23 Şubat 2017

Agnes Heller, Modern Etiğin İki Temel Direği

ile izdiham

Modern etikle, moderniteyi, bilhassa moderniteyi nitelendiren, modern dünyada yaşayan tekil bireylerin ve toplumların kendi ethoslarından bağımsız olarak paylaşmaları gereken etik türünü kastediyorum. Modern dünyada erkekler ve kadınlar hâlâ, farklı somut normları ve kuralları olan farklı topluluklar, kültürler, gelenekler içine doğmaktalar.

En azından başlangıçta bu normları ve kuralları geçerli kabul ediyor; daha sonraysa, bu ahlaki kültürlerin etkilerini isteyerek ya da istemeyerek kabul ediyorlar. Bir topluluğun ethos’u diğerlerinden daha katı ya da gevşek, daha evrensel ya da daha az evrensel olabilir, ama bu, bu konuşmanın konusu içine girmiyor.

Ben, kelimenin gerçek anlamıyla modern dünyanın, yani bütün toplulukların ve katı veya gevşek her türlü ethos’un toplamının, bu iki temel direği tanıması gerektiğini söylemek istiyorum – bu iki temel direğin, bunların hepsine birden zemin oluşturması koşuluyla.

Dünyaları binalarla karşılaştırırsak, denebilir ki, modern-öncesi dünyalarda evin tamamı toprağın üstünde güvenle durmaktaydı; sabit bir temele, zemine dayanıyordu; buna karşın, tek tük toplulukların hâlâ kendi temelleri olsa da, modern dünyanın temeli diye bir şey yok. İşte bu nedenle, modern dünyanın yeniden üretimini sağlamak ve onu kaostan ya da bütünüyle çökmekten kurtarmak için iki ortak temel direğe gereksinim var.

Aşağıda, bu iki temel direkten söz edeceğim. Normatif kuramdan uzak durmaya ve idealleştirmeye girmemeye çalışacağım ama önermem ampirik bir önerme de olmayacak. Yalnızca şu öneriyi savunmakla yetineceğim: Modern etiğin iki temel direği dünyanın en azından bir kısmında geçerli olarak tanınırsa, modernite yaşamaya devam edebilecek; aksi takdirde edemeyecek ve hal böyle olunca da dünyamızda savaş ve kaos durumu hüküm sürecek. Fakat bu iki temel direğin giderek artan sayıda kültür tarafından tanınacağına inandığım için, kötümser senaryonun gerçekleşeceğini düşünmüyorum.

Etiğin veya ahlakın iki temel direği olduğu önermesinde yeni bir şey yok. Aristoteles de bu iki temel direkten bahsetmiştir: İyi insan ve adil yasa. Bunlar modern etiğin de iki temel direğidir. Bununla birlikte, temel bir farklılık var. Modern-öncesi dünyada, Aristoteles’in dünyası da dahil olmak üzere, iyi insanlar ve adil yasa ya da politik düzen, örgensel olarak, temel toplumsal yapı ve temel inancın sağlam zemini üzerindeydi. Fakat bu durum modern dünyada bütünüyle değişti.

Çünkü modernite, mutlak bir inanca, hatta koşulsuz olarak tanınan bir toplumsal düzene değil, özgürlüğe dayanıyordu.

Fakat özgürlük, temellendirmeyen bir temeldir. Özgürlük temellendirmeyen bir esas olduğu için, modern dünyada bir temel boşluğu ortaya çıkar. Bununla birlikte, ortak bir mutlak esas olmadan yaşamak, tamamen temelsiz, kurumsuz yaşamak anlamına da gelmez. Bu anlama gelmiş olsaydı, daha şimdiden köktenci nihilizme sürüklenmiş olurduk. Ama durumun böyle olmadığını sanıyorum. Bir temellendirici, kurucu eylem olmadan, felsefe ya da herhangi bir kuram imkânsız hale gelir; ayrıca, politik ve toplumsal birliklerin de temellendirilmesi gerektirir. Anarşi, diğer tüm nedenler bir tarafa, şu nedenden dolayı tutarlı değildir bir kere: insanlar uzun süre anarşi durumunda yaşayamaz. Beklentilerin gerçekleşmesi, sözlerin tutulabilmesi için bir güvenlik, bir kesinlik, kararlılık, bir tür düzenlilik, tekrarlanma ve tekrarlanabilirlik gerekir.

Tıpkı felsefede olduğu gibi, mutlak bir temelden yoksun olan bir dünyada da bütün niteliklere sahip bir töz yoktur. Bundan dolayı kurumlar, değerler, erdemler, beğeni bilgisi türleri vb aynı temele oturmaz. Bilginin hakikati, bir dizenin güzelliği, bir yasanın adaleti, bir kişinin iyiliği artık aynı sabit inançta köklenmez. Tam tersi geçerlidir. Bunların hepsi kendi ilkeleri doğrultusunda temellenebilir. Max Weber’in modern dünyayı özünde çoktanrılı olarak tanımlamasının nedeni budur: her alanın kendi mabudu vardır. Şu anda modern etiğin yalnızca iki temel direğinden, iyi insan ve adil yasadan söz ettiğime göre, başka yazılarda ele aldığım, modernitede hakikat kavramının bütünlüğünün bozulması ve güzel kavramındaki değişimler sorununu, burada göz ardı etmem gerekiyor.

