Can Eseler, Efendi ile Sirkteki Hokkabaz
Biz Türkler, bilinen tarihin ötesine uzanabilen köklü tarihe sahip bir kavimiz. Bu tarih, yalnızca kronolojik bir geçmiş değil; aynı zamanda siyasi, kültürel ve askeri anlamda çağlar boyunca varlık gösterebilmiş bir medeniyet birikiminin de göstergesi. Mezopotamya, Orta Asya, Çin sınırları ve daha sonra Anadolu coğrafyasında kurulan pek çok Türk devleti, yalnızca bulundukları zaman diliminde değil, tarih boyunca etkisini sürdürebilecek yapılar kurmuşlardır. Bugün bile Göktürk yazıtlarındaki anlayış, devlet aklına ve tarih şuuru gelişkin bir toplum yapısına işaret eder. Oysa bugün Avrupa haritasında gördüğümüz pek çok milletin uluslaşma serüveni çok yenidir. Siyasi varlıkları ise genellikle son iki, üç yüzyıla sığmıştır.
Akıncı Güç: Münci ve Münşi
Bu tarihsel derinlik, biz Türklerin yalnızca hayatta kalmakla kalmayıp askeri ve siyasi olarak da büyük bir güç olduğumuzun açıkça göstermektedir. Çin kaynaklarında “büyük tehdit” olarak geçen Türk boyları, Bizans için de daima bir denge unsuru olmuş, hem Avrupa’nın doğusunda hem Asya’nın merkezinde askeri stratejileriyle belirleyici roller üstlenmiştir. Mete Han’ın ordu sisteminden, Osmanlı’nın kapıkulu ocaklarına kadar uzanan askeri teşkilatlanma, disiplinli ve etkili yapısıyla dünya tarihine damgasını vurmuştur.
Çin’den Balkanlara kadar uzanan geniş bir coğrafyada hüküm süren Türkler, hem doğuda hem batıda medeniyetin taşıyıcısı olmuşlardır. Bu bir göç değil, bir yayılımdır, bir kaçış değil kuruluştur. Dağları aşarak gelen bu medeniyet, nehrin iki yakasında da köprüler inşa etmiştir. Orta Asya bozkırlarından İran platosuna, oradan Anadolu’ya ve nihayet Avrupa içlerine kadar ulaşan bu varlık, sadece fiziksel değil, düşünsel bir devamlılık da barındırmaktadır.
Kurdukları devletler, yalnızca siyasi başarılarla değil; medeniyet inşasıyla da tarihe damga vurmuştur. Karahanlılar döneminde yazılan Kutadgu Bilig, Selçukluların kurduğu Nizamiye Medreseleri, Osmanlı’nın vakıf kültürü ve külliye mimarisi gibi örnekler: biz Türklerin sadece savaşmakla değil, yaşatmakla da meşgul olduklarını gösterir. Medeniyetimiz, çeşitli inançlara ve kültürlere karşı hamilik yapmış, farklı toplulukların inançlarını ve kimliklerini koruma altına almıştır.
Hint dinlerinin etkilerini taşıyan yapılarla Abbasi hilafetini muhafaza eden siyaset aynı potada yoğrulmuş, Ortodoks mezhebinin hâlâ varlığını sürdürebilmesi bir ölçüde Türklerin sağladığı koruma ve müsamaha ortamının sonucudur. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet’in Ortodoks Kilisesi’ni koruma altına alması ve patriklik makamını muhafaza etmesi, bize borçlu oldukları bir mezheplerinin olduğunu onlara hatırlatmalı. Aynı şekilde Yahudiler, İspanya’dan sürüldüklerinde Osmanlı liman şehirlerine sığınmış, burada ibadet ve ticaret hürriyetine kavuşmuşlardır.
