16 Ekim 2017

Merve Akbaş, Öğrenci Evlerinde Yazar Dostlar

ile izdiham

Ev arkadaşı olmak zor ama bir o kadar da keyiflidir. Çünkü çoğu dostluğun temeli bu evlerde atılır. Ev arkadaşı olan yazarlarda da durum farklı değil. Aynı evi paylaşan veya bu evlerde tanışan, ilk yazılarını – şiirlerini birbirine okuyan yazarlar ve şairler o günlerin keyifli hikayelerini anlattılar.

 

Zarifoğlu, o sıra, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrenci. Yurtlardan sıkılmış herhal, İstanbul’a dönüşümde, birlikte ev tutup oturmayı öneriyordu mektubunda. Ben de bir tuhafım o günler. Bir ölçüsüzlük görmüştüm bu öneride.

O ara otuz yaşı dönmüşüm. İyi sayılan bir aylığım var. Ne yani, bu çocuk öğrenci hayat koşuluna mı indirmek istiyor beni.”

Cemal Süreya bu hikayeyi Cahit Zarifoğlu’nun vefatının ardından, Temmuz 1987’de Gösteri Dergisi’nde kaleme almış. Zarifoğlu’nun malum sorusunu hepimiz biliyoruz: “İstanbul’a döndüğünüzde sizinle ev tutup birlikte oturabilir miyiz?”

Teklif cürretkar mi, keyifli mi? Bu sorunun cevabı, sorulduğu tarihte iki şair için de farklı. Ama Zarifoğlu ve Süreya’nın aynı evin içinde yazdığını düşünmek bile heyecan verici. Benzeri birçok durumda olduğu gibi…

Aksini söyleyen olmaz: Çoğu zaman dostlukların temeli birlikte kalınan evlerde atılır. Aynı evi paylaşan, bu evlerde tanışan, muhabbeti ilerleten, ilk yazılarını – şiirlerini birbirine okuyan yazarlar ve şairler için kuşkusuz bu dönemler oldukça özel. Adına ister öğrenci evi, ister bekar evi diyelim, durum değişmez. Bu evlerin birçoğunun özelliği de zamanla bir merkeze dönüşmesidir. Misafiri, geleni gideni çok olur. Küçücük salonlar onlarca kişi ağırlar. Dönemin önemli yazarlarının da uğrak yeri olur. Çay demlenir, menemen yenir. Tabi onlarca başka ritüel de vardır.

Öğrenciliğinde veya sonrasında aynı evi paylaşan, ev arkadaşı olan yazar ve şairlere o günleri sorduk. Ali Haydar Haksal, Atasoy Müftüoğlu, Mevlana İdris, Necip Evlice, Arif Ay, Ebubekir Kurban, Hüseyin Atlansoy o günleri anlattılar. Necip Tosun da bizimle öğrenci evinden notlar paylaştı. Hepsinin ortak kanaati, o günlerin kolay kolay unutulamayacağı.

Ankara’da öğrenci evinden bir kare. Nevip Evlice, Hüseyin Su ve Arif Ay.

Ankara’da öğrenci evinden bir kare. Nevip Evlice.

Hüseyin Atlansoy: İntihar İlacı şiirini o evde yazdım

Yurtlar ve öğrenci evlerinde yaşanılan anları ya cennet ya da cehennem biçiminde görmek mümkündür. Kimileri içinse sonsuz bir araf vaad ettikleri de doğrudur. Benim içinse bu evlerin araf durumu hiç olmamıştır. Yurtlarla ilk tanışıklığım 1979 yılında gerçekleşti. Boğaziçi Üniversitesi yurdunda kalır iken Mustafa Özel başta olmak üzere Ufuk Uyan, Yener Sonuşen, Kemal Güler ve daha bir çok kişi ile tanıştım. Tanıştım ne kelime kimileri ile dost oldum. Yüzyıldır görüşemesek de dostluğumuz sürmektedir. Bu dönemde Üsküdar Bülbülderesi’ndeki öğrenci evi de özel bir konumdadır. İlhan Kutluer’den Necat Çavuş’a, Osman Konuk’tan Kamil Doruk’a, Bülent Demirgil’den Süleyman Portakal’a, İhsan Deniz’den Şakir Kurtulmuş’a ve daha nicesine kadar bu evde oturup konuştuk tartıştık halleştik. Ne söyleyeyim bilmiyorum. Ancak şu: İntihar İlacı şiirini o evde yazdım.

