Büyükannemin hikâyeleri bana ilk ipuçlarını verdi. Kasabasındaki insanların mitleri, efsaneleri ve inançları oldukça doğal biçimde hayatlarının bir parçasıydı. Aklımda büyükannem varken, aniden fark ettim ki, ben hiçbir şey icat etmiyorum aslında, yalnızca özünde bize, Latin Amerika’ya ait olan bir alametler, önseziler, şifalar, batıl inançlar dünyasını yakalayıp anlatıyorum.
Marquez: Genelde bir yazar tek bir kitap yazar; bu tek kitap, birçok kitabında farklı başlıklarla boy gösterebilir. Balzac, Conrad, Melville, Kafka ve kuşkusuz Faulkner gibi yazarlar için söylenebilir bu. Bazen kitaplardan biri diğerlerine nazaran öyle ön plana çıkar ki, yazar tek bir kadim kitabın yazarı gibi görünür. Kim hatırlar Cervantes’in öykülerini? Örneğin kim hatırlar El licenciado Vidriera’yı? Yine de, bu öyküyü okumak, diğer bütün büyük eserleriyle aynı ölçüde keyif vericidir. Latin Amerika’da, Venezuelalı yazar Rómulo Gallegos Doña Barbara kitabıyla ünlüdür, ki en iyi eseri değildir bu. Guetamalalı Miguel Ángel Asturias Sayın Başkan kitabıyla tanınır, ama berbat bir romandır bu, Guatemala Efsaneleri kadar iyi değildir.

Mendoza: Her yazarın hayatı boyunca tek bir kitap yazdığını kabul edersek, sizinki ne olurdu? Macondo kitabı mı?

Bu pek doğru olmaz. Yalnızca iki romanım, Yaprak Fırtınası ve Yüzyıllık Yalnızlık, bir de Hanım Ana’nın Cenaze Töreni’ndeki bazı öyküler Macondo’da geçiyor. Öbürleri –Albaya Mektup Yok, Şer Saati ve Kırmızı Pazartesi– Kolombiya kıyısında başka bir kasabada geçiyor.

Tren ve muz kokusunun olmadığı bir kasaba.

Ama nehir olan bir kasaba. Ancak öğle yemeği saatinde varabileceğiniz bir kasaba.

Macondo kitabı değilse, tek kitabınız ne olurdu?

Yalnızlık kitabı. Hatırlarsanız, Yaprak Fırtınası’ndaki baş karakter, mutlak bir yalnızlık içinde yaşıyor ve ölüyor. Yalnızlık, Albaya Mektup Yok’un merkezindeki kişinin de peşini bırakmıyor – Albay, her cuma, karısı ve yavru horozuyla hiç gelmeyecek bir gazi maaşını bekliyor. Şer Saati’nde kasabanın güvenini kazanmayı bir türlü beceremeyen belediye başkanı da yalnız biri. Kendince yalnızlığın gücünü biliyor.

Aureliano Buendía ve Başkan Baba gibi.

Aynen öyle. Başkan Babamızın Sonbaharı’nın ve Yüzyıllık Yalnızlık’ın temel izleği yalnızlık.

Eğer yalnızlık bütün kitaplarınızın temel izleğiyse, bu hâkim duygunun köklerini nerede aramalıyız? Çocukluğunuzda mı?

Bu sorunun herkeste olduğunu düşünüyorum. Herkesin kendi yalnızlığı ve bunu ifade etme biçimi var. Bu duygu çok sayıda yazarın eserine hâkim, ama kimisi de bunu bilinçdışı biçimde ifade ediyor. İşte ben ikinci gruptayım.

İlk kitabınız Yaprak Fırtınası, Yüzyıllık Yalnızlık’ın nüvesini taşıyor? Bu kitabı yazan genç adam hakkında şimdi ne düşünüyorsunuz?

Ona büyük sempati duyuyorum, çünkü kitabı aceleyle yazmıştı. Bir daha bir şey yazamayacağını, bunun tek şansı olduğunu düşünmüştü, dolayısıyla bütün birikimini kitaba aktarmaya çalıştı, özellikle de o sıralarda okuduğu İngiliz ve Amerikalı romancılardan aldığı yazınsal teknik ve taktikleri.

