7 Mart 2016

Kaya Tanış,Yalnız Bir Filozof

ile izdiham
Sakallı Celal olarak bilinen Celal Yalnız, mezar taşındaki yazılışıyla “Yalınız”, yazılı eser bırakmamış bir filozoftu. Yakın arkadaşları arasında Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Haşim ve “öğrencim” dediği Nazım Hikmet gibi isimler vardı. Dilimizde yer etmiş “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür”, “Bu ülkede bilgililer ilgisiz, ilgililer de bilgisizdir” “Bizler Doğu’ya giden bir geminin güvertesinde Batı’ya doğru koşuyor, Batılılaştığımızı sanıyoruz” gibi birçok deyiş ona aitti.

Sabahtır. Gün başlar, pencereye koşarsın. Yüzünü aydınlatır, sigara yakarsın. (İçine çekildin!) Suya koşar; yıkanır, tırnaklarınla derini kazırsın. (Arınamadın!) Giyinmeye başlarsın; iç çamaşırı, pantolon, gömlek. (Saklanamadın!) Yiyecek bir şeyler ararsın; bir dilim ekmek, zeytin. Yersin. (Düğümlendin!) Dışarı çıkarsın; sokağa, yola -yolculuk gibi gelir- uzağa. (Gelemedin!) insanlara bakarsın; yürürken duran lara, dururken yürüyenlere, konuşurken susanlara, susarken konuşanlara. (Anlamadın!) Binalara bakarsın; taşlara, tuğlalara, kiremitlere… (Çözüldün!) Gün yarı olur, düşünürsün; dudakların kıpırdar, kendi kendine konuşur; “günaydın” dersin. (Tökezledin!)

Göğe bakarsın; göğe doğru, !NiSREŞÜD

Edebiyatta olduğu kadar, günlük hayatta da en vazgeçilmez kavramlardan biri “yalnızlıktır.” Gün içerisinde defalarca kullandığımız bu sözcük, aslında sözcük olmanın ötesinde —belki de imge-, yaşamımızda bir ses olarak yerini hep korusa da, bir edim olarak çoğu zaman heves uyandıran ama gerçekleştirilmesi, o hevese kapılmak kadar kolay
olmayan bir “yaşama” biçimidir.

Yalnız: Toplumsal ilişkilerden yoksun veya yoksun bırakılan kişi.

Yalnızlaşma: Yalnızlaşmak işi.

Yalnızlık: Yalnız olma durumu, kimsesizlik.

Binlerce kelimelik bir sözlükte, o binlerce kelime arasında, belki de en zor olanıdır bu üçü. Zor olması yaşanabilirliğinin kolaylığı ya da zorluğu ile ilgili olmasından öte, bir tercih olup olamayacağı ile ilgilidir Çoğu zaman da. Hangi durumlarda yalnızlık çekeriz; ya da yalnız olduğumuz zaman gerçekten de yalnız mıyız, kalabalık olduğumuz zamanlar ise ne kadar kalabalık hissederiz kendimizi? Ya da insan neden yalnızlaşır; bu yalnızlık ona ne kadar aittir?

Zamanın, ufaltarak belleğimizden sildiği ilk insanlar çoğu zaman yalnız olanlardır. Çoktan geçen bir zamanda yaşayan bu gölge insanlar; eğer geriye herhangi bir ‘yaratı’ bırakmamışlarsa, zaman bu kez daha da bir üstlerine gider bu ‘yalnızların.’ Tamamen koparıp almak ister onları; hayatımızdan, dilimizden, belleğimizden ve en çok da şimdiki zamanımızdan. Sonunda, bu insanlara dair bize kalan tek şey ise; iki bin iki yüz kırk dört sayfalık bir sözlüğün, hiç kapanmamış, durmadan kanayan üç yarasıdır.

O yaralardan biridir işte, Celal Yalınız. Nam-ı diğer Sakallı Celal. Kimi zaman “bir eski zaman insanı” gibi, kimi zaman bir romanın en ters karakteri gibi, kimi zaman bir şehrin en ücra yakası gibi, kimi zaman ise bir yolun gidilmemiş sonu gibi durur. Tek başına, yalnız, kimsesiz.

Bir paşazade olarak 1886’da İstanbul’da doğar Sakallı Celal. O zamanlar sadece Mahmut Celal’dir aslında Sakallı Celal. O zamanlar, sadece bir paşa çocuğu, bir İstanbul adamıdır. O zamanlar sadece, o zamanın adamıdır Celal. Ne sakalı vardır o zamanlar, ne de soyadı. Ne yalnızlığı vardır, ne de kimsesizliği.