Necip Evlice: Kuloğlu sokak saray apartmanı

Ankara’nın ilk apartmanlarının birinin bodrum katındaki çok kötü bir evde başladı öğrenci evi serüvenim. Duvarlardan sular sızıyordu, rutubetliydi ve hiç sıva kalmamıştı âdeta. 12 Eylül 1980 öncesinin o karanlık ve kanlı bir yılını; İncesu, İkinci Dedeefendi Sokak, Ragıp Tanju Apartmanında bazen korku, bazen endişe, bazen ürküntüyle geçirdim. Bütün bunlara rağmen, hamsi buğulama, acem pilavı davetlerimiz, çay toplantılarımız eksik olmadı hiç. 12 Eylül sonrasında, Edebiyat Dergisi’yle ilgilenmem, beni bir anda Edebiyat Dergisi yazar ve şairleriyle aynı evde yaşamaya kadar taşıdı. Cinnah Caddesi, Kuloğlu Sokaktaki daire oldukça geniş ve lükstü. Bu evin abisi Arif Ay’dı. Evin diğer sakinleri; Şaban Özdemir, Ali Göçer, Fuat Altınsoy, Ali Karaçalı, Ali Gemuhluoğlu’ydu. Sonraları gidenler oldu, gelenler oldu.Ankara dışında yaşayan Edebiyat yazarları sık sık gelirlerdi ve biz onları bu evde konuk ederdik. Günümüzün önemli yazarları Turan Koç, Hüseyin Su, İbrahim Demirci, Ali Ulvi Temel, Kamil Aydoğan, ayrıca rahmetli İbrahim Sarı ve Nafiz Büyükcavlak’la da bu evde tanıştım. Bu evin asıl önemi, Nuri Pakdil’in İstanbul’dan her ay Ankara’ya gelişinde akşam yemeklerini bu evde hep birlikte yiyor olmamız ve misafirimiz olmasıydı.

Bu ev, edebiyat dergisinin tüm teknik işlerinin yapıldığı, neyi nasıl yapacağımızın tartışıldığı, yazılarımızı, şiirlerimizi birbirimize okuduğumuz evdi. Şaban Özdemir’le derin felsefî ve ideolojik tartışmalarımızı da bu evde yaptık.

Sonra, Keçiören Cuma Sokak’ta Nuri Pakdil, Arif Ay, Şaban Özdemir’le birlikte kaldığımız öğrenci evini de unutmak mümkün değil. Ayakkabılarımızın içine özel notların konduğu, konuşmadan anlaşabildiğimiz ve yoksulluğun zirvesini yaşadığımız son öğrenci evimiz oldu.

Arif Ay: Evlerimiz fikir kulübü gibiydi

Nerdeyse on yılı bulan üniversite öğrenciliğim bir iki yurtta kısa süre kalış dışında hep öğrenci evlerinde geçti. O yıllarda (1970’li yıllar) bekâra ve öğrenciye kiralık ev verilmezdi; ya hatırı sayılır bir kişiyi kefil gösterirdik ya da bir kız arkadaşımızı yanımıza alarak “Nişanlıyız, yakında evleneceğiz.” numarasıyla ev bulmaya çalışırdık. Bulduğumuz evler de aslında oturulacak evler değildi; apartmanların bodrum katları, havasız, güneşsiz ve rutubetli yerler…

Birlikte kaldığım arkadaşlar genellikle Edebiyat dergisinde yazan arkadaşlardı: Turan Koç, Ali Karaçalı, Necip Evlice, Şaban Özdemir, Ali Göçer, Fuat Altınsoy, İrfan Çevik vs.

1970’li yıllar üniversitelerde sağ sol çatışmalarının yoğun bir şekilde yaşandığı dönemdir. Fakülteler işgal edilir, eğitim sık sık kesintiye uğrar, hemen her gün sağdan soldan gençler öldürülür. Böyle bir ortamda ev bir bakıma sığınaktı. Ben o dönemde (1974-1976) Milli Türk Talebe Birliği Ankara başkanlığını yapıyordum. Daha çok kültürel ve sanatsal etkinlikler düzenliyorduk. Sokak kavgalarından ve çatışmalardan uzak durmaya çalışıyorduk.

arif ay ile ilgili görsel sonucu

Dışkapı’da Ziraat Fakültesi’ne yakın bir yerde bir apartmanın bodrum katında kalıyorduk. Ben, Turan Koç, Mehmet Dursun, Atilla Engür (rahmetli oldu). Bir gün tencerede kuru fasulye kaynıyor, yer sofrasını serdik, tabakları koyduk, birazdan yemek yiyeceğiz. Ben kendi odamda, Turan Koç da kendi odasında dergiye vereceğimiz şiir üzerine çalışıyoruz. Birden bir patırtı oldu, bir grup genç ellerinde tabancayla içeri girdiler. “Bugün burayı boşaltacaksınız, yoksa hepinizi öldürürüz” dediler ve çekip gittiler. İşin şakası yoktu. Fasulye tencerede kaldı ve evi toplamaya başladık.

12 Eylül’e yakın günlerde tüm imkânlarımızı zorlayarak Kavaklıdere Kuloğlu Sokak’ta (şimdilerde Nuri Pakdil’in oturduğu sokak) bir eve taşındık. Kirası bize göre oldukça yüksekti. Geceleri kentin varoşlarından silah sesleri duyulurdu. 12 Eylül’ü bu evde karşıladık. Gece Kenan Evren bildiriyi okumaya başlayınca hemen kitaplıklarımızdaki onların sakıncalı sayabileceği kitapları banyo sobasında yakmaya başladık.

