2 Mart 2016

Kemal Çeliktaş, Çengelköy Sahili

ile izdiham

Sahil kıyıya vuran dalgaların sesi ile yankılanırken, deniz kokusu yalar geçer yüzünüzü. Martılar sesleri tabloya renk katarken, sahilde tüm heybetiyle koca çınar, bir ibadetmişçesine, huşu ile eda ederler İstanbul’un bekçiliğini. Tatlı bir meltem okşar geçer Çengelköy sahilinde ruhumu.

Bugün olduğu gibi, yağmurlu bir havada, gökyüzünün sigara dumanını andıran gri görüntüsü altında yerimi almış, ruhuma ve duygularıma seslenen denize kavuşuyordum. Yağmurun getirdiği toprak kokusu ayrı bir lezzet bahşediyordu.

Nusret ağabeyin kahvesi huzurun başkentiydi benim için. Çengelköy sahilinde bir koca çınarın yanı başında, elmalı naneli nargilesi, çifte kavrulmuş lokumu, tekke şarabı misali türk kahveleri ile benim için yuvadan farksızdı.

Sigaramın keyfini çıkarıyor bir yandan ufak bir deneme üzerinde çalışıyordum, gazeteye yetiştirmem gereken bir yazı olması ile birlikte, bir türlü dimağımı yazı üzerinde yoğunlaştıramıyordum. Yağmurun cama vurur iken çıkardığı tık tık sesi, kulağımı tırmalarken, kelimeler karmaşık bir şekilde gözlerimin önünden akıp gidiyordu.

Yasak değil idi o zamanlar kapalı yerlerde sigara içmek, daha bir ağırlığı vardı şu kahvemizin, daha otantik bir havası vardı dumanlar arasında. Ortada yanan sobanın çıkardığı çıtırtılar, tütünün yanarken bıraktığı o hoş sesle karışıp tavanda buluşuyordu, kaç kere üzüntülerimi atıp yakmak istedim bu sobada lakin kuru bir hayalden öteye gidemedi hissiyatlarım.

Daha durgundu insanlar zamanında, daha bir hüzünlü, ağırbaşlı, utangaç şimdilerde anlamsızlaştı her şey, çatlamıştı insanların ar damarları, başka bir dünya idi sanki, kıyamet dedikleri biz uyurken kopmuştu da, şu üç beş yılda yeni bir dünyaya açmıştık sanki gözlerimizi. Bu kadar kölesi olmamıştık evrensel kültürün, daha bir özgürdük her ne kadar şimdi özgürlüğün genişlediği lakırdıları tv den bizlere seslensede.

Yağmur iyiden iyiye hızını arttırmış, camı kıracak derecede zorlamaya başlamıştı, derken kahve kapısının hızlı gıcırtısı beni kendime getirdi. İçeriye sonradan öğrendiğim kadarıyla yirmili yaşlarda bir kadın girmişti. Gözleri kömürü andıracak siyahlıkta, saçları ise sanki gözleri ile yarışırcasına daha siyah ve gür idi. Beyaz teni saçlarına tezat oluşturacak şekilde, bir yaz bulutunun beyazlığına haizdi. Hafif tombul elleri soğuktan kızarıp bir hayli şişmişlerdi. Gözlerindeki durgun ve hüzünlüye yakın diyebileceğim bakışta, sanki doğumundan Allah’ın ona bahşettiği bir yücelik vardı. İçeride ben ve yaşlı Nusret vardı ama birden doluvermişti şu kahve hane, üstü sırılsıklam olmuş , bu ıslak saçlar bakanı mısırda rengarenk koku ve yağlarla parlatılmış bir tanrıça saçı izlenimini bırakıyordu. Oldum olası saf, temiz, doğal olan güzellikler beni benden almıştır. Bu genelde şiirlerde romanlarda başıma gelmişti, çokça romana aşık olmuştum bazen bir şiire, öyküye ama bu kez içimden ruhum, duygularım çıkıp ona doğru koşmak istiyordu. Yüzmeyi hiçbir zaman öğrenememiş her daim denizden, o engin duruşundan ürkmüşümdür, sanki yüzme bilmediğim halde boyumu geçen yerlere doğru koşmaya başlamıştım.

