11 Mart 2016

Dilek Aydın, Açlık Üzerine

ile izdiham
Dilek Aydın, Açlık Üzerine
Knut Hamsun’un Açlık kitabını okuyanınız, bileniniz vardır. Harika bir kitaptır. Bir de sinema filmi var ve Dilek Aydın, Açlık’ın işte o sinema filmini kaleme aldı.
“Sana sesleniyorum, ey göklerdeki kutsal baba, sen artık yoksun, eğer var olsaydın, cehennem ateşiyle göklerin titresin diye sana lanet ederdim! Sana sesleniyorum, ben sana kulluğumu sundum, sen yüz çevirdin, beni ittin, ben de sana sonsuza dek sırt çeviriyorum, çünkü senin iyilik ve acımadan haberin yok!”
Umudu tükendiğinde böyle seslenir Tanrıya açlıktan öleceğini düşünen -ve hatta ölmek üzere olan- yazar. Çünkü Tanrı onu sevmez, tanrı onun iki saat daha yaşamasına izin vermeyecektir. Oysa elinde küçücük kalan, yenileyemediği kalemiyle bir hayat yazmıştır kendine, iki saat sonra editör bu hayatın can verdiği çizgileri okuyacak, beğenerek yayınlayacak, böylelikle midesine bir şeyler girecek, belki başını sokacağı bir oda bulacaktır. Ve sonuçta O da diğerleri gibi saygı görecek, mutlu bir insan olacaktır.
Gözlüğünü, ceket düğmelerini işe yaramayacaklarını söyleyerek almayan rehincinin kapısından başı dik geçecektir. Görünenler dünyasına yeniden girecek, küme düşmeyecektir. Oysa şimdi gelgitleri sırasında inananları, evi, işi, en önemlisi yiyecek yemeği olanları hakir görmeye başlayan biridir, onlar tanrının köleleridir, O ise tanrıyla arasına mesafe koymuştur. Kimin koyduğu tartışılabilecek bu mesafe yalnızca tanrıyla değil diğerleriyle de arasındadır öte yandan. Bazen gülümseyerek selam verirken etrafına, bazen bir kasaptan yalan söyleyerek aldığı, üzerinde et kalmamış kemik parçasını kemirdikten sonra başını duvara yaslayıp isyankar gözyaşlarına boğulur.
Cevabı bilinen ama yüksek sesle söylenmekten kaçınılan, cevapları duyulduğunda acı veren sorular yumağıdır çoğu zaman hayat. Çok açıktır ki herkes şanslı doğmaz, kimi eline geçen fırsatları değerlendiremez, kiminin fırsat kelimesiyle uzaktan yakından ilgisi olmaz, olamaz. Kısır döngünün kırılabileceğine inanılan o kritik noktalardaysa küçük küçük engellere takılıp düşmek an meselesidir, mum olabilir ama kibrit yoktur, sonuç olarak ışığa ulaşmak hiçbir zaman kolay olmayacaktır.
Bazen bir şeyler en baştan belirlenmiştir ve değiştirmeye gücü yetenler bellidir, gerisi ise boşlukları doldurur. Diğerlerine, yanlarından geçerken haline şükretmesi gerektiğini hatırlatmaktan ibarettir dünyadaki görevleri. Öyle heybetli görünemediklerinden olsa gerek ne kadar çabalasalar da dikkat çekemez, hep bir köşede, aynı köşede, herhangi bir nesneden algılanım olarak farksız ama işlevsel olarak değersiz “yaşar”lar. Dünyanın adalet terazisi kim bilir belki bir gün tartar da diğer tarafa geçebilirler umudunu taşırlar, bilmem değiştirebilen olmuş mudur döngüyü?