Öğrenci evleri arkadaşlığın, dostluğun, fedakârlığın ne olduğunun öğrenildiği, birebir yaşandığı yerlerdir. Ayrıca yemek yapmak, bulaşık yıkamak, çamaşır yıkamak gibi insanın zaruri ihtiyaçlarını karşılama konusunda insanın beceriler edindiği yerlerdir. Bizim öğrenciliğimizde evler birer fikir kulübü gibiydi. Sabahlara kadar siyaset, sanat, kültür üzerine tartışmalar yapılırdı. Kendimizi topluma karşı sorumlu hissederdik. İdeolojik bir duruş ve tavır içindeydik. Geceler boyu devlet kurar devlet yıkardık. Okuduğumuz şiirleri, öyküleri, romanları tartışırdık. Yazdığımız şiirleri birbirimize okurduk. Dolayısıyla birbirimizin hem ustası hem çırağıydık.

Mevlâna İdris: Merkezde ev değil, kahve vardı

80’lerin sonu hem şairane, hem kaotik, hem de tuhaf biçimde toplumsal grupların entelektüel çatısı için geçişkenli yıllardı. 12 Eylül atmosferinden hem kopuş, hem de bazı biçimlemelerin tamamlandığı yıllar da diyebiliriz.

Böyle bir ortamda her gün bir yerde panel, televizyonlarda açık oturumlar yapılıyor, genel bir arayış çerçevesi toplumsal bakışlara egemen gibi görünüyordu.

Bu hengâmede bizim günlerimiz daha çok Fatih ve Beyazıt çevresinde, özellikle de Beyazıt-Çemberlitaş arasında bulunan Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin çay bahçesine çevrilmiş mekanında (Erenler) geçiyordu.

Mustafa Kutlu, Necat Çavuş, Hüseyin Atlansoy, Cevdet Karal, İhsan Durdu, Murat Yalçın, Beşir Ayvazoğlu, Yusuf Özarslan, Adnan Özer, Birhan Keskin, İbrahim Kiras, Hüsamettin Arslan, Şaban Abak, Kâmil Doruk, Şükrü Karaca, Erol Olçok, Ahmet Demirhan, Ahmethan Yılmaz, M. Ali Verçin, M. Ruhi Şirin, Ali Uğur gibi isimlerin kimi her gün, kimi sık sık mekâna uğruyor ve çeşitli edebî/siyâsî sohbetler oluyordu. Zaman zaman Ankara’dan gelip giden yazar misafirlerimiz de olurdu.

mevlana idris ile ilgili görsel sonucu

İşte bu aşamada Ankara’dan Mavera’nın yönetimi için İstanbul’a gelen Şaban Abak’la Kumkapı’da bir ev tutma fikrimiz doğdu ve o evi tuttuk. İkimizden başka iki hukuk öğrencisi arkadaşımız daha vardı. Ben de Hukuk son sınıf öğrencisi idim.

Doğrusu Şaban Abak’la kahvede uzun uzun yaptığımız edebiyat sohbetlerinin yüzde1’ini bile bu evde yapmadık. Yine kahvede konuşuyor, yazdığımız bir şiir üzerine konuşmayı yine kahvede yapıyorduk.

Şaban Abak, benim hayatta gördüğüm en içten, en coşkulu, en sabırlı insanlardan biridir. Dehşet bir dosttur kendisi. Ondan ne çok şey dinledim ve öğrendim, bitmez.

Daha hiç yayınlanmamış ilk çocuk şiirlerimi başkasınınmış gibi Şaban Abak’a okumuş ve kendisinden şu yorumu almıştım: “Afrika’lı büyük bir şairin şiirlerine benziyor.”

Kumkapı’daki evimize zaman zaman edebiyatçı dostların da geldiği oldu tabii. Herşeyden önce orası Erenler’e yakın bir yer idi ve kahveden çıkıp Gedikpaşa’dan yuvarlanınca kendinizi doğruca bizim evde bulmanız mukadderdi. Ama şimdi nasılsa bir Hüseyin Atlansoy geliyor aklıma. 30 yıl geçmiş.

Evi kahve, kahveyi ev gibi kullanan arkadaşlar yok muydu? Vardı. Ama o yıllarda her şeyimizin ana ekseni sanat ve memleketti. Şimdi ne? Bir araya gelip konuşmalı bunu.

Atasoy Müftüoğlu: Eskişehir’de 35 numara, Ankara’da Şan Apartmanı

Eskişehir’e 1960’lı yılların sonunda, babamın memuriyeti nedeniyle geldim. Geldiğim tarihten itibarın Eskişehir’deki bazı okulları gezerek, oradaki edebiyat öğretmenleri ile tanışarak, kitaba ilgisi olan öğrencilere ulaşmaya çalıştım. Bu vesileyle birçok öğrenci ile bir araya gelme imkanım oldu. O yıllarda Eskişehir Anadolu Lisesi vardı. Orada birçok öğrenci ile temas imkanı oldu. Tanıştığımız öğrencilerle 1971 yılında Deneme Dergisi tecrübesini yaşadık. 14 sayı sürdü, etkili bir dergi oldu.