Osmanlı Donanması’nda görevli olan Hüseyin Hüsnü Paşa ile Ayşe Melek Hanım’ın üçüncü çocuğu olarak doğar. Babası Hüseyin Hüsnü Paşa daha sonraları Bahriye Nazırlığı’na atanır. Celal’den sonra üç çocuk daha doğuran Ayşe Melek Hanım’ın çocukları üzerindeki etkisi daha çok müdahaleci bir biçimdedir, Hüseyin Hüsnü Paşa ise, birçok noktada çocuklarını destekleyen ve kişiliklerinin oluşmasında büyük bir etkiye sahip olan bir babadır. Özellikle de Mahmut Celal üzerinde babasının etkisi oldukça büyük olmuştur.

O dönemki toplumsal yapı düşünüldüğünde, seçkin bir ailede büyüyen Mahmut Celal küçüklüğünden başlayarak iyi bir eğitim alır. Okula başlamadan önce alınmaya başlanan Fransızca derslerinin sonunda, Mektebi Sultani’de, yani Galatasaray Lisesi’nde devam eder öğrenimine. Yatılı olarak okuduğu bu dönemler, sonraları bazı trajik olaylar dışında, hayatının en mutlu zamanları olacaktır Mahmut Celal için. Abisi Cemal Bey’in padişaha karşı çıkmaktan Rodos’ta sürülmesi ve kardeşi Nihal’in okuldaki jimnastik çalışmaları sırasında düşerek, trajik bir biçimde ölmesi Mahmut Celal için o an baş edilmez iki büyük acıdır.

Toplumsal olarak aydınlanmanın filizlerinin atıldığı zamanlarda, o aydınlanmacı çevrede yaşar. Fakat şu da göz ardı edilmemeli ki; o zamanlar aydınlanmanın çağrıştırdığı en büyük kavram “Batı”dır. Sonraları o çevrenin aksine -fiili olarak- asıl aydınlanmanın kendi içinde gerçekleşebileceğini, gene kendi hayatında gösterir Mahmut Celal. Galatasaray Lisesi’nde okuduğu dönemde etrafında, sonraları büyük mevkilere gelecek olan insanlar vardır: Ahmet Haşim, Ali Sami Yen ve Ali Yar, bunlardan sadece bir kaçıdır.

Yirmi bir yaşına geldiğinde, kafasındaki birçok soru ve içinde bulunduğu o an tanımlanamayan bir boşlukla tekrar okuluna, Galatasaray Lisesi’ne gider. Hayatı boyunca her zaman sevdiği ve örnek aldığı hocası Tevfik Fikret, liseye müdür olmuştur. “Bana bir muitlik vermenizi istiyorum” der: Öğretmen yardımcılığı. Tevfik Fikret bunu kabul eder. Çok iyi derecede Fransızca bilen bu eski öğrencisi, her zaman etrafındaki insanlardan ayrılan bir yapıya sahiptir ve bu onu sadece farklı kılmakla kalmaz aynı zamanda, aykırı kılarak o anın ötesine taşır. işte o zamanlardan oluşmaya başlamıştır, Mahmut Celal’in ‘yalnız’lığı.

Lisedeki Öğretmen Yardımcılığı görevine devam ettiği sıralarda, devlet Fransızcası iyi olan, belli liselerden mezun az sayıda öğrenciyi eğitim amacıyla yurt dışına göndermek için bir karar alır. Tevfik Fikret’in hazırladığı listede, Mahmut Celal de vardır. Sorbonne’da Siyasal Bilgiler öğrenimi görecektir. İlk başta buna karşı çıkmasa da içinde hep makine mühendisliği okumanın hayali vardır.

Sonraları, babasına yazdığı bir mektupta; bu konuda bir şey yapıp Yapamayacağını sorar ve olumsuz bir yanıt alır. Bu kez annesine yönelir ve ondan da aynı yanıtı alır. Artık makine mühendisliği okuma gibi bir hayal tamamen ortadan kalkmıştır.

Paris’tedir, siyasal bilgiler okuyordur ve çok parlak bir gelecek onu bekliyordur. Her şeyi bir kenara iter; sakal bırakır -bir daha asla kesmemek üzere- ve gezer. Yalnızdır. Artık Sakallı Celal’dir.

