14 Temmuz 2016

Dr. Mutluhan İzmir, Camus, Yabancı ve Cezayir Soykırımı

ile izdiham

Kurbana değil saldırgana acımak, kurbandan taraf değil de saldırgandan taraf hissetmek, saldırganla özdeşleşmek mümkün olabilir mi? Düşününce tüylerimizi diken diken eden bu durumun ilk bakışta olamayacağını düşünürüz genellikle, ama eğer saldırganı mükemmelleştirilmiş insanî değerlerle donatıp kurbanı ve hayatını da bu donatının aksesuarı haline getirebilen ve tutarlı görünen bir felsefenin gücünü arkanıza alırsanız, insanların kurbanı ve mağduru unutup saldırganla kendilerini özdeş hissetmelerini sağlayabilirsiniz.

Camus, öleceğimizi bildiğimiz halde hayatımıza değer vermemiz ve anlamsız olan hayata anlam katma çabamızın absürd olduğunu söyler. Camus’nün Yabancı romanının kahramanı Meursault şöyle söyler: “Herkes bilir ki hayat yaşamaya değmez. Aslına bakarsanız insan ha otuzunda ölmüş ha yetmişinde, pek önemli değildi.” (s109) (1). Meursault hepimizin zaman zaman içine düşebildiği anlamsızlık hislerinin pençesinde kıvranırken mi böyle düşünmektedir yoksa nihilizme mi sürüklenmektedir? Nihilizm onun benliğini sarar ve ardından kendi sınırlarını aşıp başkasının hayatıyla ilgili hükümlerini de biçimlendirmeye başlarsa, yani nihilizmini dışsallaştırıp kendinde de geriye sadece absürd kavramı kalırsa nasıl bir Meursault karşımıza dikilecektir? Camus kahramanına cinayet işleterek bu sorunun cevabını bize verir. Camus’nün filozof kahramanının sonlandırdığı hayat, kahramanın kapıldığı absürd fırtınasında önemsiz bir ayrıntı olarak kalmalı mıdır bu noktada, yoksa o da felsefesi yapılmaya değer midir? Kurbanın nihilizmi kendi iradesi ile benimsemiş olduğunu bilsek sorun kalmayacaktır ama nihilizm ona zoraki giydirilmiş bir elbise gibi durmaktadır, çünkü kurban, iliklerine absürdite işlemiş bir başkasının iradesi doğrultusunda öldürülmüştür, kendi seçimini yapamamıştır. Aslında asıl absürd olan kurbanın durumudur. Ama eğer biz saldırganın durumunu absürd olarak nitelersek bir suçu gözardı etmemize yolaçmaz mı bu durum, daha geniş boyutuyla da toplu kıyım ve soykırımların kapısını aralamaz mı?

1957 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Albert Camus’nün Yabancı romanı bizi bu yönden derin bir çelişki içinde bırakmaktadır. Romanın kahramanı, Cezayir’li bir Fransız olan Meursault, bir Cezayir’li Arap’ı umursamadan öldürür. Kendisi de Cezayir’li bir Fransız olan Camus, romanın felsefesini neden öldürülen Arap’ın hayatı üzerine değil de öldüren Fransız’ın üstüne kurar? Babasını hiç tanımadan büyümüş olan zavallı, yardımsever, saygılı Fransız saldırganın tüm insani yanları bizi saracak derecede ustaca ve ayrıntılı olarak verilirken kurbanın Arap olduğunu bilmek dışında insani hiçbir özelliği romanda yansıtılmamıştır, okur onun ölümü üzerine hiç düşündürülmez, inkarcı bir bakış açısı ile kurban hemen silinir gider. Babasını romanın kahramanı gibi hiç tanıyamadan 1 yaşında iken kaybetmiş olan Camus’nün bu romanı yazdığı 1942 yılından 3 yıl sonra Fransa, 1945 yılında Cezayir’de 1,5 milyon Arap’ın ölümü ile sonuçlanacak olan Cezayir bağımsızlık hareketini bastırma savaşını başlatacaktır.

