17 Kasım 2025

Can Eseler, O’nsuz Olmaz: Dirilten Tek Nefes

ile izdihamdergi

Kimsesizlik duygusunu tatmak zordur. Bir şeyleri yapmak isterken tam olarak olması gereken teşvike ulaşamamakta. Yapboz ile uğraşırken sona doğru geldikçe fotoğraf ortaya çıkmaya yeltenir. Parçalar konuldukça değer artar. Heyecanla sona yaklaştığımızda birkaç parçanın kayıp olması korkunç bir şeydir. Çünkü kayıp olan parça her zaman en değerli olandır. Onsuz yapılamayan, tamam olunamayan o parça. 

Allah Resûlünü sevmek diye bir umde var. Bu öyle güçlü bir dayanak ki, her kim yaslamayı seçerse, onu da bağrına alıp yaralarını sarandır. Ya da sadece hüzünlü veya yaralı olmaya da gerek yok. O’nu sadece sevmek kime nasip olduysa, bu lütuf nice dönüşümlerin kapısını aralar. Resûlü Ekrem’i sevmek: ümmeti olan bizlere yegâne sığınaktır. 

Tarihi akışa baktığımız zaman Türklerin, Müslüman olmayı tercih etmeleri, büyük bir dönüşümün kapısını aralamıştır. Coğrafyalardaki güçlü dönüşümlere göz attığımız vakit, Türklerin yaptığı bu tercihin yüksek etkilerini okuyabiliriz. Bu etkiler biz Türkler için diriltici bir nefes olmuştur. Allah’ın kelamı kadiminde bize övdüğü biricik Muhammed Mustafa’yı sevmek kişiler ya da kavimler için nice sıçramaların payandası olmuştur. Büyük dönüşümlerin gerçekleştirilebilmesi için, kutlu ruhların sevgisi ile himaye edilmek gerekir mi? Evet. Bu hikâyede karşımıza çıkan şey böyle bir vakıa.

Asya bozkırlarında, at üstünde kılıç sallayan bir millet aniden, öyle apansız bir biçimde Resûlü Ekrem’i sevme ile muhatap oldu. Kanımca O’nu gerçek manada tanıyan bütün mert kullar için, aksi bir durumun olması muhtemel değildir. Şöyle düşünmek ilginç olacaktır. Peygamberi sevmek mi bizi Din-i Mübin-i İslam’la müşerref kıldı? Yoksa ussal olarak İslam çok iyi bir yaşam biçimiydi ve bizler akil bir tercihle bu yolu tercih ettik. Ya da her ikisinin de olduğu bu tercihte, duygusal yakınlık kurmak mı yoksa aklen o seçeneğin kabule karin olması mı bizi daha çok etkiler? Öz fikrim şudur ki, Muhammed Mustafa’ya duyulan muhabbet hemen hepsinin üstünde kalacaktır. Mantıklı yahut stratejik olan Müslüman olma hali, biz Türkler için dar bir elbise gibidir. Bizi harekete geçiren tutkunun temeline doğru indikçe, ya da millet olarak en mahrem perdelerimizi kaldırdıkça arkasında göreceğimiz gerçeği biliyorum. Bu şey Peygamber’i derin bir hasret ile sevmektir. Öyle bir seviyede kurduğumuz sevgi ilişkisi: biz Türkler için daima en büyük tetikleyici güç olmuştur. 

MAYAMIZ O, OCAĞIMIZ O, CANIMIZ O

Kişisel olarak ya da Türk milleti olarak dönüşüm istiyorsak, Peygamber’i sevmek bizim için çok iyi bir başlangıç olur. Resûlü Ekrem’e beslenen muhabbetin bir maya olduğu hakikattir. Bu hakikati yakalayan temiz ruhlar için mayalanmak oldukça mükemmel bir lütuf. Zira hayatın kendi çarkları arasında ezilen insan için,  Resûlü Ekrem’e duyulan sevgi, hem yaraya merhem, hem doruya kamçı mesabesindedir. 

Düşün ki, âlemin merkezi İstanbul’u fetheden Türkler, atlarını sürerken hangi saik ile koştu? Hangi maya ile dirilen nefes, balkanlarda bulunan tüm nehirlerden aşk ile geçti. O öyle bir maya ki, bizleri ocağına çekip har ile yaktı. Bu ateş Balkanlardan Kuzey Afrika’ya, oradan Ortadoğu’nun her köşesine hükmetmemize sebep oldu. O’nu sevmek öyle bir mayaydı ki, dönüşüm gerçekleştikten sonra ocak olmayı da sağladı. Gövdesi üzerine güçlü bir şekilde dikelmiş olan bir filiz gibi dirildik. Kutlu nefesi, ruhunun yamaçlarında hisseden her uluğ kişi, ilkbaharda dirilen bir şakayık oldu ve dönüştü. 

