4 Nisan 2020

Enver Gülşen, ‘Çıkarın Bizi Buradan’ ya da ‘Korona Çağı’nın İşaret Ettikleri Üzerine Kimi Filmlerden İzler

ile izdiham

Bu badireyi atlatırsak, gelecekte bu ayları sanırım “Korona Çağı” olarak adlandıracağız. Önemli bir kesişimin yaşandığı milat… “Önce”nin, biz göremesek, akledemesek de, “ertelenmiş şu anın” tüm emarelerini verdiği ve “dondurulmuş şu an”da geleceğe dair umutlarımızın tükenmeye yüz tuttuğu bir kesişimin başlattığı çağ… Kimimiz yaşlılarımıza bir şey olmasın diye, kimimiz can korkumuzdan, evlerden çıkamadığımız bu günlerde, yaşanan şeyin hakikaten ne olduğunu ve geleceğe ne tür izler bırakacağını anlamak büyük önem arz ediyor.

Neydi bizi buraya getiren şey? Bilime olan sapkınca inancımız mı; insanın fıtratına dair kadim bilgilerimizi yitirmemiz mi; hırsın ve her türden şehvetin hayatımızın her anını işgal etmesi mi? Hepsi.

a visitor of a museum 2

Günümün çoğu evde geçerken hiç bakmadığım twitter ve sosyal medya hesaplarına, “gündemi ‘düşünür’ taşınır ve köşecilerimiz nasıl yorumluyor” diye merak edip bakma fırsatım oluyor. Komik şekilde, bir “dijitalleşmeye teslim etmek istiyorlar bizi!” muhabbeti dönüyor. Herkes aynı şekilde “oyunu” görmüş, herkes aynı şekilde “çözümü” biliyor! Beşinci sınıf Black Mirror‘lardan donatılmış bilgilerle… Ancak komik bir manzara var ki bunu “duyuran” “düşünürlerimiz”, dört koldan Twitter, Facebook, İnstagram, Youtube gibi sosyal medya tapınaklarından “dijital sisteme teslim olmayalım!” programları yapıyor.

Bir pornografiyi, o pornografiyi yeniden ve başka yüzle üreterek eleştirmeniz nasıl mümkün değilse (mesela Abdellatif Keşiş’in filmlerinin pornografisi, aldığı övgülere rağmen tam da buradadır), bir kuşatma sistemini, o kuşatma sistemini başka yüzlerle yeniden üreterek eleştirmeniz mümkün değildir. Köklü, “tohumdan” bir şeyler gerekir. Semih Kaplanoğlu’nun Buğday filminde aradığı şey “bozulan tohum”un, yani fıtratın, nasıl “geri döndürülebileceği” idi büyük oranda. Stalker‘da, Kurban‘da, Nostalghia‘da, aslında tüm filmlerinde Andrei Tarkovsky, çığlık çığlığa, gittiğimiz yolun yol olmadığını işiten kulaklara duyuruyor, gören gözlere gösteriyordu. Ancak, insanoğlu en çok da nisyan ile malul idi ve unutması, her şeyin ötesine geçiyordu. Ahdini unutmuştu, Kimin kulu olduğunu unutmuştu, fıtratını, kendisini insan yapan “hakiki” şeyleri unutmuştu…

Modernite bir ütopya uygarlığıydı. Allah’ın “fıtrat üzere” ve bir dengenin mensubu olarak yarattığı insanı ve tabiatı, fıtratından çıkarıp “merkezdeki bireyin” hegemonyasına sokacak projeler üretip duruyordu. Daha iyiyi, daha güzeli, daha doğruyu “kendisi” biliyor ve iyi, güzel ve doğruya “gitmek” için ütopyalar inşa ediyordu. Geç modernlik bu ütopyaların endişe ile distopyaların beklenişine evrilmesi, post-modernite bu distopyaların oyuna dönüşmesi demekti ve nihayet “ölümcül ultra-modernlik” zamanına geldik ve “gerçekleş(e)memiş ütopyalar” olarak distopyaların tam da göbeğine düştük. Modernliğin tüm iddialarının çöktüğü, kutsallaştırılan bilimin kendi kendini içerden yediği, insanın, tabiatın ve giderek de Tanrı’nın “anlamının” kaybolmaya başladığı bir dönemden, “Tanrı’nın tümüyle çekildiği” döneme geçiş.

