Can Eseler, Cennetten Kalma İlk Oyuncak: Avunmanın İlk Günü
Bir çocuk doğar. Henüz ağzı süt görmemiş ve kulağı ezan duymamış. Dokuz ay boyunca karanlıkta beklemiş; dışarı çıktığında ilk gördüğü şey neredeyse annesinin gözlerinden hemen sonra, sarı renkli bir çıngırak. Hayırlı olsun evladım, burası dünya. İşte bu da senin ilk uyuşturucun. Avunman için sana sunulan, göz alıcı ve harika sesler çıkartan bir oyuncak. Her avunma hali de çoğu kez bir uyuşturucudur zaten.
İnsan dediğin varlık, daha doğar doğmaz avutulmak zorunda kalır. Çünkü bu dünya, çıplak gözle bakılacak bir yer değildir. Loş ışık, pamuk ses, pelüş hayal ister. Bir oyuncak verirsin eline; çıngıraklı, renkli ve ışıklı. O oyuncak, çocuğun gördüğü ilk yalandır. Böyle cafcaflı bir yalan olsa da işe yarar. Çünkü ne zaman ağlasa, onun eline tutuşturursun ve her seferinde dünyaya yeni gelen o minik çocuk susar. Suskunluğun satın alınmasının bu kadar ucuz olduğu başka bir gezegen yoktur.
Bu basit hareketin altında yatan bu dev metaforu düşün: Yeni doğmuş bir insan, dünyayı ilk kez deneyimlemeye başladığında karşılaştığı şey hakikat değil, tam aksine hakikatin kibarca üzerini örten bir nesnedir. Daha konuşamayan bir bebek bile, bu dünyanın hakikatiyle değil, bu dünyanın hakikatinden kaçış yollarıyla tanışır. O bebeğe öz Türkçe’nin en nefis hali ile seslensek ve gerçeği ona saatlerce anlatsak onun için bir şey ifade etmez. Aramıza yeni gelen o bebek için en ideali agulamak olacaktır. Agulamak bir büyükler için sevgiyi ifade etmenin en uygun yolu olarak kabul görür.
Biz büyükler buna sevgi deriz. Dahası ilgilenmek deriz. Hâlbuki belki de çocuğa yaptığımız şey, onu daha ilk günden kandırmaktır. Biraz ağlayınca, parlak bir şey gösteriyoruz. Gözleri başka tarafa kayıyor. Ağlaması bitiyor. Peki ya biz? Bize gösterilen parlak şeyleri fark edemiyor muyuz hâlâ?
Belki hâlâ elimizde çıngırakla geziyoruz ve her sustuğumuzda, biri aferin diyor. Daha dünyayı henüz yeni deneyimleyen çocukta onay alma hevesini bu sahtelik üzerine kurmak zorunda kalıyor.
Bir çocukla başlıyoruz ama konu hepimiz. Çünkü o ilk oyuncağın evrensel adı avuntu. Plastik, pelüş ya da ahşap fark etmez. Mühim olan, çocuğun bir süreliğine unuttuğu şeylerdir. Neyi mi? İçeride dokuz ay boyunca duyduğu kalp sesinin yokluğunu, annenin nabzını, o karanlığın güvenini. Çünkü henüz yeni deneyimlediği dışarısı ondan çok fazla şey istiyor. Ne acı, ilk gördüğü oyuncak ona; dikkatini dağıt evladım, buraya alışman zaman alacak diyor.
İnsan, ağlamaya başladığında ona parlak bir şey uzatılır. Bu yalnızca çocuklar için geçerli değil. Büyükler de ağlayınca ekranlar açılır, kadehler dolar, mağazalar gezilir. Gözyaşlarının yerine alternatif ışık kaynakları bulunur. Çünkü bu dünya, acıyı doğrudan tecrübe etmek için fazla gerçek. O yüzden hep oyalanmak istiyoruz. O yüzden hiçbir şeyi gerçekten yaşamak istemiyoruz. Çünkü yaşamak, biraz da acıya tahammül etmek demek.
Ama parlayan her şey iyi mi? Misal oyuncağın üzerindeki pırıltı göz alır. Çocuk ağlamayı unutur ama aynı zamanda düşünmeyi de. Şu küçük oyuncak, çok erken bir yaşta, hakikatten kaçmanın provasını yaptırır ona. Hikâyenin sonra ki bütün hallerinde, bu kaçış bir ömür boyu sürer.
Dünyaya gelmek travmanın ta kendisi değil mi? Daha ilk anlarda, çocuğun ciğerlerine dolan hava değil mi Onu doyasıya ağlatan? Ya da dünyaya gelmek için çabalayan çocuk, ilk kanı en sevdiğinden diyet olarak almaz mı? Dünyaya gelmek için en sevdiği varlığın kanını dökmeyi göze alan insan, burası için ne kadar da istekli. Adeta cennetten dünyaya gelmek için büyük bedeller ödeyen ilk baba ve annemiz gibi. Yapma! denileni yapacak kadar gözü kara insan, avunmak için ne kadar da büyük yükleri göze aldı. Belki de yaptığından o kadar pişman ki, artık onun için avuntudan başka seçenek kalmadı.
