3 Haziran 2020

Ali Asker Barut; Sezai Karakoç, Sabaha Doğru Bir Rüya

ile izdiham

Nadir şiirler takar bizi peşine. Çok ama nadir şiirler. Peşine düşüp gittiğim böyle bir büyük şiir vardır. Masalsı havası ve kelimeleri ile çarpıldım daha ilk anda, ilk okuyuşta. Daha ilk anda borçlandım o şiire ruhumu. Tozdan topraktan ruhumu çıkardığı için, tozu toprağı aralayıp hakikat defterini önüme koyup açtığı için. Ruhu yücelten havası, destansı ses ve atmosferi, büyük ve samimi söylemi ile büyülenip peşine düşüp gittiğim bu bir büyük şiir “Çocukluğumuz” şiiridir. En çok da içimdeki Ali sevgisine denk düşmesinden, en çok da Ali sevgisini ruhumda tazeleyip yücelttiği için. Eskileri hatıra getirip eskileri hatırlattığı için.

Dağa taşa, toza toprağa kapaklanıp “Ali” diye ağlayan o eski kadın ve yaşlı adamları, o eski insanları ve itikatli dünyalarını hatıra getiren ve çocukluğumun geçtiği, ruhumda derin etkileri kalmış o büyük coğrafyanın havasını teneffüs ettiren bu büyük şiir şöyledir:

Annemin bana öğrettiği ilk kelime
Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde

Annem bana gülü şöyle öğretti
Gül, Onun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi

Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus
Ağaçlar ağlardı, gök koyulaşırdı, güneş ve ay mahpus

Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde
Binmiş gelirdi Ali bir kırata

Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından
Asyada, Afrikada, geçmişte gelecekte

Biz o atın tozuna kapanır ağlardık
Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü

Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü
Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman

Ali olmaktan bir sedef her çocukta

Babam lambanın ışığında okurdu
Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık
Fetihlerde bayram yapardık
İslam bir sevinçti kaplardı içimizi

Peygamberin günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık
Bediri, Hayberi, Mekkeyi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık

Mekkenin derin kuyulardan iniltisi gelirdi

Kediler mangalın altında uyurdu
Biz küllenmiş ekmekler yerdik razı
İnanmış adamların övüncüyle
Sabırla beklerdik geceleri

Şimdi hiçbirinden eser yok
Gitti o geceler o cenk kitapları
Dağıldı kalelerin önündeki askerler
Çocukluk güzün dökülen yapraklar gibi

Şiiri daha ilk duyduğumda tanıdım havasını. Hafızamda kalmış çok eski seslerden, hatıra getirdiği eski, çok eski insanlardan, nenemin ve dedemin ah’larından, nenemin yüzünü iyi, güzel kelimelerle övdüğü, yumuşak, lirik bakışlı, herkese merhametli ve vicdanlı Ali’sinden, dedemin, cenk hikayelerinden bildiği, bakışları bile düşmanlarının uykularını kaçırıp onları huzursuz eden “güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman” Cebrail sağında Mikail de solunda duran Hayber’in Haydar’ı, her müşkülde, her zorda elinde zülfükarla her cara yetişen imam Ali’sinden, bir kuşun, sabahın aydınlığı ile penceresinden taş konağın büyük avlusuna telaş ve kanat gürültüleri ile girip altında kanat gürültüleri ve yankıları içinde beni bıraktığı çocukluğumdan tanıdım havasını.

Çok nadir şiirler çağırır bizi. Çok ama nadir şiirler. Çağıran böyle nadir bir şiirdir “Çocukluğumuz” şiiri.

Ali’yi şiirde en samimi anlatan şairin, Sezai Karakoç’un Cağaloğlu’ndaki kapısına bu büyük şiir, Ali ve Cemal Süreya sevgisi çağırmıştı  beni. 10 Temmuz 2011’de. İki gün sonra ise İstanbul’dan ayrılıp Frankfurt’a geri uçmam gerekiyordu. Eski bir hanın giriş kapısında oğlum ve karım ile bir saati aşkın bekleyip sonra han önündeki duran gençlerden gelmeyeceğini öğrenince de buruk ve büyük bir üzüntü içinde “Kader. Görüşmenin vakti şimdi değilmiş demekki” deyip geri eve döndüğümde, görüşmenin gerçekleşmemesine içimden büyük bir “Ah” çekip o şiiri tekrar okuyarak teselli etmiştim kendimi.