Romanın bir sahnesinde, mahkemede savcı “hele bu adamda rastlanan türden bir kalpsizlik toplumu içine sürükleyecek bir uçurum halini alırsa” der (s97). Gerçekten de sanki romandan 3 yıl sonra romanın kahramanının kalpsizliği toplumu içine sürükleyecek bir uçurum halini almıştır ve daha 1 yıl önce işgalci Almanlar’ın istilasından kurtulmuş olan Fransızlar 1,5 milyon Cezayirli Arap’ın katledilmesine sessiz kalır, keza Camus de. Fransızlar ve Camus, romandaki gibi yoketme eylemini değil, tamamen başka şeyleri tartışırlar, katliam kurbanları romanda ölür ölmez silinip giden kurban gibi silinip gidiverirler Fransız halkının gözünde. Meursault aslında bir Arap’ı öldürmekten sanıktır ama mahkemede hakim, savcı, jüri üyeleri ve basın sanığın ahlaki yönüne ve aldırmazlığına odaklanmıştır. Savcı, “bu cinayetin kendisinde uyandırdığı dehşetin, sanığın duygusuzluğunun uyandırdığı dehşetten daha çok olmadığını” söyler mahkemede (s98). Meursault’nun avukatının en fazla 1 yıl ağır hapisle kurtuluruz dediği dava başka bir yöne sapmıştır ve umulmadık konular yargılanmaktadır. Bir Arap’ın hayatından daha önemli olan nedir? Aslında kimse Arap’ın ölümü ile pek fazla ilgilenmemektedir, herşey dönüp dolaşıp sanığın, annesinin ölümüne karşı kayıtsızlığı, annesinin ölümünden bir gün sonra hiçbirşey olmamış gibi yaşamını sürdürmüş olmasına gelip dayanmaktadır. Meursault’nun avukatı, “bu adamı anasını gömdü diye mi suçluyoruz anlayalım” diye isyan eder (s93). Ama savcı “anasını manen öldüren bir adam kendisini dünyaya getirenlerin canına kıyan kimse kadar insanlıktan çıkar (s98). Bugüne kadar bu güç görevimde hiçbir zaman bu derece kutsal ve amansız bir görev bilinciyle ve insana sadece korkunç şeyler esinleyen bu adamın karşısında duyduğum türden bir nefretle, bu derece kendimi dengelememiş ve rahat olmamıştım” (s99) diyerek idam talebinde bulunur. Ancak savcının gayreti ve Camus’nün vicdanı, yine de sanığın kalpsizliğinin yarattığı uçuruma düşmekten kurtaramaz Fransızlar’ı. Hastalık artık bulaşmış, Fransız toplumu da absürde kapılmış ve başka toplumların iradesi dışında onlara nihilizm ihraç etmek zorunluluğu içine girmiştir. Camus bu durumu çok önceden bilinçsizce teşhis edip romanlaştırmış ve yaklaşan kıyımın haberini vermiştir.

Romanda Arap’ın ölümüne karşı Fransızlar’ın takındığı tavır ile Fransız kamuoyu ve Camus’nün 1,5 milyon Arap’ın öldürülmesine karşı takındıkları tavır arasında da ilginç benzerlikler vardır. Camus Cezayir olayları ile ilgili, doğup büyüdüğü toprakların insanlarının yanında değil, olayların faili olan Fransız devletinin yanında olmuştur. Cezayir bağımsızlık hareketini, paranoid bir bakış açısı ile, Sovyetler Birliği ve Arap Milliyetçiliği’nin demokrasinin beşiği özgür Avrupa’yı güneyden kuşatma projesi olarak görmüştür ve bu nedenle Cezayir’in tam bağımsızlığına karşı çıkmıştır. İspanya’nın Faşist yönetimden kurtulması için uğraşan Camus’nün Cezayir’in bağımsızlığı sözkonusu olduğunda takındığı tavır çifte standartlı iç dünyasını belli etmektedir. Camus Sovyetlere karşı Doğu Almanya, Polonya, Macaristan’daki tüm ayaklanmaları desteklemiştir. Romanın kahramanı gibi hem çok iyi hem de çok kötüdür.