Taşrada çıkmasına rağmen taşralı özellikleri aşan bir niteliği vardı. O yılın yıllıklarda Deneme Dergisi olumlu yorumlarla değerlendirildi. Sadece Eskişehir Anadolu Lisesi de değil, imam hatip lisesi öğrencileriyle de görüşüyor, onlarla da çalışmalar yapıyorduk. Anadolu Üniversitesi’nden ilk aşaması sayılabilecek İktisadi ve İdari İlimler Akademisi’nin bazı öğrencileri, “Diriliş Grubu” adı altında öğrenci seçimlerine katıldı ve bu bir varlık göstermelerini sağladı. O yıllarda İslami özellikleri ön plana çıkaran çalışmalar yapmak bir hayli zordu. Tabi Haydar Ergülen de, Atatürk Lisesi’nde eğitim gören solcu arkadaşımız da bizimle birlikteydi, dostumuzdu. Nabi Avcı, Ahmet Kot ise Eskişehir Koleji olarak bilinen Eskişehir Anadolu Lisesi’ndeydiler.

Bu öğrencilerin devam ettiği, o günlerde cemaat veya öğrenci evi dediğimiz, daha ziyade 35 numara olarak bilinen bir ev, Postane Sokak’ta 7 gün 24 saat hayata açıktı. Bu ev muhtemelen Sezai Karakoç dışında, o çizginin bütün mensuplarını muhakkak birkaç kez ağırlamıştır. Malum Sezai Bey pek seyahat etmeyen biridir. Rasim Özdenören, İsmet Özel, Nazif Gürdoğan birkaç kere gelip evimizde misafir olmuştur. Genelde, yakın olması nedeniyle Ankara’dan gelenler olurdu. Şakir Kurtulmuş, Mustafa Özçelik, Hüseyin Atlansoy bu eve gelip giden öğrencilerdendi. Hüseyin Atlansoy en genç öğrencilerden biriydi, yanılmıyorsam ilkokul öğrencisiydi.

Diriliş grubu rahmetli Cevat Ülger hocanın öncülüğünde açılan Çay Kafe’de toplanırdı. Buranın giriş katı herkese açıktı. Üst katıysa sohbetler yapılan bir mekandı. Buradan Nuri Akyar ve Cevat Ülger hoca olurdu. Mesai saatlerinden sonra burada buluşup sohbetlere katılırdık. 35 numara yani kültür evi, Deneme Dergisi ve aynı dönemde açılan Gazve Kitabevi o yılların önemli ilkleridir. 35 numarada her akşam, her yaştan ve her kuşaktan, her ilgi alanından insanlar olurdu. Kesinlikle bir hizip havası vermeyen, tüm eğilimlerin nabzını tutmaya çalışan insanlardı. O dönemin koşulları içerisinde dünyanın sanat ve edebiyat gündemini takip etmeye çalışıyorduk. O evin salonunda her akşam en az elli kişi buluşabiliyorduk. Hep birlikte sanat ve edebiyattan konuşurduk. Rasim Özdenören iş nedeniyle Eskişehir’e geldiğinde, evin misafirler için ayrılmış odasında kalır, akşamları da bu sohbetlere katılırdı. İsmet Özel de İslami camiaya ilk açıldığı dönemlerde evde bir hafta kadar kalmıştı.

Çok hareketli, çok güzel bir dönemdi. Hem dergi, hem kitabevi vesilesiyle Türkiye genelinde çok iyi ilişkilerimiz vardı. Mesela Yalova’dan Kamil Eşfak Berki gelirdi. O dönem öğrenci olan Cumali Ünal Hasannebioğlu, Metin Önal Mengüşoğlu, Atilla Maraş gibi isimler hem Eskişehir’le hem dergi ile teması olan sık görüştüğümüz kimselerdi. Aklıma gelmeyen daha birçok isim olabilir. Onlara haksızlık yapmak istemem ama önemli olan bu yoğunluktu. Bir entelektüel bilgi alışverişi ortamı vardı. Kitabevi hiçbir zaman tek bir kesime hitap eden kitapları barındırmadı. Çok renkli, herkese hitap eden, bir o kadar seçici eserlerin olduğu bir yer olarak faaliyette bulundu.

Bu merkezdeki evlerin haricinde ihtiyaç oldukça yeni evler de açıldı. Buralarda kalan arkadaşlar da yine benzer şekilde kendi programlarını sürdürdüler. Bu program dönemin kültürel nabzını tutmak, kültürel hareketlerin mahiyetini, dinamiklerini çözümlemekti. Edebiyat yoluyla kavgaya katılmak, edebiyat yoluyla söylemek…