Ahlaki iyilik ve adil yasa aynı ağacın iki dalı değildir yalnızca. Onların da kendi ilkelerine, farklı ilkelere dayandıklarını ve birbirinden farklı temelleri olduğunu göstermeye çalışacağım. Fakat beklenileceği gibi, yapılarında ortak bir şeyin olması gerekir; ikisinin de özgürlük üzerinde, kendisi temellendirmeyen bir temel üzerinde kurulmuş olması gerekir. Bunun nasıl yapıldığının izini sürmek istiyorum. Apaçık olan şey peşinen söylenebilir: Bunlar ancak, birincil değer olarak aldıkları, “Özgürlüğe bağlılık”la, bir töz olmayan, daha çok tözden yoksunluk olan bir değere uyarak, –temellendirmeyen– özgürlük üzerine temellenebilirler. Karşıtlığı vurgulayalım: Bütün Hıristiyan dünyasının temeli olan Tanrı, her türlü hakikatin, adaletin, iyiliğin, güzelliğin kaynağı, mutlak Töz ve mutlak değerdir.

Önce ahlaki iyilik (namus) temelinden söz edeceğim, daha sonra da toplumsal ve politik adalet temelinden.

İlk temel direk: modern insanın namusu

Modernitenin bilinci, başka şeylerle birlikte, olumsallık öz/bilincidir de. Olumsallık deneyiminin üç yönü vardır. Birincisi, Nietzsche’nin Tanrı öldü sloganıyla özetlediği kozmik olumsallık deneyimidir, kutsal sağgörü yerine doğanın kör yasalarını koymanın sonucudur. Egemen dünya açıklaması[nda], hakikat sağlayıcı olan dinin yerini bilim alır. Çok büyük bir değişimdir bu, çünkü dinsel hakikatin tersine, bilimsel hakikat, yanlışlanabilir bir şeydir, ayrıca, bir ahlak otoritesi, insanları ahlak anlayışlarında ya da yaşam tarzlarında yönlendirmede bir yetke olduğunu iddia etmez. İkinci olumsallık deneyimi, hiyerarşik olarak düzenlenmiş bir modern-öncesi toplumsal ve politik evrenin yıkımı ve yapısökümüyle eşzamanlı olarak gelişir.

MacIntyre haklıdır: Modern-öncesi toplumsal düzenlemelerde, insanlar kendi teloslarını, kendi dünyevi istikametlerini doğumla edinmişlerdir. Burada, kişinin yolu rastlantısal doğumundan, doğumunda toplumsal olarak belirlenmiş olan özgün istikametiyle uyum içinde kendini tamamlamasına ya da yetkinleşmesine kadar uzanır.

Onların genetik önselleri (a priori) belli bir toplumsal önsele gönderilmiş bir zarf içindedir. Metaforik bir postacı, zarfı belirli bir adrese teslim etmekte güçlük çekmez. Aynı eğretileme üzerinden devam edecek olursak, modern erkekler ve kadınlar dünyaya adressiz bir zarf içinde fırlatılmışlardır. Toplumsal önsel, büyük ölçüde değişmiştir; yeni doğmuş bir bebeğe bir telos sunmaz ya da en azından bunu yapması beklenmez. Sartre, Özgürlüğe, yani Hiçliğe, telossuz, hedefsiz bir ağ olan olasılıklar ağı içine fırlatılmışız derken bu durumu çok iyi betimlemiştir. Modern erkek ve kadın dünyaya fırlatıldıkları zarfın üzerinde bir adres olmadığı için, zarflarının üzerine kendi adreslerini er ya da geç kendileri yazmak zorundadır. Kendi zarfına adres yazmak, modern bireyin temel sorumluluğudur. Bu sözcüğü vurgulamak isterim: temel. Çünkü bu sorumluluk temel oluşturma hareketi ile ilişkilidir.

Ahlaki karakterimize ve genel olarak karakterimize karşı sorumluluğumuz, kesinliklerin azalmasıyla koşutluk içinde artmaktadır. Modernler, geleneksel değerleri, erdemleri, görenekleri akıl yargısına bırakmaya başlamışlardır. Ama bütün değerler, erdemler ve etik yargılar sürekli aklın yargılama yetkisine bırakılırsa, hiçbiri bu yargılamadan başarıyla çıkamayacağı için, sonunda kaybedene dönüşür. Bütün değerlerin, somut normların ve somut etik ifadelerin doğrulukları aynı güçle onanıp, yanlışlanabilir ve bu kanıtlama süreci ad infinitum (sonsuza kadar) sürebilir.