Romanda dikkat çeken şeylerden biri de Fransız kahramanların insani ve ruhsal derinlikleriyle ele alınırken Arap kahramanların ele alınış biçiminin oldukça yüzeysel olmasıdır. Hatta bay Salamano’nun köpeğinin duygusal dünyası bile önemli bir ayrıntı haline gelir. Buna ek olarak romanın karakterleri ile ilgili önemli bir yarılma da dikkati çeker; karakterler iki gruba ayrılmış gibidir: Fransız, isimleri olan, ayrıcalıklı, duygusal ve felsefi derinliği olan, şiddet uygulayan birinci grup ile Arap, isimsiz, şiddete maruz kalan, yaşama hakkı bile tartışmalı, duygusal ve felsefi derinliği olmayan ikinci grup. Bay Salamano köpeğini sürekli döver, komşu Raymond Sintés bir Arap kadını kullanır, döver, Meursault Raymond’un lehine tanıklık yapar ve polis Arap kadına uygulanan şiddet karşısında saldırgan Fransız’a sadece uyarı cezası verir, Raymond ve arkadaşı Masson Arap kadının erkek kardeşi ve arkadaşını bir güzel döverler, en sonunda da Meursault Arap kadının kardeşini dört kurşun sıkarak öldürüverir. Araplar’a yönelik şiddetin ve öldürme eyleminin hiçbir vicdani muhasebesine rastlanmaz romanda, çünkü bütün saldırganlar absürd kılıfının arkasına saklanmıştır. Asıl absürd olan kendi vatanında yaşayan yerli halkın işgalci başka bir halk tarafından baskıya ve zulme maruz kalması değil midir? Camus yaklaşmakta olan felaketin farkına vardığı zaman zulmedenlerin absürd kılıfına sığınacaklarını farketmiş ya da daha acı olanı onlara absürd akımından bir kılıf hazırlamıştır. Bu kılıf tamamen felsefi bir motiftir, ama aynı zamanda haçlı seferleri ve cihad eylemindeki dinsel motifler gibidir de, yani öldürmeyi haklı gösterir bir yerde, yoketme hakkı tanır, öldürme ve yoketmenin yarattığı acıları gizler, kurbanların durumundan daha önemli hale getirilir saldırganın sorunları. Absürd felsefesinin de dinsel saldırganlıktaki gibi saldırıyı ve saldırganı kutsadığını, yücelttiğini görüyoruz dikkatle düşününce, çünkü romanı okurken mağdurların çektiği acılara zerre kadar odaklanmadan varsa yoksa saldırganın hayatı, çıkmazları, acıları öne çıkıyor okuyan için, bir yerde saldırgana acıyacak hale bile geliyorsunuz kanı dökülenleri unutup.