          YAZARLARIN ŞAİRLERİN BULUŞMA NOKTASI

Eskişehir’de bu evlerden çıkan öğrencilerin bir kısmı İstanbul’a gitti orada Sezai Karakoç ve Fethi Gemuhluoğlu’yla buluştular. Fethi Bey ve Türkiye’nin en önemli psikologlarından Ayhan Songar da Eskişehir’deki evimize zaman zaman gelen isimlerdi. Fethi Bey merak ettiğinden gelmişti. Çünkü kendisi bir yetenek avcısıydı. Yetenekleri ödüllendirmek ve cesaretlendirmek isterdi. Bir bölüm arkadaşımız da Ankara’ya gitti. Ankara’da, Bahçelievler’de Şan Apartmanı’nda bodrum katında bir dairede buluşurduk. O dönemde çıkan bütün dergilere katkıda bulunmak gibi bir sorumluluğu üstlenmiştik. Hatta adı çıkıp kendisi çıkmayan dergilere bile katkı sağladık. Mesela Necati Polat’ın çıkacağı söylenen dergisi için çalıştık ama o dergi hiçbir zaman çıkmadı. Yani o ev de Eskişehir’deki 35 numara gibi bir evdi. Eskişehir’deki 35 numaradaki ev hangi misyonu üstlendiyse Ankara’daki Şan Apartmanı’ndaki daire de aynı misyonu üstlenmişti. Bu defa Ankaralı şairlerin, yazarların buluşma noktası oldu. Abi, üstat dediğimiz isimler de gelir giderdi. Öğrenci evi olmaktan çok daha fazlasıydı. Onun duvarlarında da şiirler okumak mümkündü. Eline bir kalem geçiren bir şeyler yazıyordu. Haydar Ergülen, Ahmet Kot, Nabi Avcı bu evde kalıyorlardı ve bir yandan ODTÜ öğrencisi oldular. Ankara’daki öğrencilerin İstanbul’daki öğrencilere göre daha geniş ufuklu olduğunu düşünüyorum. Sanat ve edebiyata dair herkesle, her kesimle temas halindeydiler.

Necip Tosun – Öğrenci evi günlükleri

03.01.1981, Ankara

Talebe derneklerinden, kitabevlerinden, dost sohbetlerinden oluşan güvenle Ankara’da öğrenciliğimizi yurtlarda değil, daha samimi ve birbirimizi besleyeceğini umduğumuz öğrenci evlerinde kalmayı tercih eden arkadaşlar aynı evde kalıyoruz: Emek Mahallesi, 72. Sokak, İnci Apartmanı’nda 4 numarada oturuyoruz. Tümümüz üniversiteliyiz. Rahmi, Burhanettin, Murat, Muhibbet birlikte kalıyoruz. Yanımızdaki apartmanda ise bir başka arkadaş grubu kalıyor. Orada Mahmut, Mehmet Ali Tümer, Sezai Karataş birlikteler. Arada değişimler oluyor. Ama iki ev tek bir ev gibi. Tümü edebiyatla yakından ilgili arkadaşlar. Rahmi Siyasalda okuyor ve Edebiyat dergisinde yoğunlaşmış durumda. Rahmi grubumuzun edebiyat ateşleyicisi. Sürekli okumamız ve kendimizi yenilememiz konusunda bizi uyarıyor. Rahmi’nin canlılığı ve meziyetleri bizi diri tutuyor. Devam mecburiyeti olmadığı için okula pek gitmiyoruz. Burada okul ikinci işimiz gibi. Evde sürekli okuyorum.

07.01.1981

Evde kalabalığız. Geç vakitlere kadar oturup, şiirler okuduk, kitaplar karıştırdık, yazarlardan, kitaplardan söz ettik. Çaylar içildi, sigaralar yakıldı. Bazen hiç tanımadığımız bir misafir bir başka arkadaşın konuğu olarak gelebiliyor. Bugün fazla misafir var. Önce misafirlere yerlerini bulduk, yatırdık. Açıkta kalan arkadaşlar, ev sahipleri salonda battaniyeden bir yatak yapıp yattık. Portakal kokusu perdelere kadar sinmiş.

Necip Tosun ile ilgili görsel sonucu

14.01.1981

Yine öğleye doğru uyandım. İki gündür evden çıkmıyordum. Ev bomboş. Daktilonun başına geçtim “Niçin Yazarız” başlıklı bir yazı yazıp panoya astım. Ün için mi, kendimizi ispatlamak için mi, başkalarına mektup yazmak için mi yazarız. Elbette yazı kendimiz için değil başkaları için yazılır. Sadece pul koleksiyonunu kendimiz için yaparız. (Onu bile ben başkalarına göstermek için biriktirmiştim. Onları etkilemek ve farklılığımı ortaya koymak için.)

Akşam evde panodaki yazımdan utandım. Ama Rahmi, “harika dostum” dedi. Beğendi mi yoksa göndermelerimi anladı mı çıkaramadım.

17.01.1981

Rahmi Kaya Çubuk’a gitmişti eve morali çok bozuk olarak geldi. Sürekli kendimizi suçluyoruz. Sanki tüm rezilliklerin sorumlusu bizmişiz gibi. Akşam, Bursa’dan iki misafirimiz var. Kenan İnce ve Osman Bayraktar. Uzun uzun Mevlâna’dan, Nietzsche’den, Sezai Karakoç’tan söz ediyoruz. Hiç duymadığım şeyler duydum. Mevlâna Mesnevi’sini niçin Türkçe değil de Farsça yazdı konusu tartışıldı. Kenan İnce bol bol hatıra anlatıyor, sert, rijit biri. Kendisini dinletiyor. Osman Bayraktar ise daha derin ama az konuşan biri. Kenan İnce bağırarak konuşurken Osman Bayraktar neredeyse kendi kendine konuşuyor. Onu duymak için azami dikkat göstermeniz gerekiyor. Ortak vurguları Sezai Karakoç.