Bu süreci sağlam bir zemin üzerinde noktalamak ve eldeki eski yapıtaşlarıyla yeni bir etik inşasına başlamak için, sorgulama bir noktada durdurulmalı, en azından bir değer, koşulsuz olarak geçerli varsayılmalıdır. Aslında, meşrulaştırıcı/gayri-meşrulaştırıcı argümanlar zinciri çoğu zaman sonsuza kadar devam etmez; bazen kalbin mantığı gereği, bazen de insanın kendi geleneğinin fraksiyonları tarafından kesintiye uğratılır.

Hiçbir şeyin tartışma sürecini durduramayacağını, sınırların içinde yalnızca meşrulaştırıcı ve gayri-meşrulaştırıcı kanıtların var olduğunu varsayalım. Bu durumda, sırf bir etiğe sahip olmak adına, bir şeyin, tartışmacılar için bir ilk ilke olarak, sonul, kurucu ilke olarak kabul edilmesi gerekir. Fakat hiçbir somut norm, değer ya da ahlaki inanç ilk ilke rolünü oynayamayacağından, etik inançların gerçekliğini ve gerçek dışılığını tartışmalı olarak gösteren kişi tek kesinlik olarak kalır.

Bu kişi, bu varolan, bilgi için değil ahlak için temel aradığından, bir tek varolanla sonuçlanan süreç, yine de bir etik üretecektir: bir kişilik etiği. Böylece modern etiğin dayanaklarından biri, belirli bir kişilik etiği değil, bir kişilik etiği olacaktır. Daha da basitleştirirsek: kendisi haline gelen kişi etiğin saklandığı yer olacaktır.

Fakat ahlaklılığın özü öteki ile olan ilişkimizdeyse, tek var olan, ahlaki kesinliğin kaynağı, kendi etiğinin temeli rolünü nasıl üstlenecektir? Bir var olan olarak ben, iyiyi ve kötüyü birbirinden nasıl ayırt edebilirim? Benim kendi emin oluşumda ahlaki yargımın doğrulunu güvence altına alan bir sağlam temeli nasıl bulabilirim? Ne yapmam gerektiğine, benim için doğru şeyin ne olduğuna kendim karar verebilir miyim?

Bu sorulara verilecek yanıtlar evet ya da hayır olabilir, ama her iki cevap da bir şüphe içerecektir. Yine de kişi, bir eyleme girişmeden ya da somut bir yargı oluşturmadan önce bu konu üzerinde düşündüğü, bunun doğru mu yanlış mı olacağını ve ancak sonrasında yararlı olup olamayacağını önce kendi kendine sorduğu için bile, daha fazla ayrıntıya ve değerlendirmeye girmeksizin, bir kişilik etiğinden haklı olarak söz edilebilir ve hatta kişilik etiğinin, modern dünya etiğini taşıyan direklerden biri olduğu varsayımı kabul edilebilir.

İki tür kişilik etiği vardır, hem yalnızca felsefede değil. Her ikisi de yükseği ve alçağı, soyluyu ve değersizi birbirinden ayırt eder; kendini geliştirmeye, karakter “saf”lığına öncelik verir; her ikisi de insanın en yüce görevinin, ne ise o olmak, sözlerini tutmak ve kendisi olmak konusunda aşırıya kaçmamak olduğuna inanır. Bununla birlikte, bütünüyle formel bir etiktir bu; modern bireyin, karşısında kişisel kurtuluş savaşını başlattığı özcü tözel etiğin tamamen zıddıdır. Burada temel, kendisine herhangi bir içerik verilmemiş, kendi kişisel özgürlüğü içindeki varolan olacaktır. Her ne kadar bu formel temel çok sağlam olmasa da, ilgisiz ve anlamsız da değildir.

Bir kişinin tek özgür sınırlandırmasının kendi kendine koyduğu sınırlandırma olması, modern dünyanın imgelemine tastamam uygundur. Fakat şu soruyu açık bırakmak kaydıyla: Ne tür bir sınırlandırmadır bu? Herkes kendine tümüyle farklı bir sınırlandırma mı koyacak veya koymakta? İyi ve kötü üzerinde hiçbir mutabakat olası değil midir; iki insan arasında bile, rastlantısal uyuşma dışında, hiçbir anlaşma mümkün değil midir? Direği yere sağlam tutturmak için, kişilik etiği formel kavramına zayıf bir tözel belirleme/sınırlandırma eklenmesi gerekmektedir.

Buraya kadar modernitenin etik yönelimlerinin bir tanımlamasını yaptım. Kısaca özetleyecek olursak, bu yönelimler geleneksel etiğin parçaları ile, bu parçalardan birini ya da ötekini kullanan kişilik etiğinin; ve son olarak kişilik etiğini, ideolojik olarak kurulmuş olsa da, sağlam olan bir temele dönme yönünde ortadan kaldırmaya çalışan farklı türden köktenciliklerin bir arada var olması olarak tanımlanabilir. Devamında, düzenleyici bir fikirden bahsedeceğim; bu düzenleyici fikir büyük ölçüde Kierkegaard felsefesine dayanan düzenleyici, ahlaki bir kişilik etiği fikri.

