5 Nisan 2019

Bülent Parlak, Ali Koç Kaç Kişiyi Keriz Sanıyor?

ile izdiham

Rıdvan Dilmen’in posteri, kerpiçten yapılmış evimizin badanalı duvarlarına asılmış ilk posterdi. Asan da bendim. Köyde yaşayanlar poster asmazdı duvarlarına. Duvarlarda sadece büyüklerimizin -varsa- siyah-beyaz fotoğrafları olurdu. Evimiz kerpiçten yapılmıştı ve bana o zamanlar kocaman gelen bir salonu vardı. Yıllar sonra küçülen her şey gibi salonumuz da sonradan küçüldü. Salonun tam ortasında bir ayna, aynanın iki tarafına çakılmış çivilerde havlular durur ve yüzümüzü yıkadıktan sonra o havlularla kurulardık. Banyo kazanının sobası pazar günleri yakılır ve başımıza tas vurula vurula yıkardı anam bizi.

Her ilkbaharda anam eline fırçayı alır, badanayla odaların duvarını boyardı. Evimizin duvarları beyaz kireçle boyayınca kendimizi yoksul, mavi kireçle boyandığında maddi durumumuzun iyi olduğunu hissederdim. Bizim için o vakitler evden sabah erkenden çıktığımız, akşam da geç gelmek için son bir mahalle maçı daha yaptığımız zamanlardı.

Salonun tam ortasında asılı duran aynadan saçlarımın tarandığını fark ettiğimde Rıdvan’ın da posterini o duvarlara asmıştım. Biliyorsunuz; ergenlik eskiden yoktu. Bizi onlu yaşlarımızın ortalarına doğru saçlarımızı taratan, yamalı çorap giymekten utandıran bir şey vardı ama o ergenlik değildi.

Mahalle maçlarında Rıdvan olmayı kimseye kaptırmazdım. Onun adıyla maç yapmak bile fazladan birkaç gol atmaktı bizim için. Onun gibi yürümeye çalışır, onun gibi koşar, onun gibi hızla koşarken bir anda durmaya çalışırdım. O kerpiç evin salonunda kaç kez aynayı kırdığımı hatırlamıyorum.

Ben de kötü futbol oynamazdım. Solaktım ve az gururlanmazdım solak olmakla. Mahalle maçları esnasında attığım goller, solak olmam. Kasabamızın futbol takımı Beydağıspor’un antrenörü Hacoş Abi’nin de (asıl adı Mehmet’ti ama nedense ona herkes Hacoş derdi) dikkatini çekmiş olacak ki birgün beni ağabeyim aracılığıyla oynamam için kulübe çağırmıştı. Gittim.

Amcamoğulları Erhan ve Veysel de Beydağıspor’da futbol oynuyordu. Kulübe çağrılınca soluğu ilk onların yanında almıştım. Onlar benden büyüktü ve kulüpte benden önce futbol oynamaya başlamışlardı. Kulüpte oynayınca artık mahalle maçlarına daha az katılır; biraz da bize hava atar olmuşlardı. Onlar artık lisanslı futbolculardı; biz ise mahallede sıradan futbolcu. Çağrıldığımı duyar duymaz onların yanına gitmemin en büyük sebebi bu olsa gerek. Artık eşittik onlarla.

Erhan, iyi bir orta saha futbolcusuydu. Veysel ise şehit oldu askerde. Şehit olmak bizim dinimizde güzel ama insan çok özlüyor.

İki yıl futbol oynadıktan sonra B Genç Milli Takımına çağrılmıştım. Boyum çok kısaydı ama orta sahadan gol atacak kadar sol ayağımla iyi vururdum topa. Güneydoğu ve Doğu Anadolu Futbol Federasyonu’nun futbol seçmelerinde beni de milli takıma seçmişler ve o yaz Danimarka’ya gideceğimiz ortaya çıkmıştı. Anamın Danimarka’ya gideceğimi duyduğu anda bana “gidersen sütümü sana helal etmem.” sözünden sonra bir daha hiç futbol oynamadım. Birkaç halı saha maçı hariç. Hiç pişman olmadım gitmediğim için. Çünkü anamın sütü hiçbir şeyden kıymetli hiçbir zaman olmadı.

Beydağıspor’da oynarken takımın büyük bölümü yanlış hatırlamıyorsam Galatasaraylı’ydı. Galatasaray’da o yıllarda Tanju fırtınası esiyor; gol üstüne gol atıyordu. Benim için ise Rıdvan bir başkaydı. Ben hiç skorlarla, sayılarla ilgilenmedim. Rıdvan koşunca bütün günler ve gökyüzü şaha kalkardı benim için.