Birçok etnik ve kültürel topluluğun günümüze kadar gelebilmesi de Türklerin kurduğu medeniyet fikriyatının ve siyasi-askeri başarılarının sonucudur. Moğol istilası, Haçlı seferleri, kolonyal sömürgecilik gibi yıkıcı süreçlere rağmen Orta Asya’daki pek çok Türk topluluğu, Anadolu’daki Kürtler, Lazlar, Ermeniler, Yahudiler ve daha niceleri kendi kimliklerini sürdürebilmişse, bu Türk-İslam medeniyetinin münci (kurtarıcı) ve münşi (kurucu) yönetim anlayışı sayesinde olmuştur.
Sirkteki Hokkabaz
Avrupa’nın bugün ürettiği demokrasi ve insan hakları söylemi, tarihsel olarak oldukça yeni bir şey. Bugün görülüyor ki, Fransız İhtilali sonrası yayılan “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganı, sadece kâğıt üzerinde kalmış, uygulamada büyük çelişkilerle malul olmuştur. Demokrasi ilkeleri bir yandan dillendirilirken, diğer yandan kadınların seçme hakkı bile çoğu Avrupa ülkesinde 20. yüzyılın ortalarına kadar tanınmamıştır. Söz konusu fikirlerin ortaya çıkmasından önce, Avrupa’da yaşayan kavimler, kendi aralarında din, mezhep ve dil temelli savaşlarla birbirini boğazlamaktan çekinmemiştir. Protestanlar ve Katolikler arasındaki çatışmalar, Engizisyon mahkemelerinde yakılan insanlar, Avrupa’nın kendi içindeki hoşgörüsüzlüğünü gözler önüne serer. Aslında Avrupa için hala geçeli motto şudur ki, düşünce üretimi değil, dogma dayatması en başa yazılmalıdır.
Bu savaşların ve iç karışıklıklarının hepsi Avrupa’nın kendi iç kavgalarının, “öteki”yle baş edememesinin dramatik sonuçlarıdır. Sözüm ona “uygar” milletler, teknik ilerlemenin verdiği güçle birbirlerine bomba yağdırmış, milyonlarca insanı katletmiştir. Savaşların çıkış nedenleri din, ırk ve ekonomik çıkarlar gibi görünse de temelinde Avrupa’nın içindeki düşünsel ayrımcılığı ve tahammülsüzlüğü gözler önüne serer.
Avrupa için “öteki”, hep problemli bir kategori olmuştur. Tarih boyunca ötekiyle kavgalı olmuş, onu ya yok saymış ya da şeytanlaştırmıştır. Bu anlayış, sömürgecilik döneminde “medenileştirme” adıyla meşrulaştırılmıştır. Batılı olmayan her şey geri, ilkel ve barbar ilan edilmiştir. “İnsan hakları” gibi kavramlar ise yalnızca Batı insanı için geçerli sayılmış, Afrikalı, Asyalı, Müslüman, Yahudi ya da farklı olan herkes potansiyel tehdit olarak görülmüştür.
İnsan haklarını yalnızca kendi ulusal sınırları içinde kutsallaştıran, Afrika’da sömürdükleri, Müslüman kimliğiyle şeytanlaştırdıkları insanlar için bu hakları geçerli saymamışlardır. Fransız Devrimi’nin özgürlük vaadi, Cezayir’de yüz binlerin ölümüyle sonuçlanan işgali nasıl açıklar? Bu tablo, “medeniyet” adına yapılanların karanlık birer kaydıdır. Diğer insanları insan yerine bile koymamayı tercih eden Batı uygarlığı, bu yaklaşımını yalnızca Afrika’da ya da Asya’da değil, kendi kıtasında da göstermiştir. Amerika kıtasının keşfiyle birlikte Kızılderililer sistematik olarak yok edilmiş, büyük kısmı soykırıma uğramış, geri kalanı rezervasyonlara hapsedilmiştir. Afrika’dan gemilerle taşınan milyonlarca insan, yüzyıllar boyunca köleleştirilmiş; zincire vurulmuş hayatlar üzerinden kurulan refah, bugünün lüks şehirlerinin temelini oluşturmuştur. Yakın geçmişte Bosna’da, Batı’nın gözleri önünde binlerce sivil, yalnızca kimliği ve inancı yüzünden katledilmiş, Avrupa yine geç kaldığını söyleyerek sorumluluktan kaçmıştır. İnsan olmak, Batı için çoğu zaman Batılı olmakla eşdeğer tutulmuştur.
