29 Kasım 2019

Cemal Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken

ile izdiham

Kim var imiş biz burada yoğ iken sorusunu neden hayatın acılarından dem vuran, “tas tas içtim ağuları sağ iken” diyerek başladığı bir şiirin sonunda sorar Karacaoğlan? Kâh âşık kâh düpedüz çapkın sesi ile tanıdığımız şiirlerinde pek görülmeyen, ya da açık edilmeyen bu felsefi-tarihi duyarlığı, neden kendisine kolayca yakıştıramadığımız efkârlı bir şiirin sonuna yerleştirir?

Bu soru sizde bir merak uyandırmadıysa, hatta tarihçilerin bu tür sorularla uğraşmasını yadırgıyorsanız bu kitabı okumanızı tavsiye etmem.

Burada bir araya getirdiğim dört denemede, on altı ve on yedinci yüzyıllar Osmanlı dünyasından oldukça mütevazı dört kişi ve onlarla ilgili bulduğum belgelerin ışığında peşine düştüğüm bazı sorular ele alınıyor: Babasından kalan arazi üzerindeki haklarını korumak için 1521’de divan-ı hümayuna başvuran Mustafa adlı Yeniçeri; 1660-64 arasında İstanbul’da günce tutan Seyyid Hasan adlı derviş; ticaret için gittiği Venedik’te 1575’te ölen Ayaşlı Hüseyin Çelebi; rüyalarını kaleme alarak şeyhine mektupla gönderen ve bu yolla irşad edilmeyi bekleyen Üsküplü Asiye Hatun. Yazıların her biri ampirik malzemeye, arşivlerde ve yazma kütüphanelerinde bulduğum kaynaklara dayanmakla birlikte, tarihçinin “uzak gözlüğü” saydığım yöntem, paradigma ve felsefe meseleleriyle de uğraşır.

Karacaoğlan’ın “bizden evvel gelen”lere seslenişi, Yunus Emre’nin “biz bu ilden gider olduk / kalanlara selam olsun” şiirinde ahiret âlemine göçerken bu ölümlü dünyanın insanlarına yönelen sesinin içbükey yansıması gibidir.(1) Yunus’un aklında hep ölüm ve ahiret vardır, orayı anlamaya çalışır, cevapsız kalacağını bilse de mezartaşlarına sorar, ölümlü olmanın ne menem bir şey olduğunu idrak etmek için uğraşır, buralılara yani dünyalılara bu ince elemelerinden bir hisse çıkarır, selam verir, sonra da başını çevirip öteye bakan yoluna devam eder. Karacaoğlan ise hayat doludur, malum, baharın gelip de çiçeklerle donattığı bir dağa baktığını, ya da bir biçimde hayatın ortayerinde durduğunu ifade edecek imgelerle lafa girmeyi sever. Bu efkârlı şiirinde bile, üzerinde ömrünün yarısını tükettiği ama demek ki öbür yarısının hala önünde uzanıp gittiğini düşündüğü bura’dan, ayaklarını sağlamca bastığı dünyadan öteye doğru sual eyler (daha doğrusu, sual eyleme işini bile okura havale eder).(2)

Aradaki fark belli belirsizdir, ama benim için önemlidir: Tarih, yok olanla değil bir zamanlar var olanla ilgilidir. Nitekim, Karacaoğlan da “kim var imiş” diye sorar, onların kanlı canlı insanlar olduklarını hatırlatacak şekilde, şimdi yok olduklarını değil bir zamanlar var olduklarını ifade ederek. Dönüp seyir ettiğimiz zamanlar için bir yokluk söz konusu ise, o bizim yokluğumuzdur, anlama çabasıyla telafi etmeye çalıştığımız yokluğumuz. “Onlardan sonrası” olduğumuzun ve bir de “bizden sonrası” olacağının bilinciyle, yani bugüne ait ve geleceğe dönük bir perspektifle anlamağa çalıştığımız birileridir mazinin insanları. Yunus gibi ölüm gerçeği ve ahiret üzerine düşünmek isteyenler felsefeye yönelse gerektir, Karacaoğlan gibi hayat ve dünya üzerine düşünmek isteyen ise tarihe…

İnsanların tarihini yazmak için onları anlamak, tecrübelerini duyumsamak ve yorumlamak (kökten şüpheci olacaksak, “başkalarını anlamanın mümkün olduğu kurmacasına katılmak” diyebiliriz) gerekir. “İnsan kalbi,” der Tanpınar, “başkalarının duygularına ancak kendi tecrübeleri nisbetinde açıktır.” İyi hoş, ama insan kendi tecrübelerine, yani onlardan bir şeyler öğrenmeye ne kadar açıktır? Kendinin farkında olduğu, kendisi üzerine düşünmeye katlandığı kadar. Yani tarihçinin zenaatında ilerlemesi, kaynak çalışması ve yöntem bir yana, onun kendisine ve dünyasına dair farkındalığını geliştirmesi, duyarlık perdesini tecrübelerini kendine kılavuz edinecek şekilde genişletmesi ile mümkündür.