Kişilik etiğine ahlaki bir içerik verilebilir. Ama nasıl? Bir yandan, bir kişilik etiği, metafizik temelli etikle aynı şekilde temellendirilemez. Öte yandan, deneysel kuralları ve normları temel alamaz. O zaman bir kişilik etiğinin zayıf olsa bile bir içeriğinin olması nasıl mümkün olabilir? Kierkegaard’ın çözümü oldukça basit: eğer kişi kendisini ahlaklı bir kişi olarak seçiyorsa, olabilir. Her tür kişilik etiği insanın kendini varoluşsal olarak seçmesinden kaynaklanan etik olarak tanımlanabilir.

İnsan kendisini herhangi bir şey olarak seçebilir ve ne ise o olur. İnsan iyi, namuslu bir kişi olmayı seçerse, varoluşsal seçimine zayıf bir içerik verebilir ve ne ise o olur – namuslu, nazik, iyi bir erkek ya da kadın. Seçim varoluşsal ve dolayısıyla özerk ve kendini-kurucu olduğundan, varoluşsal seçim herhangi bir şeyin seçimi değildir. İyiliği ya da namusluluğu, herhangi bir erdemi ya da değeri seçmiyor, namuslu bir kişi olarak kendimi seçiyorumdur. Kişinin kendini doğru düzgün bir kişi olarak seçmesi ne anlama gelir? Kierkegaard, o kişinin iyi ile kötü arasında seçim yapmayı seçtiğini söyler. Ama bu yalnızca ilk adımdır. İnsan ne ise odur; yani insanın iyi ile kötü arasında bir ayrım yapmayı genel olarak bilmesi gerekir. İnsanın bir koltuk değneğine gereksinimi vardır. Fakat böyle bir desteğe ancak kendini iyi bir kişi olarak seçtikten sonra gereksinimi vardır. Bu hareket, sadece formel kişilik etiğiyle gerçekleşemez.

İnsanın bir destek edinmek için yapay mantık örnekleri üzerinde fikir üretmeye gereksinimi yoktur. Fikir almak için güvenle felsefi geleneğe başvurulabilir.

Sokrates/Platon, haksızlığa uğramanın haksızlık yapmaktan, zarara uğramanın başkalarına zarar vermekten çok daha iyi olduğunu kanıtlamak için en iyi argümanlarını seferber etmiştir. Aslında kendi davasının doğruluğunu ispatlar ama apaçık olan acı gerçeğin, adaletsizliğe uğramaktansa adaletsizlik etmenin daha iyi olduğuna dair tam tersi ifadenin de iyi kanıtlarla, aynı etkiyle ve aynı ampirik doğrulama gücüyle kanıtlanabileceğinin farkındadır. Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisi’nde formüle ettiği antinomiye çok benzeyen ahlaki bir çatışkıdır bu. Fakat metafizik yoksa ve dolayısıyla insanlar bir yandan homo-nuomenon’a, öte yandan homo phenomenon’a ayrılamazsa, çatışkı çözülemez.

Bir kişilik etiği felsefesinde bu çatışkı bir paradoksa dönüşür. Bir modern ahlak felsefesi mutlak kesinliklere izin vermediğine, yine de en azından bir kesinlik, – ilk ilke! – bir temel ya da bir merkez olmaksızın ahlak felsefesi olamayacağına göre, ahlak da yoktur; o zaman şu önerilebilir: Sokrates’in düsturu kanıtlanamasa da, ya da tersine, onun tersi aynı güçte kanıtlanabilse de, bir şey hâlâ kesindir: Sokrates için, yani namuslu, dürüst bir insan için bu ifade doğrudur. Sokrates aslında bu inancı doğrultusunda hareket etmiş, onun uğruna ölmüştür.

Tekrar söyleyebiliriz bunu: kendini varoluşsal olarak namuslu, iyi bir insan olarak seçmiş olan kişi için Sokrates’in ifadesi hem kuramsal hem de pratik olarak doğrudur. Kendini iyi bir insan olarak seçmiş olduğu ölçüde ahlaki kesinlik olarak seçmiş olur. Dolayısıyla, kendine ahlaki bir içerik vermiş olan kişilik etiği, zaten bir temele sahiptir. Bir kişilik etiğinin temeli dürüst, namuslu insanın kendisinden başka bir şey değildir. İyi bir insanın özü, Sokrates’in düsturunun kendisi için doğru oluşudur.

Eğer bir tanıma gereksinim varsa, iyi bir insanın tanımı budur. Kendine ahlaki bir içerik veren bir kişilik etiğinde, kişinin iyiliği, özgürce, özerk olarak seçilmiştir. Yalnızca iyi ile kötü arasındaki ayrım değil, böyle bir ayrım yapmanın ahlaki ölçütleri de varoluşsal olarak seçilmiştir.