Perde kapanırken asıl kahraman sahnede kalır
“Barbar Türk” yaftası, yalnızca tarihsel değil, ideolojik bir araçtır. Gerçeklikten uzak bir etiketleme çabasıdır. Hâlbuki tarihsel olarak incelendiğinde, Türklerin kurduğu devletlerin farklı kültür ve inançlarla kurduğu ilişki, çok daha kapsayıcıdır. Osmanlı’da bir Yahudi, bir Ermeni, bir Ortodoks, kendi mahallesinde, kendi mahkeme sistemine göre yaşarken, aynı dönemde Avrupa’da engizisyon mahkemelerinde insanlar işkenceyle öldürülüyordu. Barbar ya da medenî tanımları, kimin ne kadar şatafatlı bina yaptığına değil, kimin ötekine yaşam hakkı tanıdığına göre yapılmalıdır. Bu bağlamda asıl barbarlık, farklı olanı yok etmeye çalışan, kendinden olmayanı dışlayan anlayışta aranmalıdır. Bu anlayışın barbar ve vahşi izleri, Avrupa tarihinin neredeyse her sayfasında vardır.
Katoliklerin Ortodokslara karşı uyguladığı şiddet, yalnızca Bizans’ın Latinler tarafından yağmalanmasıyla sınırlı değildir. Haçlı Seferleri sırasında İstanbul’un tarumar edilmesi, kutsal saydıkları topraklara ulaşmadan önce kendi Hristiyan kardeşlerine uyguladıkları zulmü gösterir. Yahudiler ise, Avrupa tarihinde sürekli günah keçisi ilan edilmiş, pogromlarla, zorunlu göçlerle, gettolarla yaşama hakkı sınırlandırılmıştır. İspanya’da Reconquista sonrası zorla Hristiyanlaştırma, Nazi Almanya’sında yaşanan soykırımlar, Batı’nın kendi içindeki hoşgörüsüzlüğünün en karanlık örneklerindendir. Bu listeye Ortadoğu’nun petrol coğrafyasında yaşanan işgalleri, modern silahlarla yapılan katliamları, Gazze’de süren abluka ve soykırımı eklemek de mümkündür. Biz Türkler de bu süreçte hem hedef gösterilmiş, hem de doğrudan hedef alınmıştır: Mora katliamı, Balkanlar’dan sürülen milyonlarca insan, Balkan Savaşları’nda yaşanan Türk katliamı, Türklerin soykırıma uğradığı örneklerdir.
Bugün medeniyet, demokrasi ve insan hakları söylemiyle dünyaya ders vermeye çalışan Batının, geçmişleriyle yüzleşmeden ahlaki üstünlük iddia etmeleri bir illüzyondur. Hokkabazın el çabukluğu gibidir. İzleyicinin gözünü başka yere çekip cebinden mendil çalmaktır. “Çok kültürlülük” kavramını vitrine koyup, arkada sınır dışı edilen mültecileri, botları batırılan göçmenleri, gettolaştırılan Müslüman mahallelerini unutturmak bir sahne oyunudur. Bu hokkabazlık, Batı’nın ahlaki pozunu tahkim etmek için her gün yeniden sahnelenir. Oysa gerçek, tarih kitaplarının arka sayfalarında değil, yetim çocukların gözlerinde, yerinden edilmiş insanların sessizliğinde saklıdır. “İnsan hakları” adıyla yola çıkıp, insanları yalnızca sayıdan ibaret gören bu uygarlık, sonunda kendi kurduğu sahnede kendi çelişkileriyle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Sirkteki hokkabaz, gösterisini bitirdikten sonra gerçeğe döner. Fakat ne yazık ki, Batının kurduğu sirkte sahne alan hokkabaz hâlâ kendini alkışlamakla meşgul.
İZDİHAM