6 Mart 2016

Hasan Ali Toptaş

ile izdiham

Hasan Ali Toptaş’ı okuyanlar şunu iyi bilir. Ankara güzel bir kenttir.

Birçok yazarın üslubunu, tekniğini ve edebiyat hakkındaki düşüncelerini etkilemiş olan Borges’in gözlerine gece yavaş yavaş iner. Kendi ifadesiyle, neredeyse yarım yüzyıldan fazla sürer bu iniş. 1955’te de, sonunda o ‘acıklı ân’ gelip çatar ve Borges artık kendi başına okuyup yazamayacağını anlar.

O günlerde, fokur fokur kaynayan kocaman bir kazandır Arjantin; huzursuzluk her yeri köşe bucak sarmakta, kilise Peron’a karşı ateş püskürmekte, ordunun desteğini kazanan muhalefet de ayağa kalkmış, öfkeli bir güç halinde iktidara doğru yürümektedir. Derken, bilindiği gibi, pabucun bir hayli pahalı olduğunu anlayan Peron, 1955 Eylül’ünde koltuğuyla birlikte Arjantin’i de terk ederek apar topar Madrid’e sığınır. İktidara gelen Aramburu hükümeti de aynı yılın sonunda Borges’i alır, Ulusal Kitaplık Müdürlüğüne atar. Borges’e göre bu durum, Armağanlar Şiiri’nde de belirttiği gibi, tanrının ona yaptığı ilahi bir şakadır. Tanrı, cenneti bir bahçe ya da saray olarak değil de bir kitaplık olarak düşünen kulunu, tam da kör olduğu anda, raflarında bir milyona yakın kitap bulunan Ulusal Kitaplık’ın başına getirmiştir çünkü. Başka bir deyişle, oldukça cömert davranarak ona hayal ettiği cenneti vermiş, ama tutup gözlerini de geri almıştır.

Borges, sonraki yıllarda bu görevinden bir şekilde uzaklaştırılır. Uzaklaştırılınca da, zaman zaman çeşitli toplantılarda edebi konuşmalar yapmaya başlar. 1977’de, Buenos Aires’teki Teatro Coliseo’da yaptığı yedi konuşma, sağda solda kesilip biçilerek yayımlandığı ve plaklara kaydedilip sorumsuzca dağıtıldığı için, bir anlamda korsanların elinden kurtarılarak 1980’de kitaplaştırılır.

Bu kitap aşağı yukarı on yıl önce, Celâl Üster tarafından Yedi Gece adıyla bizim dilimize de çevrildi biliyorsunuz. Çevrildiği günden beri de, tahmin edileceği gibi, benim başucu kitaplarımdan biri oldu. Sanıyorum, iki üç kez Can Yayınları, bir kez de İletişim Yayınları baskısını okudum bu kitabın. Tabii, her okuduğumda da bazı kelimelerin peşine düşüp başka başka kitaplara gittim ve oralarda, her biri birbirinden keyifli birçok yolculuk yaptım. Biliyorsunuz, Borges’i okurken bu tür yolculuklar yapmamak insanın elinde değildir; çünkü o kelimeleri işaretparmağıyla başparmağının arasına yerleştirdi mi, tıpkı toprakaltından çıkarılan eski çağlara ait madeni bir kalıntının üzerindeki tortuları temizliyormuş gibi, teni o kelimelerin ruhuna temas edinceye dek, iyice ovalar. İnsanın aklına da, mızmız birer kurtçuk halinde kımıldanıp duran bir yığın soru serper bu arada.

İşte, sözünü ettiğim bu harika kitabı ben üç gün önce, bir gece vakti elime yeniden aldım. Daha doğrusu, almadım da, kitap öteki kitapların arasından sıyrılıp bana kendini bir şekilde sundu sanki. Derin sırlarla dolu yumuşak bir fısıltı halinde, neredeyse boşluğa Borges’in yüz hatlarını da çizerek, nazikçe sundu. Ben de durur muyum, hemen açıp rastgele karıştırmaya başladım onu. Sonra, sayfalar boyunca bir o yana bir bu yana gezinirken, ‘Binbir Gece Masalları’ başlığını taşıyan bölümde durdum ve birdenbire Borges’in şu cümlelerini okudum: “Biliciler İskender’e Doğu’da ve Batı’da saltanat süreceğini bildirmişlerdi. Doğu’nun ve Batı’nın iki boynuzuna hükümdarlık ettiği için İskender İslam ülkelerinde hâlâ ‘Çift Boynuzlu İskender’ diye anılır.”