Peki, neden bazı erkekler ve kadınlar kendilerini namuslu kişiler olarak seçiyor da, diğerleri böyle yapmıyor? Bu sorunun hiçbir yanıtı yoktur, yanıtı biliyormuşuz gibi yapmamak en iyisi. İyiliğin kaynağı aşkındır ve “Bilmiyoruz”un olumlu formülasyonu da işte budur. Ama, bir kişinin kendini varoluşsal olarak dürüst bir insan diye seçtiği nasıl bilinir? Onun pratikteki namusluluğundan, başka bir şeyden değil. Kant’ın, özgür nedensellik yoluyla doğaya yasa veren akıl olgusu olarak aşkın özgürlüğü “ispatına” – ya da ispatlamamasına– benzer bu. Bu mantıksal veya aşkın bir ispat değil, bir jesttir.

Modern etiğin ikinci direği özgürlükler yasasıdır.

Önceden belirtmeliyim ki, bu “hak” kavramı, iki temel direği birbiriyle ilişkilendirebilir, ama birleştirmek bir yana, asla bir araya getiremez. Bunlar birbirinden ayrı olarak kalır ve kalmalıdır da. Hegel, Hukuk Felsefesinin İlkeleri’nde, “ahlaki haklar” alt bölümünde, kalıcı bir bağlantı lehine dikkate değer bazı tavsiyelerde bulunmuştur. Hegel’in kavramını kısaca aktaralım. Üç ahlaki hak vardır: bireylerin kendi yeteneklerini geliştirme hakkı, kendi özel mutluluklarını arama hakkı ve kendi iyilik kavramlarına göre yaşama hakkı. Bu üç haktan yalnızca üçüncüsü etikle ilgilidir. Hegel’in bu alt bölümde bir kişilik etiğine olanak tanıyıp tanımadığı tartışılabilir: İlk iki ahlaki hakkı açıklarken formel bir kişilik etiğine, üçüncüsündeyse hafif derecede bağımsız bir kişilik etiğine. Fakat Hegel hiçbir zaman ayrı bir temel direkten söz etmiyor, çünkü ahlaki haklar Sittlichkeit [törellik] kurumları tarafından emilmiş, dolayısıyla da karakterlerini ve güçlerini yitirmiştir. Bu nedenle bu bölüm ikinci temel direğin tartışılması ile ilgilidir.

Modern etiğin ikinci temel direği üzerine tartışmaya, birinciye şekil vermiş olan düşünceyle başlanabilir. Modern etik düzeni, modern öncesinin aksine, mutlak olarak kurulmuş değildir. Fakat temelsiz bir politik ya da toplumsal düzen de olamaz. Bununla birlikte bu temeller prensipte değiştirilebilir olmalıdır, çünkü kutsal olmadıklarından aşkınlık çitiyle korunmazlar. Ebedi bir politik düzen olarak tanınamazlar. Modern devletler insanlar tarafından kurulmuştur; bazı modern devletler – özellikle de demokratik devletler – yurttaşlıklarını devleti kurma eylemi içinde ve bu yolla kazanmış olan yurttaşlar tarafından kurulmuştur ve kurulmaktadır kurgusuna dayanır. Kolaylık olsun diye bundan sonra yalnızca bunlardan söz edeceğim.

Devletin temel yasası –Grundgesetz– anayasadır. Temel sözcüğü –Almanca Grund– bir temele gönderme yapar, oysa anayasa –constitution– sözcüğü de, yurttaşlar tarafından kurulmuş olduğu için anayasanın kurucu niteliğine işaret etmektedir. Anayasa sözcüğü insan-yapısı olma anlamını içerir. Bu, yasa/yapmayı energeia değil de techne olarak tanımlayan Aristoteles tarafından da tanınmıştır. Fakat bu yasalar yapılmış olmakla kalmayıp gelenek üzerine, etik üzerine kurulmuştu. İşte bunun içindir ki, Aristoteles’in Politika’sı Nikomakhos’a Etik’inin devamıdır, etiği önceden varsayar. İkinci temel direğin birinciden daha temelsiz olduğu modern dünyada, hikâye de başka bir hal alır.

Fakat, yukarıda tanımladığımız, Hegelci üç hakkı garanti eden anayasalar hangileridir? Modern anayasaların hepsi insanlar tarafından kurulmuş olsa da, modernitenin temeli olan özgürlüğün kendisi temellendirici olmadığından, hepsi bunu yapamaz. Ancak, özgürlüğü, en azından siyasi serbestlik olarak, adil devletin dayandığı yüce bağımsız değer olarak yorumlayıp kucaklayan, ya da tanıyan anayasalar garanti altına alır onları. Özgürlüklerin yasalaştırılmasından, kurulma eyleminden önce, özgürlüğün yüce değer olarak yorumunun imgelemde mevcut olması gerekir.

Ama ne tür bir kurulma eylemidir bu?