“Sana sesleniyorum, biliyorum ölmek zorundayım, ölüm gözlerimin önünde durduğu halde yine de seninle alay ediyorum ey göksel apis! Sen bana karşı zor kullandın, ama benim felaketler karşısında boyun eğmeyeceğimi bilemedin! Bunu bilmen gerekmez miydi? Benim yüreğimi yoksa uykudayken mi yarattın?”
Yalnızca açlığıyla değil gururuyla da savaşır. Rehine dükkanına verdiği yeleğinin parasını bir dilenciye verdiğinde haline bakıp parayı almak istemeyen dilenciye öfke dolar, binbir hakaretle, bağırarak parayı bırakıp gider. Oysa dükkana dilenci değil, kendi için rehin bıraksa açlıkla savaşını biraz daha erteleyebilecektir. Dalgınlıkla kendisine, ödemediği paranın üstünü veren bakkala tepkisi de farklı olmaz. Önce şaşkınlıkla aldığı parayı ertesi gün yolda sürekli gördüğü dul bir kadına vererek bakkala gidip tüm bunları öfkeyle anlatır.
Fizyolojisiyle psikolojisine dair savaşın ilk raundunu kazanan bedeni ertesi gün maneviyatı tarafından hor görülmüş, yok sayılmıştır. Rüyalarına giren ekmek kavgasının inadına inançlarından ödün vermez. Bir gece tesadüfen ağzında bir kemik parçasıyla kaçan köpekle rüyasında rekabete girişse, kendini bir şekilde onunla özdeşleştirse de gerçekte yediği hiçbir şeyi kabul etmiyordur zaten midesi. Belki nasıl sahip olduğunu, yemek için verdiği savaşları hatırladıkça aklı bulandığından, belki günlerce bir şey girmeyen midesi artık yemeyi kabul etmediğinden, ufacık bir şey yese, biraz yediklerini biraz yaşadıklarını kusar.
Bir taraftan seçimler yapılır her daim. Ne yaparsanız yapın önce karar vermeniz gerekir. Ya kendiniz olmaktan vazgeçer, sizi siz yapan değerleri hiçe sayarsınız ki, zaten onlar böyle bir durumda hiç var olmamıştır ya da çıkışı olmayan büyük bir ruhsal labirentin içinde kaybolmayı göz alırsınız. Yaşamak karın doyurmak mıdır, maneviyatı doyurmak mı? Günde üç öğün yemek yiyebilmek midir şans, bunu yaparken boyun eğmemeyi başarabilmek mi? Her şeye rağmen nefes alıp vermek mi tercih edilesidir, kısacık bir ömür sonrası gözlerini kaparken hayata, kendinden memnun olabilmek mi?
Önümüzde, bir adım ilerimizde duran, fizyolojik nedenlere dayanmayan deliliğe dair incecik çizgiyi geçmemizi sağlayacak tetikleyici bir şeyi, herhangi bir şeyi bekleriz diğer tarafa geçmek için. Bu yüzden kontrol kişinin kendisindedir. Söz konusu kahraman da gidip gelmektedir çizginin iki tarafı arasında. Ya da bir şekilde çizginin üzerinde yürür de ne tarafta olduğuna veya olmak istediğine karar veremez hatta böyle bir tercih durumunda olmak gibi bir durum da söz konusu değildir O’nun için. Ya da diğer tarafa çoktan geçmiştir ama bilincinde değildir. Belki de aslında doyma sınırını aştığından artık ne geriye dönebiliyor ne ileri gidebiliyor, olduğu çizgide bir ileri bir geri yürüyüp duruyordur. Bir yerden sonra artık bilinç kaybolur, yapılan hiçbir şey sağlıklı değerlendirilemez hale gelir. Eğer bir şey yapılabiliyorsa tabii.
“Sana sesleniyorum, bütün varlığım, içimdeki kanın her damlası, seninle alay ettiğim, senin iyilik ve acınmalarının içine tükürdüğümden dolayı sevinmektedir. Şu saatten tezi yok, senin bütün yaratıklarından, senin bütün varlığından yüz çeviriyorum! Eğer bir daha seni düşünürlerse düşüncelerime lanet edecek, bir daha seni anarlarsa dudaklarımı parçalayacağım!”
