28 Mart 2021

Aytuğ Akdoğan, İzdiham’a Konuştu: “Ben Bilmektense Hissetmeyi Tercih Ederim”

ile izdiham

Aytuğ Akdoğan 1992’de doğdu. Yazar, ilk defa henüz on yedi yaşında çıkarttığı ve Erdal Eren’e ithaf ettiği “Ben Hep 17 Yaşındayım” adlı deneme kitabıyla isminden söz ettirdi. Ardından düzenlemesi ve arka kapak yazısı küçük İskender’e ait olan “Ağladı ve Gözyaşlarını Öptüm” kitabıyla çok satanlara girdi. Bilgi Üniversitesi’nde sinema okuyup kısa filmler çektikten sonra, Babala Tv ve Flu Tv isimli Youtube kanallarında edebiyat programı yapmaya başladı. Diğer kitapları ise: “Ben, Hiçbir Şey” , “Duvar” ve “Sürgün”

İbrahim Varelci: Sizi ilk önce kitaplarınız vesilesiyle tanıdım. Genç ve cesur bir kalem dedim. Sanırım yazı hayatına başlamanızı sağlayan en önemli etken cesarete atfettiğiniz anlam olsa gerek. Cesaretle mantığın birlikteliğini nasıl sağlıyorsunuz?

Aytuğ Akdoğan:  Bir bankacı ya da mühendis olsaydım cesarete ihtiyaç duymazdım sanırım. Hayalci değil rasyonel olur ve işimi en ‘doğru’ şekilde yapmaya çalışırdım. Ama bir yazar olarak, doğruya yanlışla ulaşma dürtüm ve lüksüm var. Bir söz vardı, “Bazen en iyi çıkış yolu, tam içinden geçmektir” diye. Cesaret dediğiniz şey bu noktada giriyor devreye: Daha önce herkesin yürüdüğü güvenli yoldan mı gideceksin yoksa kendi yolunu mu çizeceksin? Ben bilmektense hissetmeyi tercih ederim ve yanlış yola girsem de kaybedecek çok bir şeyim olmadığından, cesur olmak dışında bir seçeneği düşünmedim bile.

İbrahim Varelci: Edebiyat, kültür-sanat ve Felsefe içeriği üreten birçok youtuber olmasına rağmen sizin kadar etkili işler yapan pek yok. Hem bu denli ağır meseleleri ele almak hem de YouTube gibi hızın ve akışın öncelendiği bir mecrada olmak sizi hiç endişelendirmiyor mu?

Aytuğ Akdoğan: Bu endişeye başta çok sahiptim, ancak izleyiciler önyargımı kırdı. İki-üç sene önce çektiğim eski bölümlerle ilgili hala mesajlar alıyorum, halbuki Youtube ‘trend’ üstüne kurulu bir pavyondur; videolar gündelik ya da haftalık olarak tüketilir ve sıradakine geçilip unutulur. Dolayısıyla eski videolarımın dahi her gün yeni izlenmeler alması, edebiyatın Youtube’da bile zamana kafa tuttuğunun göstergesi.

İbrahim Varelci: Anlatım biçimi olarak ironiden ve absürt olandan istifade ediyorsunuz. Bunun bir yönüyle antipati doğurabileceğini de düşündüğümüzde, bu duruma aldırış etmeden doğru bildiğiniz yolda ilerliyorsunuz. Başarılısınız da. Şunu sormak istiyorum: İçinde bulunduğumuz durumun gözler önüne sermek adına bu yöntemleri kasten seçtiğinizi söyleyebilir miyiz?

Aytuğ Akdoğan: Absürt, hayatı en iyi tanımlayan düşünce biçimi bence. Çünkü hayata ve kendimize biraz uzaktan bakabilirsek, göreceğiz ki hiçbir şey salt hüzünlü ya da eğlenceli değil, çünkü her şey trajikomik. Bu yüzden Nietzsche’yi Hülya Avşar’la kıyaslayarak ya da stoa felsefesini İbrahim Tatlıses’le benzerlik kurarak anlatıyorum. Bu tuhaf bağlantıları elbette ironiyle birleştiriyorum, ancak izleyici ironiye aşina değilse algılayamıyor ve algılayamadığı için de saldırıya geçiyor. Oysa benim derdim hem yeni anlatım biçimleri denemek hem de hayatın absürtlüğünü tekrar göz önüne sermek. Neyse ki izleyici alıştı artık bu duruma, eskisi kadar küfür yemiyorum. Gerçi açıkçası, yerken de pek umurumda değildi.

