Servet Sena Sorkun, Tatlı Manolyalar, Avrupa Rüyası ve Mekânın Poetikası
“Sonra madem insan kal adında bir beladır
insan dalgın bir belgedir kendiyle hayat arasında
neden eve dönmekten ibarettir hayat?”
(Seyyidhan Kömürcü, Sinem)
Bir yere ait olmanın mümkün olacağına kendimi inandıramazdım. Yolda olmanın verdiği hazzı hayatın tümüne yayabileceğimizi düşünürdüm. Bu yüzden fırsatını bulduğum ilk anda sırasıyla doğduğum evi ve doyduğum yerleri terk ettim. Tecrübe edebilmek, öğrenebilmek, kıyas edebilmek ve daha çok para kazanabilmek için.
Tabii ki yolda birçok şey öğrenme fırsatı buldum, tecrübe ettim, para kazandım. Peki ya kaybettiğim ve artık istesem de ulaşamayacağım hazlar, onların farkında mıydım? İçerisiyle dışarının bağlantısı üzerine kurulu bu düzende ait olduğumuz yeri arayıp bulmak ne kadar mümkün? Tüm bu soruları evimi bulabilmek adına kendime sordum ve sorulardan kaçmayı zamanla bıraktım. Bunu -yolcu olmanın- aslında “herkes gibi olmamak” için yaptığım bir eylem olduğunu çok sonraları, Avrupa’da yaşayıp gezme fırsatı bulduğumda kendime itiraf edebildim. Herkes kimdi? Niye herkes gibi olmamak gerekirdi? Gerekliliği dayatılan, inandırıldığımız hicreti konuşmadan önce yaşadığım uyanıştan birkaç basit örnekle bahsetmek istiyorum.
İlk olarak, Amerikalı yazar Sherryl Woods’un hayal dünyasını yansıttığı eseri, Avrupa rüyasından uyanışıma bir ışık oldu. Tatlı Manolyalar, Sherryl Woods’un aynı adlı kitap serisinden uyarlanan üç sezonluk bir kırmızı logolu internet dizisi. Popüler kültürde alışılageldiği üzere önce diziyi sonra kitabı fark ettim ben de.
Dizi, Güney Carolina’nın Serenity kasabasında yaşayan üç yakın arkadaşın; ilişkiler, ev, aile ve dostlukla ilgili hikayeleri üzerine kurulu. Senaryosunda her yaştan ve ırktan karakteri barındıran, onların sorunlarına değinen, farklı yaşlardaki insanları anlayabilmemizi sağlayan dizi, Amerikan kültürünün iyi yanlarını yansıtıyor. Ayrıca birkaç önemli notu var: Doğduğun yere, ait olduğun kültüre sıkı sıkı sarılmak ve oraya kök salmayı başarabilmenin önemini kavramak.
Bir komşunun önlünü hoş edebilmenin, çocukluk arkadaşlarınla yaşlandığında buluşabildiğin bir köşenin olmasının, bir başkasını anlamanın, ülkeni, şehrini kasabanı terk etmemenin, senin koştuğun sokaklarda çocuklarının da koşabilmesinin kıymetini anlatıyor. Söz ettiğim eylemler aslında ne kadar da kültürümüz ile örtüşüyor değil mi?
Dizide karakterler çok sevdikleri kasabalarını bırakıp şehir merkezine göç etmekten kaçınıyorlar. Evlenmek, para kazanmak, hatta eğitim için bile kasabayı terk etmiyorlar. Buna sosyokültürel ve ekonomik olarak mecbur da kalmıyorlar. O kasabayı evleri olarak görüyorlar. Senaryo öyle huzur veriyor ki siz de kendinizi söz konusu kasabanın sakini olarak hayal etmekten geri duramıyorsunuz. Basit günlerin sevgi dolu döngüsünün içerisinde olmayı diliyorsunuz. O kasaba zihninizde büyülü bir mekân, bir yuva gibi görünüyor.