Bu yazarların Virginia Woolf, Joyce, Faulkner olduğu besbelli. Yaprak Fırtınası’nın tekniği Faulkner’ın Döşeğimde Ölürken’ine çok benziyor.

Birebir aynı değil. Tamı tamına belirlenmiş üç bakış açısı kullandım, ama bu bakış açılarına isim vermedim. Yaşlı bir adam, bir oğlan, bir de kadın var. Yaprak Fırtınası ile Başkan Babamızın Sonbaharı’nın aynı teknik ve izlekte (ölüye olan tutum) yazıldığı gözden kaçmamıştır. Bir farkla ki, Yaprak Fırtınası’nda kendimi serbest bırakmadım ve monologlar son derece sıkı bir plana uygun tasarlandı; öte yandan Başkan Babamızın Sonbaharı’nda, bazen aynı cümlede olmak üzere çok sayıda monolog kullandım. Bu kitabın sonuna geldiğimde, artık tek başıma uçabilecek, ipleri koparıp dilediğimi yapacak hale geldim.

Yaprak Fırtınası’nı yazan genç adama dönelim. Yirmi yaşındaydınız.

Yirmi iki.

Yirmi iki yaşındaydınız, Barranquilla’da yaşıyordunuz ve bir roman yazdınız. Eğer doğru hatırlıyorsam, bir gazetenin editörlük biriminde çalışıyordunuz ve herkes eve gittikten sonra ofiste gece geç saatlere kadar yazıyordunuz.

El Heraldo gazetesinde.

Evet, o ofisleri bilirim – neon ışıklar, tavan pervaneleri, sürekli aşırı sıcak. Hemen dışarıda da yeraltı barlarıyla dolu bir sokak. Calle del Crimen – Suç Sokağı. Adı hâlâ aynı mı?

Evet, La Calle del Crimen. Orada, aslen genelev olan parasız müşterilerin gittiği otellerin birinde kalıyordum. Odanın ücreti gecede bir buçuk pesoydu. El Heraldo sütun başına üç peso, bazen de editörlük için üç peso daha ödüyordu bana. Odanın ücretini ödeyecek bir buçuk pesom olmadığında, Yaprak Fırtınası’nın yazmalarını otel görevlisine teminat bırakıyordum. O kâğıtlara çok değer verdiğimi biliyordu. Uzun zaman sonra, Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazalı epey olmuştu, beni görmeye ve imzalı fotoğraf istemeye gelen insanlar arasında bu otel görevlisine rastlamıştım. Her şeyi hatırlıyordu.

Yaprak Fırtınası’nı yayımlamakta zorluk yaşadınız mı?

Yayıncı bulmam beş yıl sürdü. Arjantin’deki bir yayınevine, Editorial Losada’ya gönderdim; dosyayı, İspanyol eleştirmen Guillermo de Torre’nin başka işlerle uğraşmamı tavsiye eden bir mektubuyla birlikte geri gönderdiler. Bununla birlikte, bende, şimdi büyük memnuniyet duyduğum bir şey olduğunu teslim etmişti – su götürmez bir şiir hissiyatı.

Fransa’da benzer bir durumun yaşandığını söylediğinizi duydum. Yanılmıyorsam, Roger Caillois’ydı.

Albaya Mektup Yok, Gallimard’a Yüzyıllık Yalnızlık’tan çok önce önerildi. İki okur vardı: Juan Goytisolo ve Roger Caillois. Goytisolo mükemmel bir okur notu yazdı, o zamanlar şimdi olduğu gibi iyi arkadaş değildik. Öbür yanda Caillois, kitabı doğrudan reddetti.

Yaprak Fırtınası ile Yüzyıllık Yalnızlık arasındaki romanlarınız (Albaya Mektup Yok, Şer Saati, Hanım Ana’nın Cenaze Töreni) gerçekçi, kontrollü, hem kompozisyon hem de dil açısından daha ölçülü; ne büyülü ne de skandal bir şey var. Bu değişimi nasıl açıklıyorsunuz?