Kurulma eylemi, kurma fikirlerinin önceden varolmasını gerektiriyorsa, bu fikirler de apaçıktır ki, başka bir şey tarafından; geriye doğru sonsuz bir süreç içinde, mantıksal ya da tarihsel olarak daha önceden var olan fikirler tarafından kurulmuştur. Mutlak ve özgür kuruluş, gevşek kum üzerine bir köşk kurmaya benzer. Gerçekten de durum bu, ama tam değil.

Modern anayasalar ve özgürlükleri kurma eyleminin kendisi, belirsiz, aynı derecede kurgusal bir doğal haklar düşüncesi üzerine kurulmuştur. Bunun içindir ki, Aristoteles’in tanımladığı, kurguya değil de geleneğe dayanan anayasalardan esasen farklıdırlar.

Amerika Birleşik Devletleri Bağımsızlık Bildirgesi’nin, özellikle de bildirgenin kurucu cümlesinin düzenlenişine bakalım: “Bizler, bu gerçeklerin kendiliğinden açık olduğunu kabul ediyoruz…” ve bu gerçekler sıralanır: Bütün insanlar özgür doğar, Yaratıcı tarafından onlara akıl ve bilinç bağışlanmıştır vb. Kısaca açalım bu kurucu cümleyi.

Bütün insanların özgür doğduğu belirtiliyor. Bu ifade, en az Kantçı “aşkın özgürlük” kadar sorunlu. Ne ampirik, ne de kanıtlanabilir ya da yadsınabilir bir ifade bu. Tanrı’nın bizlere eşit akıl ve bilinç bağışladığı ifadesinde durum daha da kötü. Fakat bu ifadeler düzenleyici kuramsal ya da pratik fikirler kapsamında, oldukça Kantçı bir biçimde kavranabilir. Şöyle diyebilirim: Ben …burada adım geçer… toplumsal ve politik konularda bütün insanları özgür doğmuş gibi düşünmekle ve bütün insanların eşit özgürlüğe sahip olduğunu varsayarak hareket etmekle yükümlüyüm. Fakat bu ifadeler kanıtlanamayacağı ya da çürütülemeyeceği – ya da kanıtlanmış veya çürütülmüş olamayacağı – için, bunların kesin olarak doğru olduğunu nasıl söyleyebilirim? Buna şu yanıt verilebilir: bizler, bu cümleleri imzalayanlar, imzalarımızla, adımızla bu cümlelerin doğru olduğuna tanıklık ederiz.

Herkes bunu imzalamaya davet edilir. Bizler, bu anayasa yönetiminde yaşayanlar, hepimiz, bu ifadeleri imzalama sürecine katıldık. Bunlar, onu imzalamış olan bizler için doğrudur, ama onu imzalamamış olanlar için değildir. Bu bizim, özgür kurma eylemimizce kurulmuş olan ve hâlâ kurulmakta olan özgür anayasamızdır. Yani bu anayasa mutlak ama yine de koşulsuz bir temeldir, temel ifadeyi imzalamak ve yeniden imzalamak kararımızla ve isteğimizle koşullanmıştır.

Kurucu atalar kurucu cümlelerin doğruluğunun apaçık olduğunu onaylamışlardır. Apaçık olan nedir? Sorgulamadığımız her şeydir. Bütün insanların özgür doğduğu cümlesinin kendiliğinden açık olduğunu onaylıyorsak, onların doğrusu, sorgulamamamız gereken ve sorgulanamayacak mutlak doğru olur. Ne var ki, bu apaçık doğruların o zamandan beri sürekli sorgulanmakta olduğunu da gayet iyi biliyoruz. Irk kuramları bu cümlelerin esasını reddeder. Irkçılar bir ırka ya da toplumsal cinsiyete ait olan insanların ötekilerden üstün olduğunu ileri sürüyor. Kendiliğinden açık doğrular, yalnızca imzacılar ya da kurgusal imzacılar için kendiliğinden açıkken, ötekiler için ne kendiliğinden açık ne de doğrudur. Böylece kurucu cümleler, mutlak geçerlilik savında olsalar bile, geçicidirler ve öyle kalırlar. Onların kalıcı koşulluluğu derken kastettiğim de budur. Modernitede ortak hiçbir kurum sonsuza kadar haklılığı olan bir geçerlilik savında bulunamaz, çünkü kurucu cümle, mutlak olmasa bile, aslında kendiliğinden açıktır, her şey geçici kalmaya devam eder.

O zaman bu kurucu cümleler hakkında ne söylenebilir? Bunlar, her modern erkek ve kadın tarafından imzalanmak üzere boşlukta bekleyen cümleler olarak, modern dünyadaki toplumsal ve politik adaletin temelleridir. Kurucu cümlelerin – kurgusal doğal hakların – kabulü modern liberal/demokrat politikaların etik minimumudur. Ya da: antropolojik etiğin minimumunun, yalnızca yasal olarak (de jure) değil aynı zamanda fiilen (de facto) genel kabulüne dayalı bir politik düzen – anayasa – liberal olarak adlandırılabilir.