Stalker‘da Tarkovsky’nin asistanı olmuş Konstantin Lopushansky’nin 80’lerin sonlarında yaptığı Ölü Bir Adamın Mektupları/Dead Man’s Letters (1986) ve sonraki muhteşem Bir Müze Ziyaretçisi / A Visitor of a Museum (1989) filmleri bugünkü korona günlerini anlatıyor gibi adeta. “Çıkarın bizi buradan” çığlığının her hücremizde yankı bulduğu o korkunç dünyayı “yaratan” şey neydi? Önce Kâbe’yi ziyaretimize kapatan, sonraki günlerde camileri yetim bırakan yaşadığımız bu şeylerin ön-izleri miydi orada gördüğümüz? “Tanrı’nın çekilmişliği“nin kuruttuğu, çaresiz bıraktığı ve bize “çıkarın/çıkarmayın bizi buradan” çığlıkları atmaktan başka bir çare bırakmayan “buz çölü”…

Bir Müze Ziyaretçisi filmini tekrar izlediğim bugünlerde, içimde hep aynı soru yankılanıyor: Allah’ın “çekilmişliği”nden daha büyük bir ceza olabilir mi insanlığa? Sosyal medyada ve basında gördüğümüz bilim-putperestlerinin “çözüm bilimde” goygoylarının Netflix dönemine geçmiş bir Black Mirror söyleminden pek fazla bir farkı yok doğrusu. Sorun köken sorunudur ve Bir Müze Ziyaretçisi‘nde Lopushansky, aynı, ustası Tarkovsky gibi tabiatla ve “kendi” ile uyumunu kaybetmiş insanlığın ne tür bir kıyametle yüz yüze kalacağının derdine soyunuyor. Ancak ustasındaki umut yok Lopushansky’de. Yüz yüze bırakıldığımız şey, taşıması, tecrübe etmesi çok zor, çok ağır, çok acı bir şey… “Tanrı’nın çekilmişliğini” ısrarla “insanın kendi eliyle yapıp ettiklerine“[1] bağlayan yönetmen, Buğday‘ın yönetmeni gibi bir umudu da taşımıyor asla. Sesimize “ses vermeyen” bir Tanrı’nın, çekilmişliği, insanlığı, ceza olarak terk etmesi ile yüz yüze bırakıyor bizi. Film, bugünlerde sıklıkla aynı şeyi düşündürtüyor bana: İnsanın en büyük acısı ne olabilir? Cehennem’de yanmak mı? Sanmam! Cehennem’de de Allah’ın rahmeti var çünkü! Ama “Tanrısı çekilmiş bir dünya” yani “acımızı, Tanrı dâhil kimsenin duymadığı bir dünya” kadar ağır, taşıması zor ve acı veren bir şey olduğunu sanmıyorum. Lopushansky, her iki filminde, ama özellikle de Bir Müze Ziyaretçisi‘nde tam da böyle bir dünyayı tasvir ediyor.

a visitor of a museum 1

Bugün “kapatıldığımız” evlerde “açıldığımız” dijital dünyanın, bir tür “Sahte Tanrı” olarak gözümüzün önüne sokulduğunu gözden kaçırmayalım asla. Ve ancak bir Sahte Tanrı’nın yapabileceği göz boyamayı yapıyor bu kuşatma: Acılarımızın duyulduğu sanrısını inşa ediyor… Online rakamlar olarak insanların öldüğü dünyaya korku salan bu kuşatılmışlık halinin, bir “görünmeyen” sebebiyle olması da tarihin en büyük ironilerinden birisi olsa gerek. Görünen, görünmeyen her şeyi yaratan Rahman ve Rahim olan Allah’tan “sıyrılıp” bir “yaratılmış olarak görünmeyen”in tutsağı olmak. Hani bilimimiz özgürlük getiriyordu ya, hani insanlığın tüm dertlerinin çaresi bilimdeydi ya… Sıvaları dökülen bilimin “görünmeyen bir yaratılmış” karşısındaki acziyeti hâlâ bize bir şey söylemiyorsa, geleceğimiz bugünden çok daha kötü olacak bilelim.

Kurban‘da Aleksander’ın duası ile bitirelim yazıyı. Sanırım bugünlerimize ve bugünlerde bizi teslim alan “ölümcül hayvani duygunun” çaresizliğine çok da uygun bir dua bu.

Ulu Tanrım! Ailemi, sevdiklerimi, Seni sevenleri ve Sana inananları, kör oldukları için Sana inanmayanları da esirge. Seni bir an düşünmeyenleri de… Onlar acının ne olduğunu hiçbir zaman bilemediler… Bu saatte bütün umutlarını, hayatlarını, geleceklerini kaybettiler. Sana teslim olma fırsatını kaçırdılar. Yürekleri korkuyla dolanlar, sonlarının yaklaştığını hissedenler, kendileri için değil sevdikleri için korkanlar… Onları Senden, yalnızca Senden başka hiç kimse koruyamaz… Sahip olduğum her şeyi Sana vereceğim. Çok sevdiğim ailemi vereceğim. Evimi yakacağım. Küçük Adam’dan vazgeçeceğim. Dilsiz olacağım. Beni hayata bağlayan her şeyden vazgeçmeye razıyım… Beni hasta eden bu ölümcül hayvani duygudan kurtulmama yardım et! Tanrım bana yardım et!

1. İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor (Rûm Sûresi 41)

Enver Gülşen, Kaynak: envergulsen.wordpress.com

İZDİHAM