Yine de kendince Ylajali adını verdiği sevgilisine hayatın muhteşem olduğu yalanını söyleyebilir, aslında kendini de inandırdığı bir yalandır bu. Ya da inandırmak istediği… Nitekim aşk da uzun sürmez. Birkaç gün sonra yolda başka -zengin- bir adamla gördüğü sevgilisine selam verirken aklından geçenler bambaşkadır. Aslında Ylajali yerlere kadar eğilip selamlamıştır O’nu. Bir gün bu olacaktır belki, insan biraz hayal, biraz gerçektir. Ama yaşatan genelde hayal kısmıdır. Aşk da böyle tek gecelik, bir anlık bir heyecandan ibarettir zaten. Belki de yalnızca heyecan duymaya yenik düşen bedenlerin doyurulması ya da bu örnekte olduğu gibi doyurulmaya çalışılmasıdır.
Hayal edilen sevgilinin aklına ya da olması gereken hayatına aç bir yazardan çok daha fazlası gerekir. Aç yazarla yalnızca bir kaç gün, birkaç saat ruh okşanır ama cebi dolgun bir “beyefendi” ömürlüktür. Bu kişinin tercihi değil, toplumun dayatmasıdır. Ve meydan okumaya cesareti olmayan çoğunluk güvenli bir yaşamı heyecana her zaman tercih edecektir. Bu yüzden diğer tarafta kalan, sınır çizgisinde olduğu yerde sayanlar muhtemelen hayatlarınca yalnız kalacaktır. Yine de çeşit çeşit savunma mekanizmaları yardıma koşar. İncinen gururlar hemen onarılır, başlar dik tutulur. Ya da olan biten yok sayılır, ileride üzerine çullanmak üzere beynin bir köşesine kilitlenir.
“Sana sesleniyorum, gerçekten var isen, yaşarken de ölürken de son sözüm hoşça kal demek olacaktır. Şimdi gidiyorum…”
Geldiği son noktada bağırarak ilan eder durumunu: “Bitti, her şey bitti bayanlar, baylar!” Biten yalnızca umuttur oysa, umut bizzat kendisini yaratanın ellerinde parça parça edilip sokağa saçılmış, artık o noktaya getirenlerin çok da önemi kalmamıştır. İyi günlerin geleceğine dair inanç terk etmiştir bünyeyi. Yoksa hayat nefes alıp vermekten ibaret olsa beden yaşamaya devam etmektedir. Çığlıklar da yalnızca etraftan geçen birkaç kişi tarafından duyulup, akşam orada burada anlatılacak bir deli hikayesi olmaktan öteye gitmez. Anlaşılmayan ya da anlaşılmak istenmeyen, yaşayana münhasır, yaşayanın daracık sınırlarında hapis kalacaktır sonsuza dek. Oysa insan denen şey o kadar da karmaşık, tür özelliklerini yansıtmayan bir yaratık değildir. Elle tutulanlardır farklılığı yaratanlar. Ama öyle de önemlidir ki ele gelenler, diğerlerini yok saymayı meşru kılar.
Ve umut yine bir gemiyle yola çıkar, aslında yola çıkan umut mudur, vazgeçen beden mi bilinmez ama yolculuğun sonu muğlaktır her zaman olduğu gibi.
Not: Norveçli yazar Knut Hamsun’ın 1890 yılında basılan aynı adlı kitabından 1966 yılında uyarlanan filmin yönetmeni Henning Carlsen ve yazara can veren oyuncusu Per Oscarsson’ın iş birliği filmi de tıpkı kitap gibi işte böyle ölümsüzleştirir.
İZDİHAM
Haşiye: Dilek Aydın bacımız sinemadefteri’nde yazıyor.