19.01.1981

Yayınlanmış tüm gazeteleri bitirdim. Her sabah mahallemizin bakkalı Hüseyin Amca’dan tüm gazetelerden birer tane alıyor, sonra okuyup akşam geri veriyoruz. Öğrenci olduğumuzu bildiği için Hüseyin Amca bizden para almıyor, “akşam fazla yıpratmadan getirin” diyor. Biz de özenle okuyup akşam gazeteleri iade ediyoruz. Evde televizyon ve radyo yok. Dünyayla tek iletişimiz gazeteler. Ama o bile gereksiz geliyor bazen.

Akşam geç saatlerde arkadaşlarla birlikte tek ve biricik elektrik sobamızın etrafında oturup şiir okuduk, sohbet ettik. Sezai Karakoç ve Oktay Rıfat şiirleriyle geçen bir gün. Rahmi ne güzel şiir okuyor. İnsan dinlerken, okumadan farklı duygular yaşıyor. Kelimeleri göremediği için muhayyile, ruhu sanki seslerle ayrı bir yolculuk yapıyor gibi. Anladım şiir daha çok dinlenmeli. Ama her şiirde böyle olmuyor. Bazı şiirler hiç okumaya gelmiyor. Zarifoğlu şiirleri okunurken hiç tat alamıyoruz mesela. Nâzım direk marş olarak yazmış zaten, mitinglerde okunsun diye. Sezai Karakoç’un ise bazı şiirleri okunmaya gelmiyor. Erdem Bayazıt ve İsmet Özel’in şiirleri tam okunmalık.

14.03.1981, Ankara

Tüpümüz yoktu. Elektrik ocağı da yoktu. Evde misafir vardı. Rahmi Kaya ile birlikte tüpü elimize aldık, epey zahmet çekerek tüpçüye gidip tüp alıp geldikten sonra misafirlerimiz uyurken kahvaltı hazırladık. Yol boyunca Rahmi gür sesiyle şiirler okurken elimizdeki tüpü hissetmiyordum bile.

Rahmi Kaya: Siyasala kaymakam olmak için değil burada Sezai Karakoç okuduğu için giren arkadaş.

20.04.1981

Rahmi Kaya, Nuri Pakdil’den gelen dayanışma telgrafını evimizin panosuna astı. Üstad, Emek 42/3 sakinlerine duyarlık için teşekkür ediyor, selam gönderiyor. Çok mutlu olduk.

14.05.1981

Evimizde tüp yok, sağlam bir elektrik ocağımız yok, misafirlerimiz var. Evden erzakları alıp yan komşularda yemek yapıyoruz. Elektrik ocağı bir yanıp bir sönüyor. Akşam yatmadan sütün yarısını soğuk yarısını sıcak içiyoruz. Alta Gracia, Portofino, Rodrigo’nun Gitar Konçertosu…

19.05.1981

Evde Cahit Yeşilyurt ve Rahmi Kaya var. Biri birine tam yetiştiğinde biri konum değiştiriyor biri diğerinin yeni kavuştuğu konuma dönülmesini savunup, kelimeler diziyor diğeri savunmada ve susmada… Cahit Yeşilyurt şair ve Rahmi Kaya üzerinde büyük emeği var. Rahmi’yi şiir ve edebiyata yönlendiren bir anlamda Cahit Yeşilyurt. Rahmi de şimdi bu alanda belli bir mesafe almış. Ama bu kez Cahit Yeşilyurt şairliği reddediyor, şiiri bırakmış ve Rahmi Kaya’yı yeni yönelimine, dervişliğe çağırıyor. Rahmi daha çok savunmada ve Yeşilyurt’a direnemiyor. Çoğunlukla onun sözlerine katılmadığı açık ama susuyor, nezaketsizlik yapmak istemiyor. Yeşilyurt bazen durumu kurtarmak için Rahmi’ye iltifatlar ediyor, gönlünü alıyor, savaşı ve barışı iç içe, bir arada tutmak istiyor.

23.05.1981

Bugün beni Akabe 2’de bekleyen Cemal Şakar ve Kamil Ulubeyli adlı arkadaşları kararlaştırdığımız yerde hazır buldum. Yanımıza Ümit’i de alarak dördümüz Mavera dergisine çıktık. İçerisi çok kalabalık olduğundan yan tarafta oturduk. Cahit Zarifoğlu yanımıza geldi, biraz sohbet etti bizimle. Bol bol gezmemizi, tüm insanları tanımamızı öğütledi. “Bir fotoğraf makinesi alın çıkın dışarı” dedi. Sözlük okumanın yararlarından söz etti. “Çünkü gündelik dilde konuştuğumuz sözcük sayısı 200’ü geçmez”, dedi. “Ben de” dedi, “en fazla 250 kelimeyle konuşuyorumdur.”