İbrahim Varelci: Hiç reklam yapmadan ve izlenme kaygısı da gütmeden ürettiğiniz videoların ciddi oranda seyredildiğini görmek şöyle düşünmenize sebep oluyor mu? “Demek ki insanlara sunulan fabrikasyon ipuçlarından yola çıkılmış, ezber bilgilerden insanlar sıkılmaya başlamışlar.”

Aytuğ Akdoğan:  Kesinlikle… Televizyon sektörü izleyiciyi küçümsediği için çöktü. “Ne versek izlerler” diye düşünüyorlardı, ama öyle olmadı. Dijitalle birlikte ortaya yeni seçenekler çıktı ve televizyon değişimi reddettiği için tutunamadı. Çünkü artık önemli olan şey büyük stüdyolar ya da prodüksiyon değil, içerik! İnsanlar gözlerinin boyanmasını istemiyor artık, sadeliği ve içeriği önemsiyorlar. İçerikte ise ne anlatıldığından çok nasıl anlatıldığına bakıyorlar. Bu nedenle basit bir cep telefonu kamerasıyla ve 100 liralık bir yaka mikrofonuyla çekilen videolar, ortalama bir televizyon içeriğinden çok daha fazla izleniyor.

İbrahim Varelci: Dostoyevski, Camus, Satre, Kafka, Nietzsche gibi şahsiyetlerden sıklıkla bahsediyorsunuz. Yazı ve düşünce biçiminizi etkilediklerini söyleyebilir miyiz?

Aytuğ Akdoğan:  Söyleyebiliriz… Zaten sanat temelde ne işe yarar? Neden bir tabloya bakakalır, bir şarkıyı art arda dinler ya da okuduğumuz bir cümlenin altını çizeriz? Bizde bir arzu yarattığı, tutku uyandırdığı için. İçten içe duyduğumuz his ve anlam arayışını, bu açlığımızı doyurduğu için. Saydığınız yazarlar bana bunu sağladı işte; yaratmayı, yok etmeyi, sevmeyi ve öfkelenmeyi gösterdi. Dolayısıyla hem yaşam hem de yazı biçimimi etkiledi.

İbrahim Varelci: En sevdiğiniz birkaç yönetmeni söylemenizi istesek?

Aytuğ Akdoğan:  Gaspar Noe’yu severim, Mathieu Kassovitz’i kıskanırım. Woody Allen’ı ve Lars von Trier’i çok beğenirim. Yerli olarak da, Nuri Bilge Ceylan, Tolga Karaçelik ve Fatih Akın’ı eklemek isterim.

İbrahim Varelci: Şiirle ilgilendiğinizi de biliyoruz. En sevdiğiniz şairler kimlerdir?

Aytuğ Akdoğan:  İsmet Özel, Ahmet Erhan, Şükrü Erbaş, Ece Ayhan, Baudelaire, Rimbaud, Rilke… Bunlar en sevdiklerim, en azından şu an aklıma gelenler arasında…

İbrahim Varelci: Sizi ilgiyle takip ediyorum. Videolarınızı izliyorum. Daha çok içerik üretmenizi dilerimJ Ayrıca yeni bir kitap müjdesini ne zaman vereceksiniz okurlarınıza?  

Aytuğ Akdoğan:  Son yazdığım romandan daha iyisini yazabileceğimi hissettiğim an tekrar başlayacağım yazmaya, ancak ondan daha iyi ve yeni bir şey söyleyemeyeceksem de, yazmamayı sürdüreceğim bir 5-10 yıl daha. Ama yakında bir dizi ya da sinema filmi yazacağım. Kimse çekmek istemezse de bir yolunu bulup ben çekeceğim. Üniversitede aldığım sinema eğitiminin hakkını vermek istiyorum artık.

Röportaj: İbrahim Varelci

İZDİHAM