Hemen dönüp bir kez daha okudum aynı cümleleri. Ardından da, Borges’in bu konuda en azından bir cümle daha söylemesi gerektiğini düşündüm. Benim bildiğim kadarıyla, Doğu’daki kıssaların, mes’ellerin ve halk hikâyelerinin içinde üç İskender vardı çünkü. Bunlardan biri, günümüzde yaşamını oyun kâğıtlarının sinek papazı olarak sürdüren, herkesin bildiği Makedonyalı İskender’di; nâm-ı diğer Büyük İskender. Öteki İskender, İsa’dan iki bin yıl önce yaşadığı rivayet edilen, asıl adı Münzir olan ve yaşadığı dönemde Arap topraklarından kalkıp Çin’e kadar giden Yemenli bir emirdi. Üç İskender’den en az bilinip en çok tartışılanı da, adı Kur’an’da anılan İskender’di. Makedonyalı adaşı gibi Doğu’yu ve Batı’yı görme mutluluğuna eriştiği için, Zül Karneyn (zül: sahip, karn: boynuz, eyn: iki) diye adlandırılan İskender. Yine benim bildiğim kadarıyla, aynı adla anılan bu üç İskender, tarihçiler, hikâyeciler ve müfessirler tarafından her zaman birbirine karıştırılırdı.

Doğu kültürüne onca yakın olan Borges’in bu karışıklığa bir kalem bile değinmeden Büyük İskender’i “Çift Boynuzlu İskender” (Zül Karneyn) diye adlandırıp geçivermesi, biraz tuhaftı bana göre. Üç gün önce işte bu tuhaflığı gördüğümde, birden, bu konuyu bir başkasıyla konuşma ihtiyacı duydum. Aklıma, elinde Hazer İçin Birkaç Sarı Gül’le kimi zaman Çukurova’nın kavurucu sıcağında, kimi zaman Asi nehrinin serinliğiyle genişleyen Amik’te, kimi zaman da Mısır’a ve Babil’e doğru kayan yıldızları görebilmek için Agra dağının zirvesinde gezinip duran Hüseyin Ferhad geldi tabii. Sırtından şaman göyneğini hiç çıkarmayan bu şairin dizlerinde ne de olsa her zaman açık duran bir Doğu haritası vardı ve bana bu konuda her zaman bir şeyler söyleyebilirdi. Böyle düşünür düşünmez, gece baca demeyip hemen telefonla aradım onu. İnsana tâ Çin Seddi’nde yankılanıyormuş gibi gözüken o sıcak ve karayağız sesiyle bana M. Sıddık Gümüş’ün Hakikat Kitabevi tarafından yayımlanan Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye adlı kitabını işaret ettikten sonra, “Kimin kim olduğunun ne önemi var Hasan Ali, aslolan yazıdır,” dedi Hüseyin Ferhad. Hemen ardından da, “Rimbaud için şimdi Adana’da Seyhan nehrine dokuz adet siyah gül atıyorum, yarın sabah da İmrü’l Kays’ı anma törenine katılmak üzere Ankara’ya geleceğim,” diye ekledi.