Üşüdüğü her halinden belli idi, ufacık burnu kıpkırmızı kesilmişti. Ben kalbime dolan bu Nuh tufanına bakmakla meşguldüm. Nusret ağabey de buda kim ola ki dercesine yüzüme bakıyordu, belli ki beni tanıyordu çünkü bana doğru yönelmişti. Uzaktan gelişini seyrederken, gözlerimde yanma gibi bir acı duymuştum, yürüyüşünden anladığım kadarı ile fazla kilolu değildi, üzerindeki kat kat giysiden bakarak kilosunu anlamak mümkün olamazdı. O kısacık bir iki saniyelik anda aklımdan yüzlerce tahlil geçmiş, bu kadının üzerine yüzlerce hayal kurup bozmuştum, bazı anlar vardır sanki için ömürler sığacak sanırsınız. İşte bu da tamda öyle bir andı, ve benim için ne kadar kutsal olduğunu anlamanızı istiyorum.

-Merhaba oturabilir miyim ?

-Tabi ki buyurun deyip karşımdaki sandalyeyi gösterdim.

-Havada aniden patladı, deyip hafifçe tebessüm etti bir yandan da eldivenini atkısını çözmeye çalışıyordu.

-Kahvenizi nasıl alırsınız ?

-Şekerli olursa iyi olur, size de zahmet veriyorum Yavuz bey

-Olur mu öyle şey ? Nusret abi iki kahve biri şekerli biri şekersiz şekerliye lokumda ekleyiver çifte kavrulmuş olsun. Diyerek hemen söze girdim. Siz beni tanıyorsunuz, hangi vesile ile buraya geldiniz anlamak isterim.

-Yavuz bey bunu söylemenin başka bir yolu yok, siz okumuş, muhafazakar, zaten her şeyin sonunun neye varacağını bilen birisiniz. Size boş ümitler vermek istemem, ben sizin doktorunuzun asistanıyım, anneniz çok yaşlı ve kalp rahatsızlığı var, ona bu haberi vermek iyi sonuçlar doğurmazdı. Üzgünüm en fazla 1 yıllık ömrünüz kaldı. Nusret ağabey tam gülümseyerek yanımıza gelmişti ki haberin etkisiyle oda elindekileri yere düşürdü. Yere düşen kahve fincaları beklide saniyenin yarısı kadar bir zamanda parçalandı, yere akan kahveye dalmış, bu sıvının kararmış parke üzerinde bıraktığı izlere dikkat ediyordum. Kahveye dikkatle baktığınızda yere döküldüğü zaman suyun içinde yüzen tanecikleri görebilirsiniz. Kahve kokusu mekana yayılmış, hafif bir sıcaklık bırakmıştı ayak uçlarımda. İçeride sanki zaman bir anlığına yavaşlamıştı ben hiçbir tepki vermeden, başımı pencereye doğru çevirip yağmuru izlemeye koyuldum.

-Ne güzel yağmur yağıyor değil mi ?

-Evet Yavuz bey çok güzel yağıyor. Benim tepkim onu bir hayli şaşırtmış olacak ki beyaz teni iyiden iyiye soğuk bir mermer halini aldı. Bir iki kez lafa girmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Gözlerinde pişmanlık parçaları görür gibi olmuş lakin anlam verememiştim. Daha sonra cesaretini toplamış olacak ki ağzından bir kelime çıkabildi.  Üzgünüm. Uzunca bir an Nusret ağabey ben ve bu kadın sessizce kaldık, içeride sadece soba çıtırtısı ve yağmurun sesi dolaşmaktaydı.

-Ben müsaadenizi istemek zorundayım. Kahve içinde üzgünüm iyi günler. Dedi ve yangın yerinden kaçarcasına uzaklaştı gitti kahveden, Nusret abi yıkılırcasına yanıma oturdu, elini omzuma koydu nasırlı eli öyle ağırdı ki sanki tüm hayatının yükü benim omzuma iniverdi sandım. Bir kez yutkundu, bir sigara yaktı derin bir nefes aldı, kömür kokan sigarasından.

-Hepimiz elbet ona döndürüleceğiz dedi. Ölüm her ne kadar korkutucu ya da bir son olarak gözükse de, inanç denen duyguya sarılırsanız, bir anda basit bir hal alabiliyordu. Ölümden sonra ne olduğu, olup olmadığı önemsizdi, eğer duygularınız ve inançlarınız, insani duygularınız varsa ölüm yaşamın içerisinde bir ayrıntıdan, belki geride kalanlara özlemden öteye gitmeyecek bir eylemdi.