Bir rüya gördüm o gece.

Ev gibi bir yerde oturmuştuk karşılıklı. Anlatıyordu, söylediklerinin etkisinde, anlattıklarının tek bir kelimesini kaçırmamak için pür dikkat dinliyordum şairi. Arada iki çocuk daha vardı, biri dinlemiyordu şairi, ama çok sessiz ve saygılıydı. Öteki diğer çocuk önünde konuşuyor, ikide bir şairin konuştuklarının arasına giriyor dikkatini dağıtıyor çeşitli şımarıklıklar yapıyordu. Şairi sinirlendiriyor, rahatsız ediyor diye, çocuğa sert uyarıcı bakışlar atıyordum ben. Konuştuklarının ve şairin üzerimde yarattığı havanın etkisinde olduğum rüyadan uyandığımda anladım ki görüşmenin zamanı gelecek bir zamanda değilmiş, şimdiymiş vakti. Kalktım ve geldim Sezai Karakoç’a. İçerde olan sessiz bir çocuk ve çok sonradan odaya girecek ikinci bir genç ile rüyayı hatırlatan bir atmosferde gördüğüm bu rüyayı anlattım şairin kendisine. Dinledi. Arada başını belli bir ritimde ağır ağır salladı. Yüzünün içinde kederli küçük bir gülümseme ile baktı önce yere ve yüzüme.

Aklımda bunlar ve bu rüya, elimde şairin verdiği toplu şiirler, inmiştim Cağaloğlu yokuşundan aşağı içimde Hz. Ali, Cemal ve Sezai Karakoç adları ve sevgisi ile.

Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde
Binmiş gelirdi Ali bir kırata

Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından
Asyada, Afrikada, geçmişte gelecekte

Bu bir büyük coğrafyanın bir büyük acı, gam ve dert toprağı Anadolu’nun bir büyük geleneğinin ondan ona ondan ona sürüp gelen devam eden bir büyük söz geleneğinin delili bir şiirdir de.

Sırtını dayamış bir büyük geleneğe bir büyük şiire ordan bir Şeyh Galib, bir Fuzuli gibi, bir Pirsultan, bir Kul Ahmet gibi söylüyor, konuşuyor Sezai Karakoç.

Şiiri kapattım burda. İçimdeki yankısının, sesinin peşine düştüm bir müddet.

Seyyidler, rayberler, pîrler dediler: Bu alemde binbir cismi binbir ismi ile var Hz. Ali. Bu isim “adı güzel” Muhammed’in “adı güzel” Ali’ye hediyesidir. Adı bizzat fısıldamıştır kendisi.

Seyyidler, rayberler, pîrler dediler: Bu dünyanın en güzel ismi en güzel iltifatı en güzel ilhamıdır Ali. Ali dersem Haydar, Haydar dersem Ali. İkisi de Ali.

Seyyidler, rayberler, pîrler dediler: İslam defterinin ilk sırasıdır Ali.  Onda Muhammed’in huyu vardır onda Muhammedin lirik bakışı. Dolaşırken Muhammed’in kokusu dağılır ondan geçtiği her şehre, her nesneye ve elini sürdüğü güllere ve bitkilere. Bu isim ne zaman söylense kalbe ve budala ruha heyecan olur.

Seyyidler, rayberler, pîrler dediler: Her nesnede, her güzel cemalde onun cemalinden bir eser bir cemal var.

Seyyidler, rayberler, pîrler dediler:  Düldül, Zülfikar, Ali ismi bir masaldır çocuklara. Her çocuğun temiz kalp defterlerinde Ali lirik bir şiirdir.

Seyyidler, rayberler, pîrler dediler: O turnalar şahı, o Ali-el Mürteza, o Düldül ve Zülfikarı ile geçerken onun yüzünün ve kalbinin ışığı ile aydınlandı yeryüzü, yüzümüz ve kalbimiz.