Antropolojik minimum “insan imgesi” ile özdeş değildir. Hegelci “ahlaki haklar”a dönecek olursak, bir liberal demokraside farklı hareketler, partiler ve programlar, belki de daha somut olan kendi insan imgelerini, örtük ya da belirtik olarak geliştirirler. Örneğin, bir sosyal demokrat refah devletinin politikasının ya da sınırsız bir ekonomik ya da politik liberalizm politikasının veya militan bir demokrasi politikasının hep kendi ”insan imgeleri” vardır. Fakat ancak bir antropolojik etik minimumunu paylaşıyorlarsa, kurucu cümleleri imzalıyorlarsa liberal/demokratiktirler.

Fakat kurucu cümleyi kendi adına imzalamış olan bir yurttaşın iyi, namuslu bir insan olma zorunluluğu bulunmaz. Anayasa sosyopolitik adaleti kurabilir ve antropolojik etik minimumu kurgusuna dayanabilir, ama hiçbir toplum, hiçbir kültür, hiçbir dünya sadece özgürce kurulmuş bir anayasa tarafından desteklenemez. Bu, temel direklerden sadece bir tanesidir. Kendi başına bırakıldığında bina çöker, çünkü etik ve ahlak kodeksleri uyumsuz olan farklı yaşam dünyaları, kendilerine sağlam bir temel oluşturmayan bir zeminde yıkılır.

Modern etiğin iki temel direğini tartışırken, içerik ve öz sorusuna değinmedim, tek bir somut norma da gönderme yapmadım. Çünkü, başta da söylediğim gibi, etik içerikler çoğunlukla miras alınır, bu geleneksel-sonrası toplumlar için de bir dereceye kadar geçerlidir. Cesaret, merhamet, âlicenaplık gibi birçok geleneksel erdem, yeni bir yorumlamada, örneğin cesaret, medeni cesaret anlamına gelse bile, yine eskisi kadar saygındır. Modern sahicilik erdemi, Öteki’nin özerkliğine saygı göstermeye dair modern norm, miras alınan normların içeriğini değiştirebilir.

Çoğu somut ahlaki norm, emir kipinden çıkıp tavsiyeye ve öğüde dönüşmüştür. Fakat içeriklerin başına ne gelmiş olursa olsun, iyi, dürüst kimseler, kişilik etiğinin özüne uygun biçimde, giderek daha fazla “kendini kuran kişi”ye dönüşür (kişi haksızlığa uğramak ile başkalarına haksızlık etmek arasında bir seçim durumunda kalınca, haksızlığa uğramayı seçer) ve sosyopolitik adalet, etik antropolojik minimumun (her erkek ve kadın özgür doğar ve ona eşit derecede akıl ve bilinç bağışlanmıştır) kabulünü temel alır. Bu ikisi modern etiğin insanlar tarafından kurulmuş iki temel direğidir.

Her iki temel direk kurgusaldır. Eskilerin mitleri kurguydu ve aslen heteronomdular; bizim de kendi kurgularımız var, özerk kurgularımız. Kendimin varoluşsal olarak seçilmesi, bir kurgudur, doğal haklar hikâyesi de öyle. Bununla birlikte, modern iki kurgu arasında, en azından benim yorumumda, temel bir farklılık vardır. Benim kişilik etiği modelim, maksimalisttir, oysa adalet savaşımı için temel kurma modelim minimalisttir.

Bütünüyle ne ise o olacak bir tek kişinin bile bulunduğuna inanmak zorunda değildir insan. Model maksimalisttir ama kendisine yaklaşılabilir, yaklaşma ise kestirmeden gitme değildir. Her şeye karşın, her dürüst kişi, erkek ya da kadın, kendince dürüsttür. Fakat merkezin nerde olduğunu görmeden-bilmeden-hissetmeden ona yaklaşılamaz. İnsan maksimuma, yani merkeze yaklaşır, fakat modernler için bu merkez namusun/dürüstlüğün içeriği değil, şeklidir. Dinleyiciler, henüz fark etmemişse, modern etiğin bu direğinin oldukça Kantçı olduğunu şimdi fark edecektir. Metafizik olmadan Kantçıdır; insanın biricikliği ve zayıflığı bir engel değil de yaklaşmanın ve de merkezin koşuludur. Fakat bu temel direk zayıf bir ethos bile sağlayamaz.

İkinci temel direğin modeli minimalisttir. Öncelikle, kurucu ifadeler yaklaşık olamayacağı için, mutlak bağlayıcı olarak imzalanmaları gerekir. Bütün adalet savaşımları kurucu cümleye başvurmayı gerektirdiği ve böylece onun mutlak (fakat hiçbir şekilde sonsuz ve koşulsuz olmayan) geçerliliğini tekrar doğruladığı için, modern etiğin bu ikinci temel direği modernlere zayıf bir ethos, bir yurttaş ethosu sağlar. Zayıf ethos, imzacılar somut adalet savaşımı durumlarında etkin yurttaşlar olarak imzalarının gereğine uygun davrandıklarında, güçlenebilir.