Haklıydı Nusret ağabey Hakka dönmenin vakti epey yaklaşmıştı, ama bir damla olup deryama kavuşmadan terk edip gidemezdim şu dünyayı. İçimde artık öyle fikirler dönmeye başlamıştı ki annem ne yapacaktı, dine yönelmem gerekti, elimde din dışında hiçbir şey kalmamıştı, doğduğum günkü kadar durgun ve bilgisizdim sanki, tüm o inanç üzerine tartışmalarım, yazılarım yok olup gitmiş, elimde dayanacak, tutunacak tek bir ihtimal kalmıştı. Yaşamın olduğu sürece varlığı sorgulanamayan tek gerçek, kişisel doğrularımızdan bahsetmiyorum, ayırt etmeden milyonlarca yıldır varlığını sürdüren tek gerçek ile karşı karşıya gelince, tek bir ihtimaliniz kalıyordu. Ölümün soğuk nefesi ensemdeydi artık. Bir anda aklımdan bambaşka bir düşünce geçti, şu doktor asistanı şu kara saçlı kadın, insan ölümünü garanti altına aldığında bile arzular peşini bırakmıyordu. Ne kadarda aşka karşı hırslıydık, ne kadar aşk delisiydik böyle.

Ama şu asistan, demek ki düşünceli birisiydi, demek ki şu boş kalpli, hatta kalpsiz, sadece paraya tapan insanlardan değildi. Çıkmıyordu ki aklımdan, sanki kanser ciğerlerimde değildi de o gelince beynime yerleşmişti. Hastalığımda oydu şifamda, şimdi ben ne yapacaktım?

Bir yandan aklımdan iyi yanlarını geçiriyordum şu ölüm haberinin. Artık sigarayı bırakmak gibi bir derdim kalmamıştı, bu iyi bir şeydi, eve geldiğimde annem yine uzun uzun sarıldı bana, nasılda şefkat ile bakardı, başka bir sevgiydi şu annelik sevgisi. En çokta anneme üzülüyordum, ben gidince ne yapacaktı yalnız başına, kimi kimsesi de kalmamıştı ki. Şu hastalık nasıl da gelip beni bulmuştu, başka kimsemi yoktu şu dünyada, bugün ölebilirdim, bu gece ölebilirdim, yarın sabahı göremeyebilirdim bu nasıl pislik bir düşünce. İnsan ölüm gününü bilmemeliydi önümde kalan bir ayı böylesine boşlukta manasızca yaşayacağıma öleceğimi bilmeden yaşasam ne olurdu ki. Yine insanlar şu teknoloji denen, tıp denen, kandırmaca oyunlarından bir şeyler öğrenip, kendi hayatlarını kendileri karartmaya devam ediyorlardı. Son bir yılım kalmış, söylemeyin kardeşim, bırakında bari son yılımı doğru dürüst yaşamaya devam edeyim. Beni arafa atıp çekip gitmeyin. Ölümün verdiği korku ve bir yandan da huzur ile, daha fazla dine yönelmeye çalıştım, ancak bana dürüst gelmedi bu yaptığım ve ne kadar dindar isem öyle devam ettim hayatıma, ölüm günümü beklemiyordum, gün de saymıyordum. Hatta kurumuş olan dimağım açılmış, ölmeden önce bir şeyler daha yazmak, bir iki insana daha faydalı olabilmek, belki de bir hayır dua fazla almak için daha fazla sarıldım kalemime, beynimin tüm tozlu raflarını indirip, hepsini kaleme aldım.

Şuan 2014 yılındayız ve ben 45 yaşındayım, eleştiri yazısı yazdığım yeni yetme bir kadın yazarmış meğersem bu asistan. Olsun hayatımın 1 ayını karartmış olsa da ben ona aşıktım ve hala aşığım, Çengelköy sahili bir yaz yağmuruyla yine cıvıl cıvıl bir gün geçiriyordu. Nusret akciğer kanseri son 3 ayını sayıyordu.

Kemal Çeliktaş

İZDİHAM