18 Nisan 2021

İstanbul hikâyeleri: Istakoz Efendi

ile izdiham

“Nerelisin” sorusu bana hep biraz garip gelmiştir. İnsanların sohbete girmek için sordukları ya da birbirini tanımayan insanların birbirlerini biraz daha tanımaya çalışmak için sordukları basit bir cümle. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde okuduğum yıllarda girişteki memur sormuştu. Sanki öğrenince bir şey değişecekmiş gibi. O sırada nedense okula fotoğraf makinesi alınmıyordu. Sebebini artık bilemem. Ben de memura “Heybeliadalıyım” demiştim. Hem zaten memur adalı olsa tanış olurduk. Adalı olmadığını bildiğim için de konuşacak ortak bir şeyimiz olmazdı diye düşünmüştüm. Çünkü derse geç kalmıştım, elimdeki fotoğraf makinesi, bu zekice cevabım sayesinde gün sonuna kadar girişte rehin kalmıştı…

Oysa Ankara doğumluydum ama adalıydım bir şekilde. Kendimi bildiğimden beri adadaydım. İlk kar yağışını, ilk güneş açışını orada yaşadım, ilk ilkbaharıma orada girdim, ilkokulu orada okudum, ortaokula ve liseye oradan gittim. Yüzmeyi, dalmayı, balık tutmayı, bisiklete binmeyi, karıncaları izlemeyi, kedileri ve köpekleri sevmeyi, martıları ve kargaları izlemeyi orada öğrendim. İlk ve en eski arkadaşlarımı orada tanıdım. Sonuçta memleketim neresi sorusuna verecek cevabım net.

Zaten konu da bu değil, babamdan bahsedecektim. Babam da benim gibi Ankara doğumlu. Ama herhalde ona da “Nerelisin?” diye sorsalar o da benimle aynı cevabı verir. Gençliğinde ODTÜ’yü kazanmış ama ailesinin durumu ODTÜ için uygun olmadığından Deniz Harp Okulu’na yollamışlar bizimkini. Bu da Heybeli’de yaşamaya başlamış. Okul bitince yine annemle adada tanışıyorlar, adada kalıyorlar. Annem zaten bambaşka bir hikâye, onu da sonra anlatırım. Rastlantının böylesi: O da Ankara doğumlu bir adalı…

Neyse efendim, bizimki Harp Okulu’nu bitirince haliyle donanmaya giriyor. Mayın tarama gemisinde kaptan oluyor. Ama hâlâ adada. Zaten denizi çok seviyor, her tarafımız sürekli denizlerle çevrili anlayacağınız. İmkân bulduğunda, boş zamanlarında da dalmayı, balık tutmayı çok seviyor babam. Tabii o zamanlarda Marmara ekolojik çeşitlilik olarak çıldırıyor. Köpekbalığından ahtapotuna, denizatından kiloluk pavuryasına, kofanasına kadar herkes orada… Yakalanan balığın fazlası konu komşuya dağıtılıyor, herkes lüfer yiyor. Uskumru filan standart menü. İstavrit çerez niyetine…

Bizimkinin ufak bir teknesi var, dıştan takma motorlu. Arkadaşlarıyla balığa çıkıyorlar diğer adalara. Bir gün kafasına esiyor, tek başına Sivriada’ya gidiyor. Babam atlıyor, dipte devasa bir ıstakoz görüyor. Yani nasıl diyeyim, fotoğrafı da var ama şimdi ben dev diyeyim, siz anlayın. Kol kadar, o ebatta… Babamgil bunu sırtından tutup tekneye alıyor… Tabii ıstakoz yakalanmış, akşam yenecek, nasıl yenir, ne içilir yanında onun hesabı yapılmaya başlıyor teknenin içinde. Babamın keyfi yerinde, gün batımından önce yola çıkma hesabı yaparken bir de bakıyor ki ıstakoz koyduğu livardan çıkmış, teknenin arka tarafındaki benzin deposunun hortumunu kıskacıyla yakalamış kendisine bakıyor…

1600’LER, Rijksmuseum
Şimdi adaları şöyle anlatayım. İstanbul’da denize bakın, hah işte orada gördüğünüz üçgen ada Sivriada. Diğerleri de sırasıyla Kınalı, Burgaz, Heybeli, Büyük… Yani eğer hortum giderse bizimkilerin adaya dönüşü biraz zor. Babam can havliyle ıstakoza “Aman abi yapma yanarım!” diye sesleniyor. Bunun üzerine ne olsa beğenirsiniz. Istakoz, binlerce küçük gözden oluşan zeytin gibi siyah gözlerini babama çevirip “Ben yanarsam seni de yakarım!” diyor. Hem de gayet güzel bir İstanbul beyefendisi ses tonuyla. Babam bu durum üzerine öylece bakıp kalıyor. Kendi kendine “Acaba güneş mi geçti kafama?” diyor. Istakoz elindeki hortumu sallamaya devam ediyor ve kibar bir edayla “Efendim henüz geçmedi, rahat olunuz, lakin beni salmazsanız geçecek, ona emin olabilirsiniz” diyor.

Bunun üzerine babam başlıyor ıstakozla sohbete. Istakoz, babama 120 yıldır Marmara’da yaşadığını anlatıyor. “Buralar çok güzeldi çok, gelen dönmek istemez, kalan gitmek istemezdi” diyor. Marmara’nın dünyadaki en güzel denizlerden biri olduğunu eşten dosttan ve yunuslardan duyduğunu anlatıyor. Ahtapotlarla arasının olmadığını ama onlara da çok saygı duyduğunu belirtiyor. “Çok zeki hayvanlar gerçekten de. Denizler âlemindeki en zeki düşmana sahip olmak istemezsiniz” diyor ve uzaklara bakıyor. Sonra babama dönüp, “Biz ahtapotlarla güç bela uğraşırken bir de siz geldiniz. Ses çıkartan kabuklarınızla her yere ulaştınız, çoluk çocuk demeden, bazen doymak için değil zevk için bizleri avladınız, metalden ciğerlerinizle erişemeyeceğiniz derinliklerde, kalamayacağınız kadar kaldınız, biz de böyle böyle kuruduk bir avuç kaldık şu âlemde” diyor.

Bunun üzerine babam “Abi için rahat olsun, benden sana zarar gelmeyecek emin olabilirsin, istersen kendin tekneden çıkmayı dene, istersen ben seni suya bırakayım ama ne olursun o elinde tuttuğun hortumu bırakıver” diyor. Istakoz ikna olmuş bir şekilde kıskacını gevşetiyor. “Beni şöyle yandan indiriver bari” diyor. Kendini babamın ellerine bırakıyor, babam da ıstakozu aldığı noktanın yakınına bırakıp motoru çalıştırıyor…

Ondan sonraki senelerde babam fırsat buldukça Sivriada’ya gidip ıstakozun olduğu bölgeye envai çeşit yem bırakıyor. Dediğine göre de iki kez tekrar karşılaşmışlar ama ondan sonra hiç haber alamamış kendisinden.

Bu olayların geçtiği zaman 1970’li yılların ortalarıydı. Şimdi bırakın ıstakozu, denizde yengeç bile gördüğümüzde seviniyoruz… Kim bilir, belki Sivriada’da hâlâ birileri vardır, belki bir gün biz de onlarla karşılaşırız.

Kaan Sezyum

İSTdergi

İZDİHAM