10 Ağustos 2016

Abdullah Uluyurt, Kalbime Vurduğun Darbe Yeter

ile izdiham

Kapağı dahi iştah kesici kitabın sönük sayfalarında ilerlemek benim için hiç kolay olmuyordu. Dili mi ağır gelmişti; yoksa öykü mü sıkıcı tam manasıyla kestiremiyordum. Nedense sevdirememişti kendini. Kuşkusuz Nobel ödülüne sarılmış yazara yakışmayan bu durum, bana eskilerin ‘rikkat’ söylemini hatırlattı. Vaziyeti, ancak böyle sadelikle özetleyebilirdi tek kelime.

Sayfa ayracını bulmak zor olmadı. Bir önceki sayfaya pusuya yatmış, sanki sahibini bekliyordu. Ben onu, o beni görünce birbirimize methiyeler düzeceğimiz bugüne kadar aklımın ucundan geçmemişti. Kitabı kapatırken sol kolumdaki mavi kordonlu saatime kaydı gözlerim. Yelkovan ve akrep kamp kurmuş gibiydi, rakamlarla kaplı deniz kıyısına.

—Yuh be! Hala 9 mu saat? Of Allah’ım ya! Alayına isyan Müslüm Baba.

Akşamın haleti ruhuyesi öğleden sırıtmıştı. Can sıkıntım, ev arkadaşımın ikindiye doğru memleketine gitmesiyle başladı ve ocakta unutup yaktığım yemekle devam etti.

—Yalnızım dostlarım, yalnızım yalnız. Tutun kollarımdan düşerim şimdi…

Arada kendimi ödüllendirmek hoşuma gitmiyor değildi. Zaman zaman kısık sesle şarkılar söyler, şiirler mırıldanırdım. Tam olarak parçanın deruni sızısını yaşadığım esnada mırıldanan sadece dudaklarım değildi. Karnımdan gelen tuhaf sesler ona eşlik etmeye başladı. Akşam yemeğinin yanmasıyla karnımı aç bırakmam hezeyan değil miydi? Oysa diğer taraftan ekmeği de kısmam elzemdi. Zira arkadaşlarımın son günlerde, gülerek “lan semiz” söylemlerine aldırış etmiyor tavrım, içimde patlayan alevleri görmemelerine yönelik olduğunu sadece içimdeki ben biliyordu.

—Bugün de akşam yemeyim, ölecek değilim sonuçta. Ya da en güzeli çay koyayım, kahvaltılık hazırlayım.

Çay koymak üzere odamdan mutfağa doğru yöneldim. Peynir, zeytin gibi hafif gıdalarla geçiştirecektim, yağ bezleriyle kaplı vücudumu. İçeriği kireçten gözükmeyen alüminyum çaydanlığa su doldurup gerisingeri odama döndüm. Ev arkadaşım Kamil’i uğurlarken otogarda kulağımı gıdıklayan ve sonra dilime pelesenk olan şarkıyı açtım tabletimden. ağbi Orhan Gencebay’a cool şekilde eşlik ediyordum.

—Belki de çok mutlu olacaktık, tutsaydık dilimizi…

Uğuldamayı şiar edinmiş parçalara nazaran; Orhan, Müslüm, Ferdi, Ali Kınık ve ismini bir an hatırlayamadığım onlarca ‘acıtasyon şarkıcıları’, kulağıma hoş geliyordu. Galiba benim dertlerimi dile getirdiklerine inanıyordum.

Bazı vakitler, bu acıklı, iç yakan şarkılar; benim, kalem ve kâğıda sarılmama sebepti. Yine öyle oldu. Masama geçtim, çoğunun üzeri çizilmiş cümleciklerle dolu siyah ajandamı açtım. Sanmayın öyle hikâyeler, kallavi denemeler falan; sadece sosyal medyada beğeni fazlalığı getiren aşk cümleleri, üstü kapalı siyasi eleştirileri… Derken ilk cümlem düştü ağzımdan

—Leyla’ya özenme Dilruba! Evde kalırsın.

Böyle arada karaladığımı kimseye söyleyemiyordum. Çünkü semizden sonra arkadaşlarımdan ‘çakma entelektüel’ sözünü işitmek, kulaklarıma vereceğim en büyük yük olurdu. Hem bu tür şeyleri konuşmaya utanırdım. Ki zaten ben başkasının yerine de utanmayı şiar edinmiş biri değil miydim? İçimdeki benin sessizliği adeta soruma cevap teşkil ediyordu, o yüzden fazla üstelemedim. Konuyu değiştirmek galiba en iyisiydi.