Yaprak Fırtınası’nı yazdığımda, her iyi romanın gerçekliğin şiirsel bir yeniden aktarımı olması gerektiğine inanıyordum. Ama hatırlarsanız kitap Kolombiya’da kanlı bir siyasi baskı döneminde çıktı, militan arkadaşlarım bende korkunç bir suçluluk kompleksi yarattı. “Romanın hiçbir şeyi kınamıyor ya da ifşa etmiyor,” dediler. Ben bu anlayışı çok basitleştirici ve yanlış buluyorum, ama o zamanlar ülkenin güncel siyasi ve toplumsal gerçekliğiyle daha çok ilgilenmem gerektiğini hissettim. Bu yüzden başlangıçtaki edebi fikirlerimden çok uzaklaştım. Neyse ki sonradan bu fikirlere geri dönebildim. Bu arada ciddi ciddi içeri tıkılma riskiyle yaşıyordum. Albaya Mektup Yok, Şer Saati, Hanım Ana’nın Cenaze Töreni Kolombiya’nın gerçekliğini yansıtıyor, bu izlek kitapların temel yapısını belirliyor. Bu kitapları yazdığıma pişman değilim, bunlar durağan ve ayrıcalıklı bir gerçeklik tasavvuru sunan planlanmış edebiyat türüne giriyor. İster iyi ister kötü olsunlar, son sayfada biten kitaplar. Artık bana kısıtlayıcı geliyorlar. Daha iyi şeyler yazabilecek kabiliyette olduğumu düşünüyorum.

Sizi bu değişimi yapmaya sevk eden neydi?

Kendi işim üstüne düşünmek. Üstüne uzun süre düşündüm ve sonunda kendimi adadığım şeyin ülkemin toplumsal ve siyasi gerçekliği olmadığı, hiçbir şeye ayrıcalık göstermeden veya hiçbir şeyi küçümsemeden bu ve öteki dünyanın toplam gerçekliği olduğu sonucuna vardım.

Yani, kendi tecrübenize dayanarak, Latin Amerika’da çok sayıda kişinin arasını açmış şu meşhur “angaje edebiyat”ı elinizin tersiyle ittiniz.

Bildiğiniz üzere, kişisel siyasi seçimlerim söz konusu olduğunda, bir siyasi angajmanım var.

Sosyalizm mi…

Ben dünyanın sosyalist olmasını istiyorum, önünde sonunda böyle olacağına inanıyorum. Bununla birlikte, Latin Amerika’da “angaje edebiyat”, daha doğrusu toplumcu protesto denen şeye dair çekincelerim var. Bunun başlıca nedeni, bu edebiyatın sınırlı dünya ve yaşam görüşünün siyasi anlamda bir şey kazanılmasını sağlamaması. Herhangi bir bilinçlendirme sürecini hızlandırmaktansa yavaşlatıyor. Latin Amerikalılar romandan çok, iyi bildikleri zulümlerin ve haksızlıkların ifşasını bekliyor daha ziyade. Militan arkadaşlarımın çoğu, yazarlara ne yazıp yazmamaları gerektiğini, belki de farkında olmadan, dikte etme ihtiyacı duyuyor, yaratma özgürlüğüne kısıtlamalar koyarak gerici bir tavır almış oluyorlar. Ben bir aşk romanının herhangi tür bir başka roman kadar meşru olduğunu düşünüyorum. Yazarın esas görevi –tabiri caizse devrimci görevi– iyi yazmaktır.

Kendinizi güncel siyasi gerçekliğe olan bu angajmandan azat ettikten sonra, Yüzyıllık Yalnızlık’ı doğuran, gerçekliğe olan diğer yaklaşıma –mitsel yaklaşım diyebiliriz belki– nasıl vardınız?

Daha önce söylediğim gibi, büyükannemin hikâyeleri bana ilk ipuçlarını verdi. Kasabasındaki insanların mitleri, efsaneleri ve inançları oldukça doğal biçimde hayatlarının bir parçasıydı. Aklımda büyükannem varken, aniden fark ettim ki, ben hiçbir şey icat etmiyorum aslında, yalnızca özünde bize, Latin Amerika’ya ait olan bir alametler, önseziler, şifalar, batıl inançlar dünyasını yakalayıp anlatıyorum. Örneğin, dua okuyarak ineklerin kulaklarından kurtlar çıkaran adamları bir hatırlayın. Latin Amerika’daki günlük hayatımız bu tür şeylerle dolu.

Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmam için, rasyonalistlerin ve Stalinistlerin gerçekliği anlamayı kolaylaştırmak için yıllarca dayattıkları sınırlamalardan kurtularak bu gerçekliğe, kendi gerçekliğimize bakmam yetti.

Yüzyıllık Yalnızlık, Başkan Babamızın Sonbaharı ve son öykülerinizdeki gerçeküstü unsurlar, abartılı orantılar da gerçek mi, edebiyatın verdiği bir ruhsattan mı ileri geliyor?

Orantısızlık gerçekliğimizin bir parçası. Gerçekliğimiz kendi içinde orantıdan büsbütün yoksun. Bunu anlatacak sözleri bulamayan yazarlar için ciddi bir sorun teşkil ediyor bu. Bir nehri ele alalım, örneğin okurun hayalinde canlanabilecek Avrupa’daki en büyük nehir 1770 mil uzunluğundaki Tuna. Peki okur, bazı noktalarda karşı kıyısı görünmeyecek kadar genişleyen Amazon’u nasıl hayalinde canlandıracak? “Fırtına” kelimesi Avrupalı okur için başka bir şey, bizim için başka bir şey çağrıştırıyor. Tropiklerin sel gibi sağanaklarını aktarması pek de mümkün olmayan “yağmur” kelimesi için de geçerli bu. Suları kaynayan nehirler, yeryüzünü titreten fırtınalar, koca bir kasabayı süpüren kasırgalar bizim yarımküremizde uydurma değil, doğal dünyanın bir boyutu.

O halde mitleri, büyüyü, abartılı oranları kendi gerçekliğimizden aldınız. Peki ya dil? Yüzyıllık Yalnızlık’ın dilinde, Hanım Ana’nın Cenaze Töreni’ndeki başlıkla aynı adı taşıyan öykü hariç, önceki kitaplarınızda olmayan bir kıvılcım, zenginlik, bolluk var.

Bu biraz burnu havada anlaşılabilir, ama aslında hep böyle yazabiliyordum. Yalnızca bunu kullanmam gerekmemişti.

Demek istediğiniz, bir yazarın her gün gömlek değiştirir gibi kitaptan kitaba dil değiştirebileceği mi? Sizce de dil bir yazarın ayrılmaz özelliği değil mi?

Hayır, bence kitabın izleği, teknik ve dil seçimini belirler. Albaya Mektup Yok’ta, Şer Saati’nde, Hanım Ana’nın Cenazesi’nde kullandığım dil özlü, kontrollü ve gazetecilikteki gibi ekonomik bir dildi. Yüzyıllık Yalnızlık’ta başka bir gerçekliği sunmak için mitsel veya büyülü dediğimiz daha zengin bir dile ihtiyaç duydum.

Peki ya Başkan Babamızın Sonbaharı’nda?

Orada da bir başka dil daha bulmam, Yüzyıllık Yalnızlık’ta kullandığım dilden ayrılmam gerekti.

Başkan Babamızın Sonbaharı için nesir şiir diyebiliriz. Bu konuda şiir birikiminiz etkili oldu mu?

Hayır, başlıca müziğin etkisi vardı. Kitabı yazarken hayatımda hiç olmadığı kadar çok müzik dinledim.

Nasıl müzikler dinliyordunuz?

O sıralar Béla Bártok ve Karayip popüler müzikleri. Bu ikisinin karışımı patlayıcı bir etki yaratmış olsa gerek.

Kitabın gündelik hayattan çok sayıda gönderme ve deyiş içerdiğini söylemiştiniz.

Doğru. Başkan Babamızın Sonbaharı günlük konuşma diline en yakın romanım; aynı zamanda Karayipler temalarına, deyişlerine, şarkılarına ve türkülerine en yakın olanı. Yalnızca Barranquilla’lı bir taksi şoförünün anlayabileceği ifadeler içeriyor.

