak gazetesinde ‘Sokakta’ başlığıyla öykülerini yayımlayan yazarın hikayeleri, toplu halde ve aynı isimle geçtiğimiz ay Profil Kitap etiketiyle yayımlandı.

Sokak; özellikle 2000’li yıllardan itibaren bütün önemini kaybeden bir kavram. Sadece yürünecek yol olarak bakmak, bu hikayeleri hiç anlamamamıza yol açar. Sokak demek; bozkırın kalbinden İstanbul’a okumaya gelen delikanlılar, sevdiğiyle evlenemeyen müezzin Dursun, imkansız gibi görünen fakat sonrasında üç çocukla mutlu bir şekilde devam eden Sami ile Ayşe’nin aşkı demektir. Mavera’da şiiri çıkan çoban Musa demektir. Üsküdar’daki sosyalist sahaf Tayfun Abi, umre yolunda içilen tarhana, elinden her iş gelen ve asla haram lokmaya minnet etmeyen Salih Usta demektir. Bunların ve bunlar gibi nice dostun, kişinin, olayların hikayesini İsmail Kılıçarslan bize her pazar yazdı; şimdi de toplu bir şekilde okuma imkanı buluyoruz.

‘Sokakta’, 227 sayfalık bir öykü kitabı. Ancak sadece öykü değil, anlatı da diyebiliriz bu yazılara. ‘Sana Bu Mektubu’, ‘Huzur Kıraathanesi’nin Balkonu’ ve ‘Soba Yanıyor’ alt başlıklarıyla beraber üç bölümden ve toplam elli üç öyküden oluşuyor. Profil Kitap, kitap kapakları konusunda oldukça başarılı örnekler sunuyor. ‘Sokakta’nın kapağı, içerikle ilgili bize o samimi havayı veren bir tarzda. İlk bölümde genellikle çevresindeki kişilerin, temiz yürekli insanların umutsuz aşklarını başarılı bir şekilde anlatan yazar, ikinci bölümde daha çok kendi çocukluğu ve ilk gençliğiyle ilgili anlatılara yer vermiş. Üçüncü bölümde ise Kılıçarslan genellikle, kendi yetişkinlik zamanlarını baz alarak ve az da olsa ülkemizin güncel olaylarıyla ilgili öykülerini oluşturmuş.

Günümüzde her an; aşk kavramı, aşk hakkında düşünülen şeyler, aşkın ne olduğuyla ilgili yalan yanlış bilgiler çevremizi kuşatabiliyor. Geçmiş dönemlerdeki filozofların aşk hakkında söyledikleri veya bizim bilmediğimiz zamanlarda yaşanan temiz aşklarla, şu anda televizyon dizilerinde işlenen günübirlik ve adına ‘aşk’ dedikleri şey arasında tek benzerlik dahi yok. Kılıçarslan, işte bu temiz aşklara yer veriyor kitabında. Sevdiği için her şeyi göze alan, cebi boş ama gönlü taşan üniversite öğrencilerinin temiz aşkı, şu andaki insanların bilmediği ama o zamanlar çok kıymetli bir şey olan ‘beklemek’, birçok öykücünün yapamadığı bir düzende ve netlikte satırlarına yansıyor yazarın: “…Yine arıyorum. Yine gelmiyor telefona. Yine azar yiyorum adamdan.

Sonra Üsküdar sokakları, sonra Kız Kulesi, sonra çaylar, sigaralar, sonra İsmet Özel ve Turgut Uyar şiirleri. Hiçbiri kesmiyor içimdeki devasa bir azgınlıkla büyüyen boşluk duygusunu. ‘Geçmiyor gülmekle hüznüm, belki ağlarsam geçer’ diyerek Kız Kulesi’ne doğru dalgın bakışlardayım. Geceden sabaha yürüyor, oturuyor, sabahçı kahvesinde çay içiyor, şiir okuyorum. I-ıh. Geçmiyor.”

İsmail Kılıçarslan, şiir gibi bir dil kullanıyor. Yerel deyiş ve kelimeleri yazılarında İstanbul Türkçesi’yle beraber düzgün bir şekilde eriten yazar, böylelikle halkın içinden, ‘sokaktan’ yazdığına inandırıcılık katmış ve Anadolu’nun bir köyünden çıkan Musa’nın hikayesini en duru haliyle okura aktarmış. Betimlemelerde ve yazıyı öykülemede oldukça etkileyici olan yazarın bu başarısını şairliğine bağlıyorum. Zaten, her zaman düşündüğüm ve doğruluğuna inandığım bir şey vardır: Şairlerin şiir dışında en az bir kitap da olsa farklı bir türde eser vermeleri, edebiyatımız için çok değerli bir şeydir.

Toplumun nabzını ve insan ilişkilerini çok iyi gözlemliyor yazar. Onun hikayelerinde aşırılığa yer bulamıyoruz. Her şey olması gerektiği gibi. Bazen mutlu bir şey oluyor, kader diyoruz. Bazen mutsuz bir şey oluyor, yine kader diyoruz. Bazen sevdalılar kavuşuyor, bazen kavuşamıyor; ama yazar bize her defasında bir iç çektirip ‘kader’ dedirtiyor: “İki yıl sürdü Gözde ile Serdar’ın aşkı. Ne Gözde tesettüre girip namaza başladı, ne Serdar namazı bırakıp içkiye. Sadece Gözde artık mor ağırlıklı makyaj yapmıyor, Serdar da artık siyah ağırlıklı giyiniyordu.