Çok öksüz geldi, iki beyaz sayfanın ortasına kondurduğum bu cümle. Öyle sloganik bırakmak yakışmazdı, sağına birkaç kelam ederek ona arkadaşlar bulma niyetine giriştim.

—Bıraksalar…

Allah’ım oda ne? Şarkının bitmesiyle youtube’un otomatik oynatıcısı devreye girmiş, notaları çıkaramayan bir klarnetçinin etrafa yaydığı ses vari duygu dünyamın içine etti. Seksapalite noktasında kendine üst basamaklarda yer edinmiş yaz reklâmlarından oldum olası tiksinirdim. Sevmediğim ot yine burnumun dibinde bitti. Oysa Dil Yarası ne güzel mest etmişti ruhumun derinliklerini. Bu iğrenç ötesi müzikse, bütün hislerime ecel gibi geldi.

—Nereden çıktın lan sen? Tövbe tövbe. Sus be!

Neyse ki, sağ köşede “buradayım” diye haykıran Neşet Baba imdadıma yetişti. Önce sazını sonra sesini duymak öfke katmanlarımın levelini aşağılara çekti.

—Kendim giydim eğnime…

Aklımda tasarladığım cümlelerin çoğu aklımdan uçup gitti. Melâmet acaba önce kendime mi, yoksa bir türlü vazgeçemediğim şu youtube mi olmalıydı? Bilemedim.

Neşet Dede devam ettikçe, yazacaklarım ve dolma kalemim visal oldu. Tekrar masama oturduğumda yazdığım cümlenin sağını süslüyor, kendime itimat veriyordum. Erken zafer kazanmış komutan edasıyla bıyık altından gülerken, bu kez ses mutfaktan geldi.

—Eyvah çayı unuttum. Ya Rabbim nedir çektiğim? Annemi özledim ben ya, memleketime gitmek istiyorum. Bu yaz okulunun da, üniversitenin de Allah belasını versin.

Ben, içimdeki bazen utangaç, çoğu zaman heyecanlı ve ekseriyetle anlamsız özgüvenli bene söz yetiştirirken, istikamet yine değişti. Odamdaki ses, nostalji ziliyle cep telefonumdan geliyordu. Ocağın altını kapatır kapatmaz telefonumu açmak üzere koşar adım odama yöneldim. Arayan, Kamil’i uğurlarken beni yalnız bırakmayan ‘hakiki kankam’ Hakan’dı.

—Allah Allah! Bir şey mi oldu acaba? —Efendim Hakan

—Duydun mu?

—Neyi duydum mu Hakan?

—Darbe olmuş oğlum haberin yok mu?

—Ne darbesi Hakan ya! Saçmalama! O şakalar bir defa tutar aslanım. Keklik mi var senin karşında?

—Kardeş yemin ediyorum, darbe olmuş. Köprüyü kapatmışlar. Ankara’da da jetler alçak uçuş yapıyormuş. Ulan dünyadan haberin yok be! Bırak şu yazma sevdanı da aç şu haberleri. Ben Samet’i de alıyorum köprüye gidiyoruz. Gelecek misin?

—Sıkıntı olmasın?

—Ne olacaksa olsun lan. Onlardan korkan onlar gibi olsun. Biz çıkıyoruz. Gelirsen geçerken seni de alalım.

Nasıl “tamam” dediğimi inanın hatırlamıyorum. Darbe neydi ki? Evet, okuduklarımız ve izlediklerimizden tahayyül yapabiliyordum. Ha, dedemin ihtilal dönemi anılarını biliyordum ayrıca. Hayatın çilekeşliği yüzündeki çizgilerden okunan rahmetli dedemin anlattıklarından, aklıma mıh gibi çaktığım şu nüans vardı: İhtilal ülkeyi 40–50 yıl geriye götürür evladım.

Haklıydı Hakan, ne olacaksa olmalıydı artık. Üçümüz araçtan inip köprüye doğru depar attığımız sıralarda aklımdan bin bir türlü senaryolar geçiyordu. Askerleri ve tankları uzaktan gördüğüm vakit tüfek sesi irkiltti yüreğimi. Ve o an, cümlenin sağını süslediğime inandığım satırlar aktı gözlerimin önünden: Bırak, melâmet getiren şu inadı! Yakışmaz bize süngüler, miğferler… Bitsin, bu anlamsız kavga. Kalbime vurduğun şu darbe yeter!

Abdullah Uluyurt

İZDİHAM