Cemal Şakar, Zarifoğlu’na bayıldı. Ben, Cemal’i bizim de entelektüellerimiz var diye Zarifoğlu’na getirmiştim ama nasılsa Cahit Zarifoğlu namazını kılıp yanımıza gelmiş ve kafasındaki takkeyi çıkarmayı da unutmuştu. Cemal’in hep bu görüntüden ürkeceği kaygısını taşıdım. Ancak Zarifoğlu tam günündeydi. Rilke’den Behçet Necatigil’e, Sezai Karakoç’tan Kemal Tahir’e geçiyordu. Bizim kendisini anladığımızı fark edince felsefeden tasavvufa âdeta döktürdü. Cemal takkeli bir entelektüel görmüştü sonuçta.

Cemal Şakar ve Kamil Ulubeyli ile birlikte bizim eve gittik. Akşam yemek yedikten sonra Mavera’da karşılaştığımız Rahmi Kaya ve Metin Başlı akşam bize geldiler. Bunca karmakarışık insanların nasıl bir araya geldiklerine şaşıyorum. Ama hiçbir durumda ortak menfaatler bir araya getirmedi, bunu biliyorum.

23.01.1982, Ankara

Kimsenin kahvaltılık bir şeyler almak için bakkala gidecek parası yok. Çoğunun yol parası eksik. Son bir gayret gösterip bakkala gidiyorum, sabah kahvaltısı yapıyoruz.

25.05.1982

Cemal ile Gençlik Parkı’nda buluşuyoruz, şöbiyet ısmarlıyor Cemal. Sonra Cemallerin evine, Demetevler’e gidiyoruz.

Yusuf Ziya Cömert’in elinde İbn Haldun’un Mukaddime’si var. Kitap üzerine konuşuyoruz. Ancak asıl olarak bu hacimdeki bir kitabın kaç günde okunacağını tartışıyoruz. Cemal’in gözü korkuyor kitaptan. Yusuf Ziya her zaman ki sakin hâliyle, yavaş yavaş bu kitabın kaç günde okunacağına bizi ikna ediyor. Sonra Üzeyir Sali geliyor, anlaştığımız konu üzerine yorumlar yapmaya başlıyor. Yusuf Ziya’nın ona da sözü var. Oda buz gibi, kalorifer de yanmıyor. Birden elektrik kesiliyor. Sessizlik. O ara herkes ezbere bildiği dizeleri okumaya başlıyor. Karanlıkta dizeler uçuşuyor. Üzeyir’in tok sesli sözcükleri karanlıkta ışıl ışıl. Neredeyse gözükecekler. Karanlık birden şiir şenliğine dönüşüyor.

30.11.1982

Akabe’ye geliyoruz. Mevlüt Ceylan’ın kitabı çıkmış: Kayıtlarda Zulum Vardı. Kitabın girişinde, “Bu kitabın isim babası Necati Polat” yazıyor. Akabe’de Üzeyir Sali var. Cemal’i bekliyormuş, birlikte Mehmet Ali Tümer’lere gideceklermiş. Benim Mehmet Çetin’i Samsun’a göndermem gerek. Saat 23’ten sonra Emek’te buluşmayı kararlaştırıyoruz. Ve biz Mehmet’le Keçiören’e gidiyoruz. 20 sularında yeniden Ulus’a. Mehmet Samsun’a bilet aldı. Ve ben Mehmet ile Emek’e gitmek üzere vedalaştım. Durak buz gibi. Emek’teyim. Ancak Üzeyir ve Cemal çıkmışlar. Mehmet Ali de onları geçirmeye çıkmış. Yolda karşılaştık. Ben de Cemallerin peşinden gidiyorum. Demetevler’de birkaç apartmana girip çıkıyorum, yine evi kaybettim. Bu saatten sonra dönemem Keçiören’e. O da ne? Cemal’in odasının kırmızı perdelerini görüyorum. Evi ilginç bir şekilde buluyorum. Kapıyı vuruyorum, Hüseyin Bektaş açıyor kapıyı. Evde Ramazan Dikmen, Cemal Şakar ve Üzeyir Sali var. 04’e kadar oturuyoruz.

06.07.1983

Hüseyin Bektaş, Üzeyir Sali, Mehmet Çetin, Yusuf Ziya Cömert ve Kamil Ulubeyli ile birlikte Cemal’i Balıkesir’e yolcu ettik. Cemal Şakar’ı İzmir Ekspresi’ne bindirip Balıkesir’e, memleketine gönderdik. Cemal Ankara defterini kapattı. Bir dönem kapanıyor. Benim de bugün Mamak’ta, gecekondumda son gecem. Kamil ve Mehmet de bizdeler. Yarın taşınıyorum. Çete bir bir dağılıyor…