Tecrübe deyince muhakkak acı ve yanlış ve pişmanlık girer işin içine. Bizi geliştirdiği için güzel şeydir tecrübe ama çoğu insanın ve çoğu toplumun çoğu tecrübesi acılarla örülmüştür. Kolonileri de kendisi gibi ufak bir Avrupa ülkesine hükmettiği için, yirminci yüzyılın fazla adı geçmeyen diktatörlerinden Salazar’ın “mutlu ulusların tarihi yoktur,” derken kastettiği budur. Şimdilerde, acıdan bahsedilir edilmez, arabesk nitelemesi yapıştırılıyor, oysa tango da acıdan bahseder, Billie Holliday de. Reklamların yansıttığı mutlu aile tablolarının normallik olduğu yanılsamasına kapılmamışsanız acıdan konuşmanın utanılacak bir yanı yoktur. Amerika’nın onyıllar boyu kendini, hem halkına hem dünyaya, bir talih beldesi, bir Eldorado olarak sunduğu uzun reklamın bir süre inandırıcı olabilmesi, herhalde, “tarih noksanlığı”na bağlıdır. Yoksa, tarihli toplumlar ütopyadan çok distopyaya meyleder. “Öncesiz sonrasız şimdiyi tam tamına benimsemiş olsaydık,” Cioran’a göre, “tarih vuku bulmazdı ya da her halükârda ağır yük veya azapla eşanlamlı olmazdı”.(3)

“Nedir bu dünyanın hali? Nedir bu insanların çekisi?” sorularının peşinden gitmek isterseniz tarihle ilgilenmeğe başlamışsınız demektir. Burada maksat, çekilmiş çileleri, yaşanmış zulümleri tekrar tekrar terennüm etmek değil. İnsanların hayata nasıl anlam ve zevk, derinlik ve eğlence kattıklarını, kendilerine özerk yaşama ve ifade alanları açtıklarını, üreticiliklerini ve yaratıcılıklarını sergilediklerini, hınzırlıklarını ve hergeleliklerini anlamak da bu işin parçası, hatta –Cioran’ın affına sığınarak– benim tercihimdir, ama tosladıkları ve ördükleri duvarları, çektikleri ve çektirdikleri kahırları unutmadan. On yedinci yüzyılın büyük düşünürü ve tarihçisi Kâtip Çelebi, herkesin tabiatında kendi tekliğini (bireyliğini?) ve bağımsızlığını (“teferrüd ve istiklal”) yaşamaya eğilim olduğunu yazar, ama aynı zamanda başkalarının üstüne çıkmaya, reis olmaya da (“riyaset”) meylettiklerini söyler. Ve ekler: Bu “tek ve bağımsız olma” halini tatmanın derecesi, “cemiyette mevcut olan sınıfların makam ve rütbelerine göre olur”, yani toplumsal hiyerarşi, sınıflı ve zümreli yapı, eşit bir şekilde yaşanmasına izin vermez, “akran ve emsale tabi olmaktan insana ar (utancın verdiği ağırlık hissi) gelmeye başlar”. Peygamberler için bile bu insanlık hali ve ezici hiyerarşi geçerlidir: “Hatta rivayet ederler ki Hazreti Musa, [kendi] asrında nebilerin vücuduna rıza vermeyip dua etti, ruhlarını kabzettirdi.”(4)

Devletlerin, milletlerin, sınıfların, maddi kültürün, çevrenin tarihini yazmak için farklı kaynaklar, okuma yöntemleri, beceriler, vurgular ve hassasiyetler gerekebilir, ama onları da insansız yazamayacağımız aşikârdır. Hele bu kitaptaki gibi çalışmaların oluşturduğu tarihçiliğin öncelikle anlamak istediği, “kim var imiş” sorusunun davet ettiği üzere, insanlar ise… Toplumsal yapıların, süreçlerin, aidiyetlerin çerçevesinde anlamağa çalışsak da tekillikleri ile ele alınan insanlar… Kendilerine dair, biyografi veya mikrotarih yazacak kadar çok şey bilmediğimiz kimseler.(5) Hele, buradaki yeniçeri ve tüccar gibi, kendilerine dair bildiklerimiz, kısa ve işlevsel bir-iki arşiv belgesinden ibaretse; yani kaynaklar, hayatlarından ancak küçük bir kesit üzerinde yoğunlaşmamıza izin veriyorsa. Ama bu kadarıyla bile bu belgeler, “sıradan insanlar”ın hayatına sokulmak isteyenler için bir nimet. Bilhassa daha geniş ölçekli birtakım toplumsal yapılar veya süreçler ile bireylerin hayatının kesişme noktalarına dair soruları olanlar için. Venedik’te ölen Ayaşlı bir tüccarın ardından kalan bilgi kırıntılarının önemi, onu 16.-17. yüzyıllarda ülkelerarası ticaret ağının içine yerleştirdiğimizde belirginleşiyor. Öte yandan, bu ağı ören insanları, hayal meyal de olsa, tanımadan oluşturacağımız ticaret verileri kuru birer istatistik yığınından ibaret benim için.