Ateist bir filozofun felsefesi nasıl dinsel bir felsefeye bu kadar yakın olabilir? Saldırganın yüceltilmesi zorunluluğu mu? Sömüren kendisini haklı hissedebilmek için kendine güç verecek bir zemin yaratmak zorundadır, yoksa uygulamak zorunda kalacağı şiddeti kendisinin ve başkalarının gözünde mazur gösteremez, vicdanı ile başa çıkamaz. Bunun için sömüren, kendisini yüceleştirecek kavramlar yaratmaya çalışır; o iyi, zeki, gelişmiş, medeni, duyguları olan ve bütün bunlar nedeniyle yaşamayı hakedendir, tıpkı Yüzüklerin Efendisi eserindeki Elf’ler, Hobbit’ler gibi. Sömürülen ise ikinci sınıf, geri, düşünsel ve duygusal derinliği olmayan ve bunların sonucunda da yaşama hakkı olmayandır, tıpkı Yüzüklerin Efendisi eserindeki Org’lar gibi. Sömürmeye niyetli olanlar inanç zeminlerini bu biçimde kurunca sömürmeleri kolaylaşır. İşte bu yüzden, yani bir filozofun felsefesi bir inanca dönüştüğü için dinsel bir motife benzemeye başlar. Romanın kahramanı gibi çelişkileri içinizde büyütmeye başlarsınız, Meursault gibi Fransızlar ya da diğer sömürgeciler de iyiyi ve kötüyü birarada barındırmaktadırlar. Kendi ülkesi içinde ve kendisi gibi olanlar için sonsuz özgürlük, adalet, hoşgörü sunan bir millet başkasına karşı acımasız bir yokediciye dönüşür. Meursault iyi bir evlat, komşu, sevgili, memur, dost iken aynı zamanda katildir de.

Absürd, mağdurun hayatını değil de saldırganın hayatını okumak amacıyla kullanılmaya başlanınca tetikçinin desteği haline gelir. Hayat anlamsızdır, saçmadır inancı olan bir tetikçi için kendi ölümü kadar sömürülecek, ikinci sınıf olanların ölümünü benimsemek de kolaylaşır, otuzumda ölsem ne olur yaşasam ne olur, yaşasalar ne olur yaşamasalar ne olura dönüşür. Bu noktada makine gibi adam öldürebilecek bir tetikçiyi yaratmış olursunuz. İnsanı her türlü değerinden sıyırıp bir tetikçi, bir terörist haline getiren bu süreç Fight Club (Döğüş Klübü) filminde de çok güzel işlenmiştir. Başkalarına rahatlıkla eziyet edebilmenin yolu kendi hayatını önemsememekten geçer. Bourne Identity adlı filmde ise özenerek yetiştirilmiş bir tetikçinin (Jason Bourne) insani değerlerden sıyrılamamasının işini nasıl aksattığı çok güzel anlatılmaktadır, kendisini ve başkalarını hala sevebiliyor olması öldürürken tutukluk yapmasına neden olur.

Camus, Yabancı adlı romanında içinde yetiştiği toplumu iyi analiz etmiş ve toplumun yapısının bir felaketi hazırladığını görmüştür ama bunu açıklıkla belirtmektense güçlünün safına geçip Nobel Edebiyat Ödülü’ne doğru yürümüştür. Bir komünist, Cezayir’li bir Fransız, kendi deyimi ile bir “kara ayak” olmaktan kurtulup birleşik, özgür, üstün ve kaçınılmaz olarak emperyalist Avrupa idealinin peşinde koşmaya başlamıştır, sanki Yabancı romanında Camus Meursalt’ya Arap’la birlikte içindeki “kara ayağı” da öldürtür. Çağdaşı olan ve onaylamadıkları halde isimleri birlikte anılan Jean Paul Sartre ise siyasi duruşuna ve eserlerine zarar vereceğinden kaygılandığını belirterek Nobel Edebiyat Ödülü’nü reddetmiştir. Sartre’a göre bu ödülü tercih etmek aynı zamanda siyasi ve felsefi bir tercihtir ve bu tercih insanı Sartre’ın hoşlanmadığı bir yönde dönüştürür. Camus, Sartre’ın endişe duyarak kaçındığı bu tercihi ve sonrasında da dönüşümü yapmış olmalıdır. Kimbilir belki de Nobel’i tercih etmenin bir düşünürü ne hale getirdiğini yakınındaki Camus’de gözleyen Sartre, bundan gereken dersi çıkartmış ve reddini bu derse dayandırmıştır.

Dr. Mutluhan İzmir, Bilim ve Ütopya Dergisi 

İZDİHAM