Esma Atila, Şubat’ın Mavi Çiçeği
Koşarak metroya yetiştim. Kapılar kapanmadan kendimi vagona attım. Nefes nefese kalmıştım. Oysaki bir yere de yetişmiyorum. Neden acele ettim ki? Bazen sebepsiz yere hızlı hareket ediyorum. Bir anda bütün sinir sistemim telaşlanıyor. Sanki geç kalmışım da acele ediyorum. Bazen oturduğum yerden hızlıca kalkıp volta atarım. Oturarak düşünemiyorum. Ardından kendi kendimle konuşmaya başlarım. Ne tuhaf…
Metro her zamanki gibi havasızdı. Kaç kere şikâyet ettim, sayamadım artık. Klimayı geçtim, havalandırması da bozuk. Eskidi hep. Tangır tungur ilerliyor.
Metro kapısının karşısındaki direğe kolumu doladım, beklemeye başladım. Siyah camdan yüzüme baktım. O bilindik duygu oturdu boğazıma yine… İş görüşmesine gitmiştim. Hüsranla sonuçlandı tabii ki. Bu kaç oldu sayamadım. İçten içe hâlâ kendimi kanıtlamaya çalışıyorum. Bütün insanlığa “ben saygın biriyim” dedirtmek istiyorum. Bunun sebebini de biliyorum ama itiraf edemiyorum.
Bazen çok acırım kendime. “Vasatsın, eğitimsizsin, hiçbir şey bilmiyorsun, zavallının tekisin” diyerek kendi başımın etini yerim. En acımasız eleştiriler ağzımdan çıkar. Hakaret de ederim, ardından başımı yere eğer ayaklarımı izlerim.
Başarısızlık, saçlarımın dökülmesi kadar üzüyor ruhumu. Kendimi bu duygudan uzaklaştırmak için bir yer de bulamıyorum. Sarıyor bedenimi, yavaş yavaş eziyor. Metronun grisi gibi bütün ağırlığını sırtıma veriyor. Eğildikçe eğiliyorum. Metalik koku burnumu sızlatıyor.
Tuhaf koşturmamın ardından sakinlik çöktü üstüme. Biraz da terledim. Siyah camdan metrodaki insanları izlemeye koyuldum. Bulanık görmeye başladım herkesi, kimsenin yüzünü seçemiyorum. Rezil olurum diye ağlayamıyorum da. Evdekiler de haber bekliyor. Hiçbir zaman yüzlerini güldüremedim. Hiçbir zaman sevindirici haber veremedim. Art arda yaşanan kötü iş deneyimlerim adımı çıkardı bile. “Hiçbir baltaya sap olamıyor.” Bu saatten sonra düzenli çalışsam ne yazar ki…
Durağa gelince kapı açıldı. Karşımda koyu kabanlı iki kız belirdi. Karşılarında gözü yaşlı beni görünce sağa sola bakıp içeri girdiler. Bir tanesi başını çevirip metroda boş yer arar gibi davrandı. Kirpiğinin ucuyla bana baktı. Kış geldi diye siyah giyen insanlar… Kirpiğinin ucundaki o devasa kibiri görmemek imkânsızdı.
Gözlerimin buğusu artınca öfkelenmeye başladım. Kendime küfretmemek için dilimi ısırdım. Bütün bu saçmalıklardan kurtulmak istiyordum. Her şey saçmaydı; bu şehir, bu kokan metrolar. İmparator Neron haklıymış, böyle giderse ben de odun toplayacak kadar delirebilirim.
Derin bir nefes aldım, başımı eğdim, ayaklarıma doğru nefesi savurdum. Gözlerimi kapattım, artık durduramıyorum yaşlarımı. Herkes işini bulmuş yuvasını kurmuş da bir ben avareyim. Sarhoş, berduş ne varsa hepsi benim. Metrodaki bütün insanlar koltuklara oturmuş da ben ayakta kalmışım. Kendime acımam yetmiyormuş gibi bir de cık cık yapan bu insanlar üstüme üstüme geliyor sanki. Hiç işsiz kalmadınız mı diye haykırmak istiyorum. Ne var yani? Siz çalışıyorsunuz da ne oluyor? Ben hâlâ annemin yanında yaşıyorum. Bu kötü bir şey mi?
Açtım gözümü, nefesimi düzenlemeye çalıştım. Gözlerimi üst üste kırpmaya başladım. Kurusunlar artık. Öfke, acıma derken ağlayan ruhum da son durağa gelmiş metro gibi sustu. Az kaldı, dedim kendi kendime. Birazdan bu demir yığınından kurtulacağım. Temiz havaya çıkmak için can atıyordum. Midemden beynime doğru heyecan dalgası sardı yine. İçerideki, kimsenin bakmadığı reklam panoları kadar abuk sabuktu heyecanım.
Kapının açılmasını beklerken sağdaki camdan kırmızı çiçeklerin parıltısı gözüme ilişti. Genç bir erkeğin kucağında tatlı kırmızı renk güllerden buket vardı. Orta boylu, masum yüzlü, esmer bir genç. Temiz kalpli olduğu masum bakışlarından belli oluyor. Gözlerinin kenarındaki çizgiler memnuniyetle gülümsüyordu. Ciğerlerime hüzün yayıldı birden.
Metro son hızla gidiyordu. Camdan bütün yüzler hayalet gibi griydi. O griler arasında sarı renkler yanıp sönüyordu. Sarıların arasında seneler önceyi anımsadı kalbim. Sevgililer Günü’ydü ve o zamanlar doğum günümün Sevgililer Günü’nde olduğunu bilmiyordum. Loş bir mekânda akustik sesler ışıldıyordu. Dip dibe yuvarlak masalar etrafında çiftler sakince şarkılara eşlik ediyordu. Her yer kahverengi, her duvar sarı neondu.
Yuvarlak masalardan birinde de ben vardım. Bir anda kucağıma bırakmıştı çiçekleri. En sevdiğim çiçeklerdi. Laleler… Bahar çiçeğiydi ve kışın bulması zordu. Üstelik rengi maviydi. Uğraşmış, aramış, bulmuştu. Şaşırmaktan heyecanlanamamıştım. Öylece maviliklere dalmıştım. Sonra da eve nasıl götüreceğimi düşünmüştüm. Teşekkür edememiştim ama gözlerim onlarca duyguyla sarsılmıştı.
Çok sevildiğim zamanlardı. Her adım masum, her adım ilkti. Aşkın ilk olanı, fedakârlığı dağlardan yüksek, masumiyeti anne karnı bebeği gibi. Bir daha o kadar mutlu olmadım sanırım. Hiçbir zaman o “sevilme” duygusunu hissetmedim. Sonra çiçek de almadım zaten.
Gözlerim kuruyalı bir dakika bile olmadan yine doldu. Mutluluğu doruklarda yaşayınca, aşağı düşmesi de ani ve parçalayıcı oluyor. Düştüğümü fark etmemiştim; parçalarımı aramaya başlayınca anlamıştım. Buldum da hepsini ve anlamlandırdım. Şekil verdim, olmadı; bozdum, yine düzelttim. Parçaların köşeleri aşınmış, yamadım her birini ama tam olamadı. Boşluklar oluştu. Bütünü bendim, ayrıntılarda yoktum. Şekilsiz, ruhsuzdum.
İZDİHAM