            Ayrıldılar günün birinde. Birbirlerine çok aşıkken hem de. Kolayca tahmin edebileceğiniz sebeplerle. Osmanağa Camii Gözde’yi, Kadıköy barlar sokağı Serdar’ı kabul etti de, iki tarafın herkesten seküler, herkesten dindar ebeveynleri kabul etmediler çocukların birbirlerine deli gibi aşık olduklarını.

            Süleyman Çobanoğlu henüz ‘bilesin kavuşmak yok İslamlıkta / kavuşan kısmışı ancak gavurdur’ dizelerini yazmamıştı. Yazsaydı onu okurdum. Ben de tuttum ‘Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü’nü okudum Serdar’a. Yara bandı niyetine… Gerçi adam ‘kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda’ diyordu, ama olsun varsın.”

Gençtim ve Sokaktaydım

“Gençtim ve sokaktaydım. 19 yaşındaydım. Bahariye’de, yağmur yağdığında şemsiye açıp oturduğumuz bir çatı katında hayata tutunmaya çalışıyordum” diye başlıyor kitabın üçüncü bölümünün ilk öyküsü. Yazar, hayatın içinden birçok öyküyü çekip çıkarırken aynı zamanda kendisiyle ilgili de birçok detay sunuyor okura. Üniversite yılları, yetişkinlik yılları, bazı sosyal meseleler hakkındaki fikirlerini en çok bu üçüncü bölümde öğreniyoruz. Tabi ki Kılıçarslan’ın o sade üslubuyla. Düşündüklerini anlatırken dahi öyküleme yolunu seçen yazar, okura veya kendisi gibi düşünmeyenlere yukarıdan bakmıyor, kimseyi yargılama yoluna gitmiyor. Yazar; kendi hayatı için, bazen bir çay bahçesine gelen kör bir çiftten, bazen Parmaksız Hasan’ın kederinden, bazen Urfalı amcanın suskunluğundan, tramvayda verdiği parayı almayan amcadan birçok şey öğrenirken, olanla olması gerekenin de muhasebesini yapmadan edemiyor: “Üsküdar vapurunda o üç kelimelik cümle tekrar doluştu zihnime: ‘Bugünlük ekmeğim var.’

            Müslümanlığı kimseye bırakmayanların da, ‘sosyalizmin esas sahibi biziz’ diyenlerin de bu cümleden çıkarabileceği o kadar çok ders var ki.

            ‘Bugünlük ekmeğim var’ diyebilen ve bununla yetinebilen insanın dünyayı değiştirme, ona nizam verme şansı hepimizden fazladır. Hatta o zaten bizatihi varlığıyla bile her gün dünyayı değiştirmektedir.

            Bizse, şahane konforumuzla her gün ‘neyi değiştirmemiz gerektiğinden bahsederek’ yorgunuz.

            ‘Fazla yaşamaktan yorgunuz’ derdim bir öykü yazarı olsaydım.”

 İşe Başlayacağımız Noktalar

‘Sokakta’; içinden aşk, sevgi, ayrılık, şiir geçen bir kitap. Kitabın en ilgi çekici öykülerinin ‘Büyük Yolculuk’ başlıkları altında yazdığı üç tane umre yolculuğu öyküsü ve ‘Kafka’ya Bakmıştım’ adlı öykü olduğunu düşünüyorum. Saflığın ve gerçek dostluğun en çok hissedildiği öyküler bunlar. Ayrıca Peygamber Efendimiz’i örnek göstererek, aslında kitabın genelini özetleyen ve öykülerinde vermek istediği mesajın özü olan bölümün de kitabın en çarpıcı pasajlarından biri olduğu kanaatindeyim: “Hep söylüyorum. Yine tekrar edeceğim. Bugünkü hayatımızın tamamını Efendimiz(sav)’in çocuklara ve hayvanlara karşı davranışlarından hareketle yeniden kurgulayabiliriz. Evinin kapısında beslediği çöl parsının ipini geniş tutmasındaki hikmetten başlayabiliriz işe. Kedisi Müezza’yı nasıl sevdiğiyle başlayabiliriz. Develere fazla yük yüklenmesini yasaklamasından başlayabiliriz. Torunlarının namazda nasıl sırtına bindiklerinden başlayabiliriz. Bir bayram günü mahzun olan bir yetim çocuğa ‘istemez misin senin baban ben olayım’ deyişinden başlayabiliriz. Kedileri çok seven bir arkadaşına ‘kedi babası’ lakabını takmasından başlayabiliriz. Kedilerin parayla alınıp satılmasına niçin karşı olduğundan başlayabiliriz. Dağlanmış bir hayvan görünce hiddetlenip ‘kim bu hayvanı çirkinleştirdi. Kimse kimseye ateşle eziyet edemez’ deyişinden başlayabiliriz.

            Bütün bunlarla başlayacağımız bir yolculuk bizi ‘bu kocamış ve köhnemiş dünyayı kurtaracaksa merhamet kurtaracak’ cümlesine götürür. Ve o cümlenin bizi götürdüğü yer ne güzel bir yerdir.”

Mehmet Akif Öztürk

İZDİHAM