Geçmişe dönüp baktığınızda eserlerinize dair ne hissediyorsunuz? İlk kitaplarınız mesela.

Daha önce bahsettiğim babalık şefkatini hissediyorum, büyüyüp de evden ayrılan çocuklar için hissedilen duygunun aynısı. O ilk kitapları çok uzaklarda kalmış savunmasız şeyler olarak görüyorum ve onları yazan genç adama verdikleri baş ağrılarını hatırlıyorum.

Bunlar artık şimdi çok rahat çözdüğünüz sorunlar.

Evet, şu anda adı bile geçmeyecek sorunlar.

İlk kitaplarınızla sonradan dünya çapında tanınmanızı sağlayan kitapları birbirine bağlayan bir çizgi var mı?

Evet var ve bu çizginin içeride olduğunu ve hâlâ korunması gerektiğini düşünüyorum.

En önemli kitabınız hangisi?

Edebi açıdan en önemlisi, beni unutkanlıktan kurtaran Başkan Babamızın Sonbaharı.

Yazmaktan en büyük keyif aldığınızın da bu kitap olduğunu söylemiştiniz. Neden?

Çünkü hep yazmak istediğim kitaptı ve kişisel itiraflarımda en ileri gittiğim yerdi.

Kamufle edilmiş bir halde tabii.

Elbette.

Aynı zamanda yazması en uzun süren kitaptı.

Toplamda on yedi yıl. Doğrusunu bulmadan önce iki versiyonu yarım bırakmıştım.

O halde en iyi kitabınız?

Kırmızı Pazartesi’yi yazmadan önce en iyi romanım Albaya Mektup Yok derdim. O kitabı dokuz kez tekrar yazdım, eserlerim arasında en sağlamı o gibi geliyor bana.

Ama Kırmızı Pazartesi’nin daha iyi olduğunu düşünüyorsunuz.

Evet.

Hangi anlamda?

Yapmak istediğime birebir uyan bir iş çıkardım ortaya. Bu daha önce hiç olmamıştı. Diğer kitaplarımda hikâye alır başını gider, karakterler kendi kendine hayat bulur ve ne istiyorlarsa onu yapar.

Edebiyatta yaratıcılığın en olağanüstü taraflarından biri bu…

Sıkı bir denetim uygulayabileceğim bir kitap yazma ihtiyacı duyuyordum ve sanırım bunu Kırmızı Pazartesi’de yaptım. Oradaki izlek tamı tamına bir dedektif öyküsünün yapısını gerektirdi.

En iyi kitaplarınız arasında Yüzyıllık Yalnız-lık’tan söz etmemeniz tuhaf, oysa eleştirmenler açık ara en iyi kitabınız olduğunu düşünüyor. Bu kitaba dair pişmanlığınız sürüyor mu?

Evet. Hayatımı neredeyse mahvediyordu. Yayımlandıktan sonra artık hiçbir şey aynı değildi.

Neden?

Çünkü şöhret gerçeklik algınızı, neredeyse iktidar kadar sarsıyor, özel hayatınızı sürekli tehdit ediyor. Maalesef buna dayanmak zorunda kalana kadar kimse buna inanmıyor.

Yüzyıllık Yalnızlık’ın başarısının diğer eserlerinize haksızlık ettiğini mi düşünüyorsunuz?

Evet. Başkan Babamızın Sonbaharı edebi anlamda daha büyük bir başarı. Bu kitap iktidarın yalnızlığına dair, öte yandan Yüzyıllık Yalnızlık gündelik hayatın yalnızlığına dair. Herkesin hayat hikâyesi. Üstelik sade, akıcı, çizgisel bir biçimde, hatta şöyle diyeyim (ki daha önce söyledim), yüzeysel bir biçimde yazılmış.

Ondan nefret ediyor gibisiniz.

Hayır ama güneşin altındaki bütün numaralar ve üçkâğıtlarla yazıldığını biliyorum. O kitabı yazmadan önce de daha iyi bir iş çıkarabileceğimi biliyordum.

Plinio Apuleyo Mendoza

1983

 

 

Kaynak: notosoloji.com
İZDİHAM