Paris’ten diplomasız olarak döner ve öğretmen olarak Üsküp’e atanır. Üsküp kendi tercihidir ve orada felsefe dersi vermeye başlar. Zamanın çok daha ötesinde yaşayan bir insandır Sakallı Celal. Çok daha ötesinde düşünen ve hayatını buna göre konumlandıran bir insandır. Felsefenin ötesinde, nasıl yaşanması gerektiğini öğreten bir öğretmendir artık. Halkın üzerinde yarattığı etki, öğrencileri üzerinde yarattığından daha farklıdır. Okulda futbol oynattığı için, kâfir olarak nitelenir ve baskı görmeye başlar. Azledilerek İstanbul’a döner. Bu sadece bir başlangıçtır.

Üsküp’ten sonra Kastamonu’ya atanır. Hayat bilgisi derslerinde, Fransız Devrimi’nden ve aydınlanmadan, kişinin özgürlüğünden ve ilerici olunması gerektiğinden, bilimden ve bunun insanlık için öneminden bahsetmeye başlaması, gene bir sona yaklaştırır Sakallı Celal’i: Şikâyetler sonucu bu kez İzmit’e çıkar tayini. İzmit’te, Yusuf Ziya Ortaç’la aynı okulda öğretmenlik yapmaları, ikisi için de büyük bir şanstır. Güçlü bir dostluk başlar aralarında. Sakallı Celal’in ölümüne kadar sürecek, büyük bir dostluk.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Ankara Sultanisi’nde müdür yardımcılığı yapmaya başlar Sakallı Celal. Bu görev yerinde de her zamanki kararlılığı ve inançları doğrultusunda yaşar. Gene hakkında birçok kovuşturma başlatılır ve gecen zaman çok güzel anılar bırakmaz belleğinde Sakallı Celal’in. Mütareke dönemlerinde İstanbul’dadır. Ve yalnız bir adam olarak yaşamaya devam eder.

Galatasaray Lisesi’ndeki arkadaşı Hamdullah Suphi Tanrıöver’in, Cumhuriyet’in ilanından sonra Maarif Vekilliği yaptığı dönemde; Müdür yardımcısı olarak görev yaptığı Ankara Sultanisi’ne bu kez Müdür olarak atanır. Okula ilk kez kadın öğretmen atanmasını sağlar. Öncesine nazaran daha rahat bir ortamda çalışmaya başlamıştır ve yapacağı çok şey vardır. Fakat bunlara zaman bulamaz: Ülkede ki eğitimli kadro açığını kapatmak amacıyla; son sınıfların mezuniyeti sırasında fazla güçlük çıkarılmaması ve son sınıftan bir önceki sınıfta okuyan öğrencilerin de, bir sınava sokularak mezun edilmelerini isteyen bir dilekçeyi masasında görmesi istifa etmesine neden olur. Dilekçenin altındaki imza Maarif Vekili Hamdullah Suphi Tanrıöver’e aittir. Bu çok sevdiği arkadaşının istifa dilekçesini imzalayacak olan da gene odur.

Hamdullah Suphi’nin tüm ısrar ve açıklamalarına rağmen verdiği kararı değiştirmeyen Sakallı Celal şöyle der: “Bak
Hamdullah. Meşrutiyet ilan ettik, olmadı. Cumhuriyeti getirdik, gene olmadı. Bir de ciddiyeti denemeye ne dersin?”
Ankara’dan İstanbul’a dönen Sakallı Celal, 1928’de Aydın’daki bir incir fabrikasına baş makinist arandığını duyar ve bunun için başvurur. Sonrasında Aydın ve fabrika yaşantısı başlar. Uzun yıllar kaldığı Aydın’da gene yalnız bir yaşam sürer. Mutlu hisseder kendini, bir evi vardır artık ve çalıştığı bir işi. Fakat maaşını, fabrikada çalışan ve parası olmayan bir işçiye vermesi büyük söylentilere neden olur ve ‘komünist olma ihtimaliyle’ polis tarafından evi aranır. Bu olay sonucu Aydın yaşantısı da yavaşça belirler sonunu. Daha sonra hiçbir zorluk görmese de Aydın artık onu taşıyamaz. Döner.

Ankara’ya dönüp bir süre yaşadıktan sonra tekrar İstanbul’a dönen Sakallı Celal, Üsküp’te öğretmenlik yaptığı dönemde öğrencisi olan Kazım Taşkent’e, iş konusunda yardımcı olup olamayacağını sorar. Daha sonra Kazım Taşkent’in büyük yardımını görür ve hayatının sonuna kadar İstanbul’da yaşar.