08.07.1983

Akacak bir yol, dere arayan düzgün, çalışkan, pırıl pırıl delikanlılar. Kendini okumaya, yazmaya, iyiliklere, güzelliklere yönlendirmeye çalışan Anadolu delikanlıları. Nefislerini, hayatlarını, gündelik zevklerini aşmış olgun başaklar. Sanki hep böyle doğmuşlar, yoksul, olgun, bilge. Dolayısıyla birbirlerini hemen ilk görüşte tanıyıp kaynaşmışlar. Omuzlarında bütün bir dünyanın yükü. Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören ortak noktaları. Hüseyin Bektaş, tane tane, yavaş yavaş konuşan, ince nazik insan. Şiirin hüzün hâli. Gülmekten utanan bir nezaket içinde. Cebindeki tek kuruşu sizinle paylaşmaya hazır. Üzeyir Sali, gerçek bir şair. Kumral yüzü, seyrek sakalları ve düz saçlarıyla görüntüsü bir Latin Amerika şairi gibi. Artistimiz. “Hadi G” şiirinin yazarı. Ali Sali, hep karşınıza sizi şaşırtmak için çıkan, sürekli bilgiler aktaran bir şair. Dik, eğilmez, esnemez. Yusuf Ziya Cömert: sakin, efendi, derin bir müftü oğlu. Telaşsız, hep telaşsız. Dünya yansa size bunu en makul bir şekilde anlatabilir: “Aslında olaya şöyle bakmak lazım. Daha doğrusu şöyle de bakılabilir.”

           Ebubekir Kurban: Hala öğrenci evlerinde kalırım

Dünya nimetleri sıralaması yapsam dostluğu en başa koyarım. Öğrenci evleri dostluk cumhuriyetleridir. Hepimiz derdimizi yazarak anlatıyoruz. Zaman zaman yazı da gönderdiğim bir gazete vardı: Eski Zaman gazetesi. Nabi Avcı Bey’lerin çıkardığı Zaman gazetesinden bahsediyorum. O gazetenin çıkacağı ilk günü heyecanla bekliyorduk. O gece ev arkadaşımla birlikte uykumuz kaçtı, uyuyamadık. Sabaha kadar o gazetenin çıkmasını bekledik. Tabi efsanevi bir gazete olacak, bizim gazetemiz olacak. O günkü heyecanı başka bir yerde yaşayamazdım. Öğrenci evinde yaşanır ancak. 1986 yılıydı, sabah erkenden gazeteye almaya gittim. Dağıtıcı bayiinin önüne gazeteleri bırakmıştı ama bayii henüz açık değildi. Gazeteyi yürüttük o gün.

Öğrenci evlerinin insana sağladığı bir yaşama enerjisi var. Dünyayı fethedebilirsin, zihnin özgürdür. Tabi bu evlerin ideolojik olarak durduğu yer önemli değildir. Sağcı, solcu, ülkücü… Önemli olan bağımsız olmasıdır. Her şeyin konuşulduğu evlerdir bu evler. Öğrenci evleri cumhuriyetinin başkanı veya memuru olmaya talibim her zaman. Çünkü o evlerde her sabah yapılan menemen ve içilen çay, sigara yaşam enerjisidir. Bir de benim de kaldığım, İstanbul’da Türbe sokak numara 9’da bir ev vardı. Sanırım oraya yolu düşüp de meşhur olmayan kimse kalmadı. Murat Zelan, Sadık Battal, Hakan Albayrak, İsmail Demirci, Hüsnü Güneş, Sedat Yavuz, Cihat Çobanoğlu o evde kalan isimlerdendi. Hala İstanbul’a koşup koşup Çiçekçi’ye gidiyorum, bir öğrenci evine hala.

Ali Haydar Haksal

İlk yazılarımı ve şiirlerimi Erzurum’da öğrenciyken Yeni Devir gazetesinin kültür sanat sayfasında yayınlıyordum. Bir yandan da MTTB’nin talebe gazetesinin kültür sanat bölümünü hazırlıyordum. Bu yıllarında Fuat Altınsoy, İbrahim Demirci, İbrahim Sari, Ahmet Nedim Çeker, Kadir Atlansoy, Rıdvan Canım, Mehmet Görenek, Ali Göçer ile birlikte aynı evlerde kaldık. İlhami Çiçek de gelir giderdi.

Ali Haydar Haksal ile ilgili görsel sonucu

O dönemde arkadaşlarımız Doğu Kitabevi’ni açmışlardı. Hep birlikte oraya gidiyorduk. Kredi Yurtlar Kurumu’ndan kredilerimizi alıp oraya götürürdük. Kitap siparişi verirlerdi onlar da. Bize para lazım olduğunda gidip oradan harçlığımızı alırdık. İbrahim Demirci, Ali Fuat Altınsoy, Ali Göçer’le eve gider kitap okur, sanattan şiirden konuşur sohbet ederdik. Mustafa adında bir arkadaşımız vardı. Onun evinde toplanıp, Sezai Karakoç’un Hızırla 40 Saat’ini okurdum. Yasir Vurgun adıyla yazılar yazardım. Nuri Pakdil bir yazımdan Edebiyat Dergisi’nde bahsetmişti, bunlar unutulmaz anılardı.

Merve Akbaş, Yeni Şafak Kitap Eki

İZDİHAM