Tanju Çolak o yıllarda çalkantılı bir hayat geçiriyordu. Gazete manşetlerinde Hülya Avşar ile yaşadığı ilişki sanayide, marangozların ve tamircilerin tek konuştuğu konuydu. Anam da bu esen rüzgârı kendi dilince yıllarca yorumladı durdu: Onun için kötü insanların adı artık Tanju, iyilerin ismi ise Rıdvan’dı.

Fenerbahçe’yi en çok Rıdvan Dilmen’le sevmiştim. Oğuz, Aykut, Schumacher, Nezihi, Hakan, Erdi. Çocukluğumun futbol kahramanlarıydı.

O günden beri Fenerbahçe’yi çok sevdim. Ama bunu hiç belli etmedim uzun süre. Sanıyordum ki çok söylersem formamız eskir.

Fenerbahçeli olmak benim için saklanması gereken bir şey oldu hep. İçimden, sessizce, hep çok severek tuttum Fenerbahçe’yi. 2005 sezonunda şampiyon olduğumuzda kızımı da Fenerbahçeli yapmak için evden Şükrü Saracoğlu Stadyumu’na kadar birlikte yürümüş ama şampiyonluk maçına girememiştik. Çünkü maçı izleyecek param yoktu ve kızıma şu yalanı söylemek zorunda kalmıştım. Forması olmayanları içeri almıyorlar. Maçın bitimine yarım saat kala Bağdat Caddesi’ne kadar omuzlarımda kızımla yürümüş ve o da Fenerbahçeli olsun diye gece yarısına kadar birlikte eğlenmiştik. Fenerbahçeli olmadı.

Evime çok yakın olan Şükrü Saracoğlu Stadyumu’ndan gol sesleri evin içine kadar geliyor çoğu zaman. Bir zamanlar posterini duvarlara astığım takımımın attığı golleri evin içinden duyunca salonu kireçle boyanmış evimiz geliyor aklıma. İnsan diyorum, nerede oturursa otursun yine de Fenerbahçe’yi çok sevebiliyor.

Her galibiyet, zafer olmaz. Her zafer de galibiyetle kazanılmaz. 2011 yılında şike süreci başladığında hep şunu demiştim: Fenerbahçe şike yapıyorsa o da güzeldir. İkna olmadığım o kadar çok şey vardı ki o süreçte. Bakın; ben hileye karşı olan biri değilim; hilenin h’sine bile karşıyım. Sonradan ortaya çıkan kumpaslar ve rezillikleri şimdi hepimiz biliyoruz. Kimin ne için, neden yaptığını da.

Aykut Kocaman’ın o sezon Ali Koç ile kulübü ayakta tutmak için nasıl çırpındığını daha dün gibi hatırlıyorum. Aziz Yıldırım’ın arkasında duran biz milyonları da.

Şimdi Fenerbahçeli olan, her şeye rağmen çok Fenerbahçeli olan ve onu hiç yalnız bırakmayacak olan bizlerden şimdi kulübe destek olmamız isteniyor.

25 yaşında iki genç. Biri futbol oynuyor ve senede 15 milyon TL kazanıyor. Diğeri yılda 4 bin TL almak için okumadığı okul, girmediği KPSS kalmıyor, üstüne torpil bulmak da zorunda. Sonra senede 15 milyon TL kazananın çalıştığı kulübün borcu siliniyor ama diğerinin KYK borcu silinmiyor.

Bu yetmiyor. Sonra sizler kulüplerimizi batırıyor, onca yoksulluklarına rağmen takımlarını hiç yalnız bırakmayan KPSS insanlarının, tamircilerin, berberlerin cebindeki paraya göz dikiyorsunuz. Şimdi uzun zamandır ne zaman bir zengin görsem ceplerimi kontrol etmek zorunda hisseden ben elbette bu kampanyada kulübüme yardım etmek istiyorum. Ama bu nasıl bir düzen ki günün sonunda sizler kimsede olmayan araba modelleriyle gezecek, yılda en az birkaç trilyon kazanacak, çocuklarınızın değil tüm ailenizin geleceğini garanti altına alacaksınız ama ben kızıma yalan söyleyerek şampiyonluk maçını izletememişken benden, bizlerden kurtuluş için para talep edeceksiniz.

Ve gazeteler, televizyonlar çok büyük bir iş gerçekleşiyormuş gibi dün geceden beri şu kadar para toplandı diye arsızca haber yapacaklar.

Dünya öyle bir yer ki zenginler kötü günlerde evlerine çekilirken bize yine Allah, kördüğüm edilmiş şeyler ve gururlandığımız yoksulluğumuz kalacak. Bari haftada bir heyecanla izlediğimiz takımlarımıza el atmasaydınız? Dilerim ki şiirde hiç para olmaz. Yoksa onu da bize bırakmayacaklar.

Bülent Parlak

İZDİHAM