Dillerinde Ali sevgisi, Ali saygısı seyyidler, rayberler ve pîrlerden ezberli nenem ve dedem dediler:  Ali İslamın en güzel yüzlüsüdür, Muhammed’in yarısıdır Ali. Geceleri bazen Hızır donunda, bazen bizzat  kendisi, toz ve dumanlar içinde atıyla, kederler, acılar, üzüntüler içindeki ümmetine bakıp geçer şu Munzurlarda. Ali’yi  örter ve gizler Şafağın ipek bir örtüsü, şafak atmaya yakın bir saat ve zamanda.

Gün ışığında yüzü Hazreti Hızır’a benzeyen şair “inanmış adamların övüncüyle” dedi: Ali olmaktan bir sedef her çocukta.

Bütün zaman ve mekanlarda, geçmişten bugüne, bugünden geleceğe ondan ona ondan ona devam eden gelen, kiminde gizli kiminde aşikar her şairde bir Ali, her şairin kendinde, kendisinden de gizli güzel yüzlü bir Alisi var.

Sezai Karakoç Neyim mi Olur: Daha ilk anda borçlandım onun şiirine. Tozdan topraktan ruhumu çıkaran tozu toprağı aralayıp hakikat defterini önüme koyup açan yüzü gün ışığında Hz. Hızır’a benzeyen şairim olur.

Sezai Karakoç Neyim mi Olur: İslam kelimesi onun dilinde sadece bir coğrafya değil bir yolun şiir dilinde izahı bir büyük kelimedir. Onun ağzındaki şiir, onun ağzındaki İslam, ruhuma sevinçli bir haber sevinçli bir bildiri olarak gelmiştir. Şiiri yanlış bir yolda yanlış bir sapakta önüme düşen kılavuzum olur.

Sezai Karakoç Neyim mi Olur: Kendini var etmeyi vaad etmiş bir büyük yaralı halkın büyük yalnızlığının şiiri olarak okunur bütün Anadolu,  Acem ve İslam illerinde.  “Yeni dünyanın ilk ustalarından / Benim dünyamın muştucularından” dediği Şeyh Galib’tir ilk ve birinci ustası. Şiiri bir diriliş bayrağıdır onun. İlerde, bir gün gelecekte arkasından bütün ülke ve halk ayağa kalkacaklardır.

Sezai Karakoç Neyim mi Olur: Bir şiir çağırmıştır ona beni. Bir rüya götürmüştür ona beni. Bir büyük cenk hikayeleri havası taşır şiiri. Bu bir büyük acı, gam, dert toprağı Anadolu’nun bir büyük geleneğinin ondan ona ondan ona sürüp gelen devam eden bir büyük söz geleneğinin, şiiri delili, kendisi,kalbi ve ağzı müjdeler dolu sabahlar gibi aydınlık şairim olur.

Ben Sezai Karakoç’un Neyi mi Olurum: Yüzünün içinde kederli küçük bir gülümseme ile baktı önce yere ve yüzüme.Bir ruh arkeoloğudur derler ki doğrudur. Ne zaman şiirini okusam bütün dışarılardan “kar içinde yanan karın” sesini alır, karın sesini duyarım. Şiirim ona bağlı, ben talibi olurum.

Ben Sezai Karakoç’un Neyi mi Olurum: Aynı bir yaralı coğrafyadan, aynı bir iklimden, aynı hasret ile özleminden tanışı olurum. Büyük bir geleneği sırtlamış dün ile bugün, geçmiş ile gelecek arasında bir büyük gelenek olmasından an geçmiş bir büyük medeniyet ile dünya gam ve ah halkının gam ve ah şiiri olan onun büyük şiirinden olurum.

Ben Sezai Karakoç’un Neyi mi Olurum: İçimdeki yankısı içimdeki sesi bunca zamandır dinmemiş, hiç dinmeyen ey şiir, bütün mekan ve zamanlarda şairine aşikar bir büyük Ali sevgisi ile Ali ve Cemalden beni kendisine bir akrabası, şiirine, kelimelerine, bir ırmak kıyısından birazdan geçecek olan “bir Diriliş habercisi” Hızır’ına layık yol arkadaşı kıl ey şiir.

Ali Asker Barut, Edebiyat Ortamı 60

İZDİHAM