Fransız filozof Bachelard, “Mekânın Poetikası” adlı eserinde, evin hem zihnimizdeki dağınık hayalleri hem de bir hayal bütününü bize sunduğunu ifade ediyor. Yaşadığımız mekânı yaşamın tüm zıtlıklarıyla uyum içinde nasıl oldurduğumuzu, “dünyanın bir köşesine” günbegün nasıl kök saldığımızı göstermemiz gerektiğini vurguluyor. Bachelard, mekânın anıları koruma kapasitesinin, onun içerdiği hayalî değerlerle yakından ilişkili olduğuna dikkat çekiyor. Mekânın içerdiği anıların, dış dünyadan gelen anılarla farklı bir nitelik taşıdığını öne sürüyor. Ev ile ilişkilendirilen anılarımızın, içsel bir hülya değeriyle yoğrulduğunu ve bunların asla tarafsız bir tarihçi perspektifinden sunulamayacağını ifade ediyor. Aynı zamanda, mekânlar etrafında şekillenen duygusal yoğunlukların, kaybolmuş bir şiirin ifadesi olarak ortaya çıktığını ve insanın içsel dünyasında daima şairane bir yönün mevcut olduğunu vurguluyor. Ben de bu şairane yönümüzün bir mekânı evimiz olarak görebildiğimizde tam anlamıyla öne çıkabileceğini düşünüyorum. Ayrıca bu şairane yönün bizlerde ortaya çıkarabileceği zarafetin tümüne bizden sonraki neslin de ihtiyacı var. Bu yüzden elimizden geldiğince evimizi, ev sayarak doğduğumuz memleketimizi sonsuza dek terk etmemenin gerekliliğini vurgulamak istiyorum. Taşradan çıkıp İstanbul’a, İzmir’e göç etmeyi kastetmiyorum, bu gibi memleket şehirlerine karnımızı ve ruhumuzu doyurmak için göç ediyoruz. Çoğu zaman yeni bir çevre edinmeyi başarıyor en azından yolculuğumuzda kendi kültürümüzü kaybetmemeyi, şehrimize yaptığımız ziyaretlerimizle unutmamayı, unutulmamayı başarabiliyoruz. Tabii ki tüm bunların yanı sıra imkânlar elverdiğince yurt dışına çıkarak deneyimler edinmeliyiz. Bu öğrenme sürecinde fiilen ikâmet etsek de ruhen bir turist olmaktan ileri gitmemeliyiz. Zira Avrupa’da o kültürü benimseyebilmek hem çok zor hem de maalesef hiçbir toplum kollarını açmış biz “Türk”leri beklemiyor. Umarım ben de bu sözlerimle imtihan olmam, fakat gerçek bu.
Son yıllarda sosyal medya hesaplarında pasaportunu paylaşarak; Türkiye bir doktor, -mühendis hâkim vs.- kaybetti Avrupa bir doktor kazandı tarzı gönderiler klişeleşti. Peki, aslında Avrupa’da neler oluyor? Avrupa’daki Türk dostlarla vakit geçirirken öğrendiğim ilk şey üçüncü sınıf dünya vatandaşı olarak değerlendirildiğimiz gerçeği. Türkler -hatta Müslümanlar- her ne kadar çalışkan ve başarılı olsalar da yer yer türlü ırkçılıklara maruz kalıyor, işlerinde istedikleri başarıyı elde edemiyor, Avrupalı arkadaşlardan hayallerdeki ilgi ve alakayı “samimi” bir şekilde göremiyorlar. Türkiye’ye oranla çok para kazansalar da bir akşam iş çıkışı geç saatlere kadar istedikleri kafede arkadaşlarıyla oturup çay içemiyorlar. Dertleşemiyorlar. Saat sekizden sonra şehirlerin çoğu “ölü şehirler” haline geliyor. Bu ölü şehirlerde üst komşunuzun kapısını çalamamanız da her ne kadar basit ve gereksizmiş gibi görünse de yıllar sonra canınızı sıkmaya başlıyor, sonra o sıkkınlık geçiyor. Ne var ki bu aşamada bir bakmışsınız -eğer görebilirseniz- artık siz de ziyaret etmez ve edilmez, kimseye hâl hatır sormaz bir insana dönüşmüş oluyor, çıkarlar dünyasında bir ileri iki geri hayatınızı sürdürüyorsunuz. Öte yandan bu ölü şehirlerin gençlerinin de gündemlerinde ABD’de yaşamak var. Avrupa her ne kadar ilim, tarih, kültür, sanat, edebiyat, felsefe, mimari alanlarında size türlü hazineler sunacak olsa da uzun vadede tabir caizse bunların hiçbiri -fiili olarak doyursa da mental ve manevi olarak- karın doyurmuyor.
Keşfedebilmeyi, birkaç dil bilmeyi kötüleyecek değilim. Fakat Avrupa şehirleri hayal edildiği kadar da “mükemmel” değil. Mükemmel sayılan ülke ve şehirlerin iyi yönlerini bu kadar ‘kutsallaştırmasak’ bulunduğumuz yere ait olabilmekte bu kadar zorlanmayız belki. Türlü vesilelerle göç ediyoruz. Hicrete özendiriliyoruz. Bahsettiğim hicreti bilgiye ve iç huzura doğru ettiğimiz hicret olarak kurgulayamaz mıyız? Bitmek bilmeyen öğrenme yolculuğunda bilinmezlikten bilgiye yaklaşarak da hicret etmiş sayılabiliriz. İnsanın gerçekten hicret etmesi için bazen kendi memleketinde var olmayı bilmesi, kendi koşullarını geliştirebilmesi, okuması, yazması, çalışması ve dostunun hayatına hayırla dokunabilmesi gerekiyor. Bu yüzden afaki bir tavırla gitmeye ve hatta kaçmaya özendirmekten vazgeçmeliyiz. Kendi kültürümüzle ne kadar çok harmanlanabilirsek o kadar güçlü bir millet haline geliriz. Aksi takdirde en nihayetinde o beğenmediğimiz “sistemin kölesi” olmaya mahkûm oluruz. Kendi memleketimize ait hissetmedikçe yeteri kadar gelişemiyoruz, biz gelişemedikçe ülkemiz de gelişemiyor. Tatlı Manolya’lar mekanlarında kalmayı başarabilmiş, evini, komşusunu, ergenini, hastasını, yaşlısını kucaklayabilmişken, biz niye başaramayalım?…
*Sabitfikir dergisi’nin 151. Sayısında yayımlanmıştır.
İZDİHAM