“Sıradan insanlar” deyiminin aldatıcı bir yanı var. “Seçkinlerden gayrısı, Tarih yapan, Tarih’e geçen insanlardan gayrısı” gibi bir şeylerin kastedildiği belli, ama sıradan herhangi birini ele aldığımızda o sıradışı olmuştur zaten. Yakından baktığımızda sıradışı olmayan mı var? Hem, sıradışı olanı sıradanlığına da bakmadan anlayabilir miyiz? (Reşat Ekrem Koçu bu soruların hakkını verdiği için hem iyi hem öncü bir tarihçidir, hatta toplum ve kültür tarihçisidir diyeceğim ama kendisi bu terimleri eminim yadırgardı.)

Modern tarih yazıcılığının öncesinde tarihçilerin bu yaklaşımlara tamamıyla yabancı olduğunu düşünmek yanlış olur.(6) Örneğin, Osmanlı tarih yazıcılığını, bu geniş ve derin ve çok kulvarlı sahada sadece bir janr olan vakanüvisliğe indirgemek, bu geleneği de “hep sarayı, hep askeri olayları anlatmışlar” diye yargılamak doğru olmaz. Bir kere, vakanüvislerin vaka olarak ele aldığı olgular, bu dar tanımın sınırlarını çok aşar. Koçu’nun malzemesinin önemli bir kısmı bu kaynaklardadır. Hem, sultanı ve komutanı da insan olarak, hatta sıradan insan olarak ele almak mümkündür. Gelibolulu Mustafa Âlî’nin “Hülâsatü’l-Ahvâl der-Letâif-i Mevâiz-i Sahîh-i Hâl”inde, sultandan başlayarak toplumsal hiyerarşide aşağı doğru her sınıftan insanın, elbette sultan ve vezirlerin de, bu dünyada payına düşen kendine has dertleri anlatılır.(7)

Yirminci yüzyılda insan ve toplum bilimlerinin hikâyesini özetlemenin en iyi yollarından biri, sanırım, yapısalcılık ile yapısalcılık sonrası arasındaki çekişmeye odaklanmak olurdu. Tarihçiler için bunu, yapı ile süreç arasındaki gerilim meselesi olarak ifade edebiliriz. “Vaka” yapısal olan ile süreç içindeki anın kesişme noktası olarak ele alındığında, tarihçinin bu ezeli derdine mütevazı ve zarif bir çözüm sayılabilir. Vaka yazarlığını küçümsemek doğru olmaz, zaten tarihçi tekil olan ile ilgilenmezse ölçüyü sosyoloji yönünde kaçırmış demektir.

Notlar

(1) Burada Karacaoğlan’ın “tarihi kimliği” meselesi üzerinde durmayacağım, çünkü zaten değişik Karacaoğlan’ların halk muhayyilesinde ve telif hakkı-öncesi yazma kaynaklarda bir araya getirilmesiyle ortaya çıkan yarı-efsanevi Karacaoğlan’dan söz ediyorum. 16.-17. yüzyılların efsane şairinden üç yüzyıl geriye doğru baktığım gibi, bugüne doğru bir sıçrama daha yaparak, Edip Cansever’in “ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır, asıl bu kalır”ı aynı çerçevede bir değerlendirmek isterdim ama bu yazıda değil.
(2) Öte dünyadan bu tarafa bakası olduğunda, aklına düşenler Yunus’tan çok farklıdır: Karac’oğlan der öldüm bilsinler / toplansınlar namazımı kılsınlar / mezarımı yol üstünde koysunlar / geçerken uğrasın yolu kızların.
(3) E. M. Cioran, Tarih ve Ütopya, çev. Haldun Bayrı (İstanbul: Metis, 1999), s. 98.
(4) Kâtip Çelebi, Mîzânu’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ehakk, haz. Süleyman Uludağ ve Mustafa Kara (İstanbul: Marifet, 2001), s. 226-7 (sadeleştirmede: 125-6).
(5) Belki Seyyid Hasan’ı bu yargının dışında tutabiliriz; güncesinden yola çıkarak bir mikrotarih çalışması yapma fikri yıllardır zihnimde dönüp duruyor ama burada okuyacağınız yazıda böyle bir işe girişmedim.
(6) Osmanlı dünyasında eğitim imkânlarının cılız olduğu erken dönemde bahtını Mısır’da arayan nice yetenekli Rûmî genç gibi, ömrünün çoğunu Kahire’de geçiren ve eserlerini Arapça yazan, Bergama doğumlu Kafiyeci’ye (1386-1474) göre, “tarihçinin aslî maksadı, muteber bir şekilde insanın kaydını tutmaktır”. Kafiyeci’nin daha önce bir benzeri olmayan Kitabü’l-Muhtasar fî İlmi’t-Tarih adlı eserinin Türkçe çevirisi için bkz. Kasım Şulul, Kafiyeci’de Tarih Usulü (İstanbul: İnsan, 2003); alıntı s. 102’dendir.
(7) Mustafa Âlî’nin bu manzum eserinin metni ve İngilizce çevirisi için bkz. A. Tietze, “Poet as Critic of Society,” Turcica (1977): 120-6 ve 145-60.

Cemal Kafadar

İZDİHAM