Doğrusu, Ankara’da oturmama rağmen, pek dışarı çıkmadığım için, İmrü’l Kays adına benim böyle bir tören yapılacağından haberim yoktu. Bu yüzden, ertesi gün olup bitenleri görünce bir hayli şaşırdım. Yıllardır yaşadığım Ankara, Ankara değil gibiydi çünkü; her yere İmrü’l Kays’ın dizelerini taşıyan dev afişler asılmış, caddeler süpürülüp silinmiş, binalar iç açıcı renklere boyanmış, balkonlar, teraslar ve pencereler renk renk çiçeklerle donatılmış, Kızılay’ın göbeğine de şöyle her köşeden rahatça görülebilecek yükseklikte kocaman bir kürsü kurulmuştu. Üstelik, bir yanıyla Tandoğan’a, bir yanıyla Sıhhiye’ye, bir yanıyla da Meclis’i aşarak Kuğulu’ya doğru genişleyip giden müthiş bir kalabalık vardı bu kürsünün çevresinde. Kalabalığın içinde de, kelli felli politikacılardan yabancı diplomatlara, şairlerden romancılara, hikâyecilerden eleştirmenlere, işçilerden öğrencilere, sendikacılara, memurlara ve ev hanımlarına kadar hemen hemen herkes vardı.

Derken, Hüseyin Ferhad’ı, açılış konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ettiler. Sözlerine, “Şu an rüyada gibiyim,” diye başladı Hüseyin Ferhad. Ardından da, kendi adının John Cornford’la, Zîn’le, Sultan Galiyev’le, Lebid’le, Ehmedê Xanî’yle, Yulug Tigin’le, Puşkin’le ve İmrü’l Kays’la anılacaksa bir anlam ifade edeceğini belirterek, cahiliye dönemi Arap edebiyatının önde gelen yedi şairinden biri olan ve Arap edebiyatına doğa temasıyla birlikte kafiye yeniliklerini de getiren İmrü’l Kays hakkında bazı bilgiler verdi.

Sonra, alkışlar eşliğinde, uzun boylu biri çıktı kürsüye. O da, asıl adı Adi ya da Muleyka ya da Hunduç olan İmrü’l Kays’ın çocukluğunu Kinde kabilesine reislik yapan babası Hucr’un sarayında geçirdiğini, bir kız için yazdığı aşk şiiri yüzünden babasının onu kabileden kovduğunu, sonra bin pişman olup geri çağırdığını, ama çok geçmeden Kays’ın yeniden çöllere kaçtığını, sonra orada serseri bir grubun başına geçip kendini sadece müziğe, içkiye ve şiire verdiğini, babası öldürülünce öç almak için kabile savaşlarına katıldığını, bir süre sonra yapayalnız kalıp Teyma emirine sığındığını, emirin onu Bizans imparatoruna gönderdiğini, sonra İmrü’l Kays’ın bir rivayete göre hanedandan bir kadına âşık olduğunu, bu yüzden Ankara civarına sürgün edildiğini, sonra armağan olarak peşinden kendisine zehirli bir gömlek gönderildiğini ve bu gömleği giyince de bir çeşit deri hastalığına yakalanıp acılar içinde öldüğünü anlattı. “Vasiyeti üzerine İmrü’l Kays, Ankara yakınlarındaki Asip dağına gömülmüştür,” dedi ardından da.

O sırada, Kızılay meydanını dolduran kalabalık hafifçe dalgalandı. Hatta, “Asip dağı da neresi?” diye haykırdı birkaç kişi. Kürsüdeki adam, sadece haykıranlara değil, aynı zamanda zamana da yanıt verircesine; “Bunu bilen yok,” dedi kederli bir yüzle.

İşte o zaman, kalabalık bir kez daha dalgalandı ve herkes birbirine dönerek, bu dağın mutlaka bulunması gerektiğini söyledi. Öyle ki, bir anda binlerce kalpten oluşan kocaman bir arzuya dönüştü Ankara. Ardından da, insanlar nerede olduğu bilinmeyen Asip dağını bulmak için dört bir yana koşmaya başladılar.

“Boşuna yorulmayın, şimdiye kadar kimse arayıp sormadığı için, büsbütün kaybolmasını istemedim de ben o dağı alıp Bin Hüzünlü Haz’ın içine sakladım,” diye bağırdım ben de o sırada.

Hatta, sesimi duyurabilmek için kürsüye çıkıp aynı sözleri mikrofondan söylemeyi düşündüm ama, Hüseyin Ferhad durdurdu beni.

“Yapma,” dedi usulca. “Seni kimse duymaz.”

Milliyet Sanat

İZDİHAM