İşte tam burada Adem ile Havva giriyor sahneye. Onlara cennette her şey serbest. Ama bir ağaç var, dokunmamaları gereken. Yani her şey serbest ama bazı her şey değil. Bu sınırlama, insanın içindeki arzuyu dürter. O ağacın meyvesi neden yasak? Çünkü o meyve cazip. Çünkü o dallar göz alıyor. Aslında ortadaki meyve dallar ve ağaç, ışıldayan göz alıcı avuntunun ta kendisi. Adem ve Havva o an için hakikate ulaşmak yerine, meyvenin kabuğundaki ışıltıya kandılar.
Peki daha sonra ne oldu? Cennetten yaka paça kovulmadılar belki, ama dünyaya geldiler. Dünya: avunmanın diyarı burası işte. Her tarafı renkli oyuncaklarla dolu bir sürgün yeri. Her şey seni oyalıyor ama hiçbir şey seni doyurmuyor. Belki bu yüzden insan her zaman eksik. Çünkü hep meyvenin tadını değil, parıltısını hatırlıyor. Çünkü aradığı şey gerçekte değil, hayalde yaşıyor.
Hedonizm dedikleri de bu değil mi zaten? Acıdan kaçmak, hazza sığınmak. Sanki haz, acıyı tedavi edebilirmiş gibi. Hâlbuki çoğu zaman hazlar acıyı sadece erteler. İnsan aslında doyumsuz değil, insan sadece avutulmaya muhtaç. Belki de bu yüzden, hiçbir haz uzun sürmez. Çünkü hiçbir oyuncak sonsuza kadar parlamaz.
Çocuğun elinden oyuncağı alırsan ağlar. Ama bırak biraz ağlasın. Belki ilk defa dünyayı olduğu gibi görür. Belki de ilk defa hakikate gözünü açar. Ağlamanın seli bizi boğmaz belki. İhtimal ki, yeterince güçlü bir kayık yapmayı başarabilirsek, bizi nice engin sulara götürebilir.
Bir gün, bir çocuk elindeki oyuncağı kırar. Belki kazara, belki kasıtla. Belki büyümeye başlıyordur. Belki artık kandırılmak istemiyordur. İşte o an, hayat denen şey tam da o an başlar.
Çünkü ilk kez acı, filtresiz dokunur ona.
Çünkü ilk kez gözleriyle görür dünyanın kendini nasıl sakladığını.
Ve bu kötü bir şey değildir.
Bazı şeylerin can yakmasının bedeli, onların gerçek olduğunu göstermesidir.
İnsan dediğin, avunarak yaşar. Uyuyarak, oyalanarak, oyalayarak.
Ama her gece uykuya dalmadan önce içinden geçen o cümle var ya;
İşte orada bir şey başlar.
“Bir şey eksik.”
Küçük bir çıngırak yetmiyor artık.
Bir parıltı, gözünü kamaştırmıyor.
İnsan, meyvenin tadını değil, toprağın acısını istemeye başlıyor.
Çünkü biliyor ki, ancak o acıdan filiz çıkar.
İhtimal ki, ancak o kırılmışlığın çatlağından ışık sızar.
Âdem yeryüzüne indiğinde, cebinde cennet kokusu vardı. Havva, toprağa ilk dokunduğunda daha sonra o elleriyle dua etti. Ağladılar belki, evet. Ama her gözyaşı bir tohumu suladı. O yüzden bu dünya, yalnızca bir sürgün yeri değil. Aynı zamanda bir başlangıç vatanı. Aynı zamanda bir umudun eşiği.
Eğer bir çocuk elinden oyuncağını bırakabiliyorsa, belki de ilk defa yürümeyi deneyecektir.
Belki ilk yürüyüşün bedeli düşüp acımak olacak ama acıyan yerinden büyüyecek, kanayan yerinden iyileşecektir.
Belki bir gün, ağlarken kimsenin susturamadığı o çocuğun kahkahası, en hakiki dua olarak yükselecektir göğe. Ya da en ısrarlı haykırış olacak gerçeği aramak adına.
Nihayet avunmak, insanı korur ama büyütmez. Hakikat ise bazen can yakar, yarayı kanatır ama kör etmez. Avuntunun körlüğünü hakikatin aydınlatıcı ferahlığına tercih ettiğimiz gün, aramıza yeni gelmiş o çocuk için yeni bir başlangıçtır. Artık ilk oyuncağın eline tutuşturulduğu gün ki kadar avutulmak istememektedir. Zira artık hazırdır. Sahteliğin hazlarından kurtulmak ve hakikatin parıltısında doyasıya dans etmek için.
İZDİHAM