13 Eylül 2023

Rüveyda Durmaz Kılıç, Görünenin Ardı: İrfana Yaklaşmak

ile izdihamdergi

Kendi argümanlarını güçlendirmek için okuyan aklın aldığı yol, tekrar başa geldiği yoldur aslında. İnsanı aklının ve kalbinin krizlerinden kurtaran yeteneği ise; kıyas yapabilmesidir. Bir fikre, bir davaya, bir kahramana, bir ilkeye bağlanmak büyük konforlar verir insana fakat gerçeği doğrudan kavrayabilmenin imkânı hem inandığınla hem de inanmadığınla tekrar tekrar yüzleşebilmeyi gerektirir. Şüphesiz en zor olanı da bu. “Bir kez yürünmüş bir yolda düşenlerin sayısı çoktur, hedefe ulaşan az” der Nietszche.

Ön yargılı, kınayan, suçlayan, yok sayan, ahlak çavuşluğu yapan, fikir ve idol dikte eden, tek bilir, tek konuşur insanlar bu nedenle veba taşır üzerlerinde. Bu yeryüzüne bakıp neyi duyması gerektiğini hep zorladıysa insan kendisinde; bazen nedenlere değil, anlamlara dönüp bakmak zorundadır çünkü yaşamak zekâ işi. Ne kadar cesursa zihninde, o kadar savunmasızdır yolculuğunda. İçe doğru bitimsiz bir sıçrama, fazlasını sezmeye, yazgılı bir inat. Peki niye?

Bu konuda Derrida ve Baudrillard’ı eş zamanlı okuduğumda kavramları ve zeminleri farklı da olsa ikisinin de işaret ettiği yer aslında görüntülerin ardını okumak oluyor.

Derrida, dil darbesinden bahseder yani yapısöküm. Eleştirel yaklaşımın, analizin, görünen ve gösterilenin gerçek anlamını deşifre etmek ve daha çok şüpheye düşmek. Sesin, sözün ve anlamın rafine edilmesi diyebiliriz buna. Bu yöntem sadece dil-metin incelemesi olarak kalmaz. Ezberin, sınırların, sistemlerin, inançların, alışkanlıkların yapıbozumunu da yapmayı salık verir bize. Bu da kıyas zekasına sahip olmakla ilgilidir. Ayrıca burada kaçınılmaz olarak görecelik ve ihtimaller çokluğu çıkar ki artık her şeye aynı gözle bakamaz insan. Derrida, bolca fark etme mecburiyeti ve belirsizlik duygusu bırakır insanda. Bu tamamen bozmayı göze almakla ilgilidir.

Baudrillard ise hiper gerçeklik, simülasyon kavramlarını koyar önümüze. Daha çok teknolojinin merkezinde ele alınmış olsa bile bu kavramlar, aslında insanın görünene bakma biçimleriyle ilgilidir konu.  Gerçeklik aslında nedir? Duyularımızla kavradıklarımız gerçeklik adına bize ne kadar kesin yargılar verebilir? Kaldı ki metafizik yani aşkın alanının gerçekliklerine dair insan nasıl ikna olacaktır?  Baudrillard, gerçek, her zaman için terörist bir özelliğe sahip olmuştur der. Üzerine düşünmeye başladığımız an, gerçekliğin bizi nasıl terörize ettiğini de böylece fark ediyoruz.