Ölümüne kadar, Kazım Taşkent ve Münevver Koral sayesinde kira ödemeden İstanbul’da yaşayan Sakallı Celal, bu yardımlar karşılığında devamlı bir şeyler yapmıştır. Hiçbir zaman, en ufak bir yardımı bile kabul etmeyeceğini bilen dostları, yardımlarını ufak işler ayarlayarak kabul ettirebilmişlerdir. Soyadı konunu çıktığında “Yalnız” soyadını alan Sakallı Celal, hep yalnız yaşamış ve doğduğu şehirde gene yalnız bir şekilde 1962 yılında ölmüştür.
Ölümüne yakın bir zamanda İlhan Şevket’e söylediği söz, Sakallı Celal’in tüm hayatını ve arzuladığı huzuru anlatır gibi: “Fener Burnu`na kadar uzanayım dedim. Yürüdüm gittim. Etraf yemyeşil. Bembeyaz badanalı bir fener. Kendi kendime düşünmeye başladım.(…) Şu fenerin bekçisi yapsalardı beni ne kadar rahat ederdim! Belli saatlerde feneri yak, söndür. Karışanın görüşenin yok. (…) Üstelik bir işin de var. Üç kuruş para veriyorlar ve hak ediyorsun bunu. Gemiler gece karanlığında senin yaktığın fenerle yollarını buluyor. Bir sıfatın bile var: Fener Bekçisi Celal’sin ve karanlıktakilere yol gösteriyorsun! Az bir şey mi bu?”

Özensiz giyimi ve uzun sakallarıyla, koltuğuna sıkıştırdığı Fransızca gazeteleri ve çantasındaki kitaplarıyla aramızda dolaşan ve bir efsane halini alan Sakallı Celal, ‘yalnız’ olmadan önce sadece Celal’di. Banyo yapmayı sevmeyen, ama mikroba bulaşmamak için tokalaşmayan ve kapı kollarına dokunmayan bir Celal; konuşurken karşısındaki insanın yüzü ile kendi yüzü arasında eline aldığı gazeteye tutan bir Celal; Paşazade olarak ömür tüketmek yerine, kendi emeği ve ilkeleri ile bir şeyler yapmak isteyen bir Celal, uzayan sakalının her santim inde bir başka zamana uzayan bir Sakallı Celal.

Sakallı Celal, hep yalnız değildir. Köklü bir aileye mensuptur ve etrafında her zaman görüştüğü akrabaları ve dostları vardır. O zamanın İstanbul’unda oldukça meşhur bir kişidir. Etrafındaki herkesten saygı gören, görüşlerine değer verilen ve çekinilen bir insandır Sakallı Celal. Çok rahat bir yaşam sürebileceği halde, kolay olanı seçmemiş ve bunun için yaşamıştır. Kimseden çekinmemesi, doğru bildiğinden dönmemesi, ilkeleri doğrultusunda yaşaması ve onuru için ayakta kalması onu usulca yalnızlığa itmiştir.

Başlarken, insan neden yalnızlaşır sorusunun yanıtı, Sakallı Celal’in hayatında kendini gizlemeden ortaya çıkarmıştır. Yalnızlık her zaman bir tercih değil; aksine çoğu zaman kişinin bir kenara itilmişliğidir. Sakallı Celal her ne kadar kendi soyadını kendi belirlemiş görünse de, gene de bu masum ve biraz mistik bir düşünce. Celal’in, Celal Yalnız oluşu ve Sakallı Celal’in daima “yalnız” oluşu; birbirine ilişik gibi dursa bile; aslında onları bir araya getiren gene biziz. Bir araya getirip zorla birbirine karıştıran, bir kenara iterek bir kılıfın içine sokmaya çalışan ve ardından anlamak yerine bir ‘mit’ haline getiren biz.

Evet, Sakallı Celal bir mittir. Bunu gerçekleştirense biziz. Sakallı Celal’in, ölümünden sonra geriye bıraktığı herhangi bir şey yoktur. Sadece belirli sözler ve bu sözlerin bir aforizma gibi algılanarak kulaktan kulağa yayılması. Yaşarken yalnızlaştırılan bir insan, öldükten sonra da yalnızlığa gömülmek istenmiştir adeta. Orhan Karaveli’nin yazmış olduğu ki bu yazıya kaynaklık eden; “Sakallı Celal” adlı kitap, ona dair elimizde tutabildiğimiz tek şeydir.
Yusuf Atılgan’ın o efsanevi “Aylak Adam”‘ gibidir Sakallı Celal. “Korkuluksuz bir köprüde” yürümeyi hayal eden, tutunacak bir şeyler arayan ama asla ‘aman’ demeyen. Yada Coleridge’in “Yaşlı Gemici”si gibi ‘yaşamak cezasına’ çarptırılan bir günahkâr. Kim bilir; belki de zamanın bir ‘Don Kişot’u.

Kaya Tanış
İZDİHAM
 
Kaynak: K