Benim modern etiğin iki temel direğine dair maksimalist ve minimalist tanımlarım arasındaki fark, onların ilgili özneleri arasındaki farkta yatmaktadır. Kişilik etiği örneğinde özne, birinci tekil şahıs, kurucu olan “Ben”dir; ikinci durumda ise birinci çoğul şahıs, “Biz”dir. Biri “Ben” derse, onun öne çıkan modern ahlaki erdemi, resmi anlamda ya da zayıf bir ahlaki içerikle, kendine karşı doğru olmaya ve doğru kalmaya dair mutlak vaat olan sahicilik olacaktır. Eğer biri “Biz” derse, onun öne çıkan erdemi, zayıf bir ethos olarak formel anlamda dayanışma olacaktır, vatandaşın adaletle ilgili savaşımlara simetrik karşılıklılık konumunu kabul ederek iştirak etmeyi vaat ettiği tavırdır bu. Bununla birlikte, iki temel direğin ortak bir yanı vardır. Sağlam durmak, temelsiz kalmakta olan bir sözün ağırlığını taşımak için Atlas’ın gücüne gereksinimleri vardır. Namuslu, dürüst erkek ve kadınlar temel direklerden birinin ağırlığını taşır, iyi yurttaşlar ise ötekinin ağırlığını. Her ikisinin de ortak bir noktası vardır: sorumluluk alırlar.

Modern dünyanın ahlaksızlığından şikâyet etmek moda oldu. İnsanın iyiyle kötüyü ayıramadığı, normlara ve erdemlere aldırmadığı, bütün emirlere uymadığı, yalnızca kendi çıkarlarını izlediği, yani hazcı olduğu söyleniyor. Bu ve benzeri şikâyetler ahlakın kendisi kadar eskidir, belki bir istisna ile. Eski ahlakçılar, çağdaşlarını ahlaki kinizmle, ikiyüzlülükle, tutkularını izlerken ya da kendilerini bile-isteye suçlu kılarken günah işlemekle suçlarlardı. Bu günlerde, her şeyi kaplayan, daha kapsamlı suçlama, iyi ile kötü arasında ayrım yapma gücümüzü yitirdiğimiz yolundadır. Sanki erkekler ve kadınlar masumiyet haline, Cennetten atılmadan önceki, iyi ile kötüyü bilmezlik durumuna dönecekmiş gibi.

İlk suçsuzluk cennet suçsuzluğuydu, fakat ikincisinin şeytansı olacağı konusunda ısrar ediyorlar. Köktenci hareketler köklere dönmeye, cennetteki emir ve itaat durumuna, ataların düşünce-öncesi dünyasına, her şeyi kapsayan mutlak temel öğretiye çağırdıklarından, bazen çekici bir tarafları var. Oysa böyle bir temel yok artık. Fundamantalistler aynı zamanda seçiyorlar da. Fundamantalist olmayı seçiyorlar. Temeller olmadığı için de, bütün temeller seçiliyor. İnsanların bu temellere dönme olasılığı mutlak olarak dışlanmamaktadır, bu durumda modern dünyanın ikinci temel direğini un ufak ederek tehlikeye atıyorlar. Fakat tek bir Atlas, bir köktenci Atlas modern binanın ağırlığını kaldıramaz; bu dünya çöker o zaman, yerin dibine gömülür ve bilinen her uygarlığı yok eder.

Modernlerin, ikinci-şeytansı-suçsuzluğa yaklaştığına, ya da köktenci bir Samson’un binayı çökertmek için ikinci temel direği sarsacağına inansaydım, bu makaleyi yazmazdım. Ben, felsefi yorumlamalarımda, daha çok, modern etiğin umut verici, sağlam bir versiyonu için bir örnek koymak istedim ortaya.

Özgürlüğün modern dünyanın temeli olduğunu, özgürlüğün temel atamayan bir temel olduğunu kabul etmeme rağmen, modernlerin kendi temellerini, en azından modern dünyayı sağlam olarak ayakta tutabilecek iki temel direği, özgürce kurabileceklerinde ısrar ettim. Bu tür temeller olduğu sürece, iyiyi kötüden ayırt etmek hâlâ mümkün olacaktır. Doğrudur, mutlak da olsa özgürce seçilmiş temeller de geçicidir, fakat koşulsuz bir geçicilik değildir bu. Dünyamızın, modern dünyanın, bir öz-yıkım hareketiyle kayıtsız koşulsuz temellere dönerek kendini modernlik dışına çıkarıp çıkarmayacağını ya da ikinci, şeytansı suçsuzluk durumuna götüren durdurulamaz bir eğilim olup olmayacağını bilmiyorum. Fakat, daha iyi ve hâlâ geçerli senaryolar varken, bu gibi daha kötü senaryolar üzerinde durup düşünmek istemiyorum.

Çeviren: M. H. D., Cogito

Agnes Heller

İZDİHAM