Sürelim atımızı ufka doğru, çekelim tirü, gaza niyetine, ocak isek artık bizler, yandık hak aşkına. O zaman aşk-ı Resûl ile Viyana kapılarına dayanır bu at. Uyvar, kimine göre Beç önlerinde bir kale. Bize göre ise bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen olma vesilesi. Bu öyle bir ruh ki, hangi kalp böyle atarsa, artık geri dönemeyeceği bir yola girmiştir. Bu yol ki, bir taşı, bir duvarı, tarih ve coğrafyayı bize kutsal vatan kılar. Mayalanmak böyledir işte. Viyana kapılarından dönerken gönülde gam vardı. Çünkü ocak olan bizler gazayı alnımızın çatına kuru bir cihangirlik olarak yazmadık. Bir ülkü olarak Kızılelma: İlay-i kelimetullah, yani Allah’ın hükmünü, adeleti ve iyiliği güneşin battığı yere kadar taşımaktı. Bunun için yürekler kabardı. Gözlerden dökülen damlalar bunun içindi. Geride kalan tüm kutlu nefesler bu dava için gönülden yakardılar Mevla’ya.

Barbaros’un leventleri nice fırtınalı deniz geçmiştir. O sarp cihadın tam ortasında o gönüller için bir tek tutuşturucu güç olabilirdi. Bu dayanak, O’nun ordusuna dâhil olma ve getirdiği töreyi hâkim kılma azmiydi. Böylece deniz tutuşur mu? Evet, Akdeniz bu kıvılcım ile tutuşup yandı. Destanlar çağı çoktan kapansa da Nebi’nin sevdasına erenler, her çağda olmazları oldurdu. 

Peygambermizin bizim için söylediği o kutlu mesaja erişmek ne güzeldi. İstanbul’un fatihi olmak, o fatihlerin, akıncıların ve alperenlerin ahfadı olmak ne asil bir duygu. Şanlı bir tarihe sahip olan biz Türkler, tarihimizi şan ve şeref ile yazarken hep o maya ile mayalandık. Nebi’nin kutlu nefesi ile gelen ruh biz de aşk-ı Nebi ile kor oldu. Biz de o sevda ile yanıp tutuştuk. Yunus atanın ifade ettiği gibi: Hamdık yandık olduk el-Hamdülillah. Görmemiz gereken manzara şudur ki, millet olarak her türlü sıçramayı, Resûlullah efendimizin aşkı ile başardık. 

HÜZÜN: O’NDAN CÜDA KALMAKTIR

Peki, hüzün ve gam dolu anlar için tek sığınağımız kimdi? 

Medine-i Münevvere’yi savunan Fahrettin Paşa’nın kalbindeki hüzün kim bilir nasıldı. Bir Paşa olarak O’nun nurlu şehrini savunmakla muhatap olmak ve sonunda bırakıp gelmek kim bilir paşanın gönlünü nasıl bir gam deryasına gark etti. Nihayet aylarca Efendimizin dizinin dibinde kalmaya devam etti. İstanbul’dan gelen teslim olma emrini hiçe saymak namına savaştı. Nasıl bırakıp gidecekti o kutlu beldeyi? Resûlü Ekremi sevmek, aşkı ile yanıp tutuşmak böyle bir bağlılığı zorunlu kılıyordu. Medine’yi son kez savunan şanlı Türkler, kâh aç kaldılar kâh çekirge yediler. Son sahnede Fahrettin Paşa’ın zorla götürülürken Mescid-i Nebi’de yankılanan sesi vardır. Ben gitmiyorum Ya Resûlallah! vallahi Fahrettin gitmiyor! Bunlar beni zorla götürüyor. 

Göçtü kervan kaldık dağlar başında: Başına kötü işler musibetler geldiğinde şunu hatırla! Bir gün o kutlu şehir Medine-i Münevvere ’de bir ayrılık yaşandı. Öyle ki akıllar yitirildi, kılıçlar çekildi, hıçkırıklar iniltilere karıştı. Ashab-ı kiramın en sevgilisi, âlemin tek dayanağı ve ehli beytinin ciğerparesi yüce dostuna kavuştu. Böyle bir ayrılık ne bundan önce yaşandı, ne de bir daha böyle bir yangın ciğerleri yakacak. Kalbimiz uçsuz bucaksız bir gam deryasına düştüğünde, o kimsesizlik çölü bizi yılanlara çıyanlara yem etmeye kalktığında, hatırlanması gereken hüzün: âlemlere rahmet Efendimizin vefatıdır. Resulü Ekrem’in bizdeki manası: desteği ve şefaati alileri bizim tek neşemiz. Yüzümüz gülüyorsa, O’na duyulan derin bağdan. Başarı denen ata binip doludizgin koşmamız, hep O’na duyulan derin aşkın bir tezahürü. Eğer bu alçak dünya gerçekten sevda neymiş gördü ise, bu sadece O’na duyulan aşktır.

İZDİHAM