26 Mayıs 2018

Rıfat Eroğlu, Hakikatin Aksine Tarih Neden Türklerle Başlamaz?

ile izdiham

Palavracılardan, şarlatanlardan, yalancılardan ve kibirli kişilerden nefret etmeyi meslek edinmiş Samsatlı Lukianos, ikinci yüzyılda tanımlamıştır tarihi: Meseleyi olduğu gibi göstermek. Anadolu topraklarında mayalanan Yunan Lukianos’un nasibine “hak” söylemek düşmüştür. Fakat maalesef tarihi yazanlar mayası tutmamış olanlardır büyük çoğunlukla.

Bu bağlamda tarihin kiminle başladığından çok, tarih yazımını kimlerin başlattığına ve yürüttüğüne odaklanmak gerekir. Emma Marriott’un Bir Nefeste Dünya Tarihi adıyla Türkçeye çevrilen ve ülkemizde yoğun ilgiyle karşılanan kitabında, tarihin Türklerle başlaması bir kenarda dursun, Türk kelimesine rastlamak neredeyse imkânsız. Tarih nasıl yazılamaz, buyurun okuyun.

Kendini diğer insanlarla girdiği ilişkilere göre tanımlayan insan, “öteki” olarak ayırdığı insanları, kendi imajını ön plana çıkaracak şekilde sınıflandırır. İnsanlığını onaylatmak adına, diğer insanları gerektiğinde insanlık dışı göstermekte beis görmez. Bugün dünyada sömürü düzenini ayakta tutan felsefe işte budur. Jean Paul Sartre da “Avrupalı yalnızca köleler ve canavarlar yaratarak insan olabilmiştir.” ifadesiyle bu görüşü açıkça desteklemektedir.

Kendi dışında kalanlara “Doğulu” diyenler, bunu hayali bir coğrafya ile tamamlayıp kendilerini gücün merkezi olarak tanımlamışlardır. Örneğin, ilk sömürge imparatorluğu olan ülkelerden İspanya adına Kristof Kolomb, sürekli batıya giderek Hindistan’a ulaşmayı hedeflemiş ve Yeni Kıta’yı keşfetmiştir. Bugün düşündüğümüzde Hindistan’ın Amerika’nın doğusunda olmasından çok, mesafe açısından batısında olması daha makul bir kavramsallaştırmadır. Ya da günümüzde Doğu’da bile sıklıkla kullanılan ancak artık Batı söylemi tarafından inşa edildiğine emin olduğumuz Uzak Doğu, Orta Doğu gibi kavramları tartışmaya açtığımızda, bu bölgelerin nereye ve kime göre uzak ya da orta olduğu sorularıyla karşı karşıya kalırız. Her tür zıtlığın çirkin, tembel, ilkel, geri, karanlık kısmı Doğulu halklara atfedilmiştir. Dayatılan bu başkalık emperyalistin sömürücü kimliğini korumakla beraber, sömürülenin ait olduğu yerde kalmasını sağlamaktadır.

Toprağın gerçek sahipleri neler olup bittiğini idrak edene kadar, yeni bir bilgi ve söylem her seferinde inşa edilmiş olur. Çok yaygın bir anekdottur: “Hristiyanlar ülkemize geldiklerinde bizim topraklarımız, onların İncil’i vardı. İncil’i elimize verdiler, gözlerimizi kapatıp dua etmemizi istediler. Biz de onlara inandık, beyaz adamın Tanrı’sına yakınlaşmaya çalıştık. Gözlerimizi açtığımızda gördük ki, topraklarımız onların eline geçmiş, bizim elimizde de İncil kalmıştı.” Ya da tarihin en büyük sözlük projelerinden biri olarak kayıtlara geçen Oxford sözlüğünü elinize almayı tercih edebilirsiniz. Kolonyal süreçleri tüm tahakkümcü, köleleştirici, kıyıcı yapısından arındırılmış bir Keşifler Çağı olarak okumak için.

Ötekileştirilen, sömürülen toprakların potansiyel aydınları da düşünülmüştür pek tabii. Onları eşsiz imkânlarla transfer edip, gizli öğretilere uygun şekilde eğiterek, ulusal çıkarlarını entelektüel düzeyde güvence altına almaları gerekir zira. Bu, aydın adına bir fırsat mı, yoksa aydınlanmanın trajedisi mi bilinmez.

Tarihin tezahür ettiği ortam budur. Bir yirminci yüzyıl tarihçisi John Harold Plumb, tarihi yapılabildiği kadar doğru ve tutarlı bir geçmiş yaratmak olarak tasavvur etmiştir. Bütün bu anlattıklarımızın yanında, Plumb’ın ifadesi bile tek başına insanın içine kurt düşürmeye yeterlidir. Kaldı ki adına Batı dediğimiz medeniyet, hangi alanda doğru ve tutarlı olmayı başarabilmiştir?

Yine İngiliz düşünür Roger Ascham, tarihçinin ilk gereksiniminin yanlış bir şey yazmamak olduğunu hatırlatmıştır. Ne tuhaftır ki, bu gereksinim yıllardır doğruların atlanmasıyla karşılanmaktadır. Ve bu tutum, Ascham’ın tespitiyle tezat oluşturmamaktadır.

Giraldo Cintho ise tarihçinin gerçekleri ve olayları olduğu gibi yazdığını, şairlerin ise bunları olduğu gibi değil olması gerektiği gibi gösterdiğini belirtmiştir. Bugün okuduğumuz tarihin şairliğe meyilliler tarafından yazıldığını anlayabiliriz bu görüşle. Ama bizim şiirden iyi anladığımız es geçilmektedir.

Oxford sözlüğünde bulunmaz, göğünde kuş uçurtmayan soruların birincisi:

“Yeryüzüne nasıl dağılmıştır
Tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar?”

 

 

Rıfat EROĞLU
İZDİHAM