Belki de insan ilk önce kendi yaşam evreni içinde adımlarını atmalıdır. Çünkü insan hayatta yaşadıkları ile ilgili anlamlandırma sürecine girer. Bunun zeminlerini arar, doğru anlamlandırmak için de, birçok literatüre, alana bakmak zorunda kalır. Neyin içindeyse, hangi yerden konum aldıysa ilk anlamlandırmaya oradan başlar. Dindarsa dini metinlerden, felsefi düşünceye yatkınsa oradan başlar sorgusuna. Bazen de sadece doğaya, evrene dönmek de bu hakikat arayışının yollarından biridir. Ama nihayetine insanın bütün haline baktığımızda, insan hiçbir şeyden bağımsız değildir. Bütünlüklü düşünmek avantajlar kadar riskler de verir mutlaka. Günün sonunda hepsi, insanın kendi panoptik  hapishanesi gibidir. Bu kavramın metafizik bir gerilirim yarattığını kabul etmek gerekir. İşin babası Jeremy Bentham. Panoptik, bir hapishane inşa modeli. İç içe geçmiş daireler olarak tasarlanmış ve orta yerinde bir gözetleme kulesi var. Her odada sadece bir mahkûm bulunmakta. Öyle bir gözetleme durumu ve tahakkümü var ki mahkûmun hareketleri, gölgesi hatta içselleştirme dayatması ile mahkûmun düşünceleri bile bu denetimden kaçamıyor. Bu denetim biçimine alışan mahkûm, bir zaman sonra gözlem kulesinin içinde gardiyan olmasa bile, kaçınılmaz olarak gözetim altında olduğuna inandığı için, kulede biri varmış gibi artık kendisini gözetler duruma geçiyor. Sanki 1984 kitabının iz düşümleri gibi bir hapishane.  Otoritenin denetimini içselleştirmiş insan, mahkûmluk rolünden hiç çıkamıyor. Bu hapishane biçiminde teşhir, savunmasızlık, çıplaklık, içkin ve aşkının karmaşası hepsi bir arada.

Asıl trajedi ise mahkûmun beyninde başlıyor. Panoptik tasarımın sıkışmışlığı mahkûmun daha da içine dönmesine ve çıkışı bulmak için bir dış dünya kurgulamasına neden oluyor. Ama gel gör ki; iç dünyaları, aslında dış dünyaları olduğu için bitmeyen kendini bir sobeleme oyununa dönüyor iş. Gerçekliği konuştuğumuz zaman panoptik kavramını sadece mekânsal bir yer olarak konuşmak yanlış olur. Bu kavram içinde her şeyi konuşabiliriz; aidiyetler, kimlikler, varoluşumuz, kader, otoriteler vs. İnsan iradesinin panoptik bir hapsi var çünkü. Her ne kadar gerçek iradeye ve özgürlüğe sahip olduğunu düşünülse de içinde bulunduğu dini, siyasi, tarihi, toplumsal ve ailevi kodlar bir denetim yaratıyor insanda. Bunların dışına tamamen çıkmak belki mümkün değil, peki bunların içinde müstakil bir bilinçle inşa edilmiş yaşam formunu yakalamak ne kadar mümkün?

‘Biri bizi gözetliyor’ yarışmasının, BİR bizi gözetliyor fikrini hatırlatması gibi bir şey. Yaratıldığımızdan beri gözlem altındayız. Kendini dışardan okumanın bilinci kişiye acı mı verir yoksa kişinin varlığını daha da anlamlandırma gücünü mü artırır, bunlar hep tartışılır. Ayetin de bize hatırlatmaya çalıştığı bu olsa gerek: “Şüphesiz sen bizim gözlerimizin önündesin.” Soruların devamı var. Var da tatmin edecek bir cevap var mı? Mahkûmun sesini duymak zor olmasa gerek: “Beni bu dışarıdan çıkarın!”

Ahmet Arif’in şiirindeki gibi bir sanrı yaşamak dediğimiz şey: “Rüya bütün çektiğimiz, rüya kahrım, rüya zindan. Nasıl da yılları buldu, bir mısra dolu maceram.” Çünkü gerçekliği semboller, ikonlar, görüntüler üzerinden deneyimliyoruz. Rüya halini bir ömür yaşamak gibi. Ariflerin “İlim bir perde imiş” dediği ayrımda, bilginin, bilinenin ve hatta tecrübenin bile hayali olarak insanın zihninde asılı kalması mümkün. İnsan, tüm bunların kesiştiği yerde her şeye rağmen anlamlarını bulmak zorundadır. Bilgeleşmeye insan önce kendiyle başlar. Kendi neyse onunla bilir, tanır, tarif eder. Kendi neyse dışındakilere verdiği ilk imajlar da odur. Aklını esnetir, davranışını eğitir, fikrini çoğullaştırır, sözünün hesabını bilir ve tüm bütünlük içinde Tanrıya, doğaya aslında o saflaştığımız yere anne rahmine dönmeye başlar. Tabula rasasını bu şekilde yeniler, kişisel menkıbesini böyle yazar. Aslında bilgeliğin temennisidir Yunus’un özgeleştiği yere yaklaşabilmek. “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun.”

İZDİHAM