Site icon İzdiham Dergi

Yalnız Ülke Afganistan’a ve Edebiyatı’na Dair

Afganistan… İçinde taşıdığı bin bir yarayla hiçbir zaman tam manasıyla iyileşemeyen topraklar…

Bugünlerde dünyanın gözleri yine bu coğrafyada. “ABD” “Nato’’ “Taliban” “Kuzey İttifakı” “Pençşir” “Kandahar” “Herat” “Yoksulluk” “Yolsuzluk” “Dağlık” “Türkmenler” “Hazaralar” “Tacikler” “Peştunlar” “Özbekler” “Pamirler” “Kâbil’in Düşüşü” “Afganistan’ın Çocukları” “Afgan Kadınlar” “Göçmenler” “Sınırlar” ve “Uçağın iniş takımlarına tutunarak ülkeden kaçmaya çalışan çaresiz insanlar…”

Bu başlıkları pek ala uzatabiliriz. Fakat Afganistan’ı kuşbakışı da olsa biraz anlayabilmek için ülkenin son yüz yılını seyretmek kafi. Vaka Afganistan’da bugün yaşananlar, tarihin tekerrür etmesinden başka bir şey değil. Asırlardır bulunduğu konum itibariyle Çin’den İran’a oradan Anadolu’ya ve dahi Avrupa’ya bir uluslararası ticaret aktarma merkezi olan Afganistan bu özelliği nedeniyle birçok güçlü devlet için cazibe merkezi olmuştur. Eski Rusya, Çin, İran ve Hindistan’ın tam ortasında yer alan yüksek dağlarla kaplı ülke, modern dünya tarihinin başlamasının ardından da hiç sakin kalamadı. Önce İngilizler ardından Sovyetler ve sonrasında da Amerikan askerleri, uzun çizmeleri ile bu toprakları çiğnediler.


Halbuki Afganistan, bir zamanlar irfanın, şiirin, nakşın ve ticaretin merkeziydi. Bugün göçmenler için Afganistan’dan kanlı kaçış noktası olan ve bir harabe halinde varlığını sürdüren Herat şehri, bundan dört- beş asır evvel gül bahçeleriyle, şairleriyle, nakkaşlarıyla nam salmış güzel kokulu bir şehirdi. Öyle ki bu şehirde yaşayan nakkaşların yaptıkları minyatürlere paha biçilemez, burada yükselen rengarenk kubbelerin altında yaşayan şairlerin kullandıkları imgeler karşısında parmak ısırılırdı.

Mevlana ve daha birçok önemli şahsiyetin doğum yeri olan Afganistan, geçirdiği onlarca felaketin ardından bugün hala ayakta olsa da, içinde yaşayan insanları, bebeklerinin hayatını kurtarmak için onları Nato askerlerine vermeyi göze alacak kadar çaresiz durumdalar. Afganistan’ın ahvalini anlatmak için binlerce sayfa doldurulabilir. Fakat bu yalnız ülkenin kaderini kuşkusuz ki bu ülkenin sanatçıları şerh edecek. Geçmişte böyleydi, bundan sonra da öyle olacak.

Afganistan Edebiyatı’nı genel hatlarıyla öncesi ve sonrası olmak üzere üç zaman, beş kavram (modernleşme, insan, savaş, ölüm, göç) üzerinden değerlendirmek yanlış olmayacaktır sanırım.

1919- 1929 yılları arasında hüküm süren Afganistan Kralı Emanullah Han, ülkesini İngiltere’nin egemenliğinden kurtardıktan sonra hızlı bir reform programı oluşturup bunu ivedilikle uygulamaya koydu. Reform politikaları için ilham alınacak ülke yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti idi. Emanullah Han bu vesileyle defalarca Türkiye’ye ziyaretlerde bulundu. Fakat Emanullah Han’ın hesaba katmadığı bir açmaz vardı ki, o da Türk toplumu ile Afgan toplumunu her yönüyle aynı hizada görmekti.

Halbuki Türk toplumu henüz Lale Devri’nden itibaren Batı’yı tanımaya çalışmış ve modernizasyon sürecini sorunlu da olsa yıllara yaymıştı. Oysa Afgan toplumu kısa süre içinde bu denli güçlü değişimlere hazır değildi. Zira ülkede eğitim seviyesi çok düşüktü, halk şehirden ziyade kırlarda yaşıyordu ve İslam anlayışı Türkiye’dekinden farklı bir karakterdeydi. Emanullah Han’ın bu faktörleri görmezden gelip halkın sosyolojik yapısında, gündelik yaşamında ve önemli görünen değerlerinde derin ıslahatlar yapması, üstelik bunları yaparken kaba kuvvete başvurması büyük bir krize neden oldu. Yaşanan sosyolojik ve psikolojik kaos, hiç şüphesiz Afgan yazarların metinlerine yansıdı.

İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar kaleme alınan kurmaca metinler ve fikir yazıları, çoğunlukla Afgan toplumunun modern dünya ile olan imtihanı üzerine eserler oldu. Başkent Kabil’de yaşayan çoğu bürokrat, sefir, gazeteci kökenli aydınlar ile Afganistan’ın geri kalan kesimleri arasında yaşanan fikri çatışmalar da bu noktada önemlidir. Aynı zamanda dil bilmeleri sebebiyle Avrupa’dan yapılan çeviriler de onlara aitti. Bu çizgi üzerinde Ali Ahmed Naimi, Mîr Muahmmed Sâdik-i Ferheng ve Muhammed Osman Sıdkî gibi isimleri sayabiliriz. Üç yazar da öyküleriyle ön plana çıkmış isimlerdir.

1945-1990 yılları arasındaki Afgan edebiyatının ana damarlarını ise dünyada değişen dengeler üzerinden nasibi alan ülkede yaşanan kaosu tanımlama biçimleri oluşturdu. Ayrıca felsefi ağırlık merkezleri olan gündelik hayatın sıradanlığı anlatan metinler kaleme alındı. Sovyetler’in Afganistan üzerinde kurmaya çalıştığı hegemonya sonrasında yaşanan siyasi süreçte cereyan eden fikri tartışmalar, yine küçük bir grup Afgan entelektüelinin etrafında döndü. Gelişmeleri uzaktan anlamaya çalışan halk ise komünizm rüzgarı ile radikal din eksenli görüşler arasında kaldı. Bu dönemde öne çıkan Afganistan’ın Sovyet yanlısı devlet başkanı Necibullah, Afgan toplumuna sosyalizmi anlatmaya çalışsa da başarılı olamadı. Necibullah, günden güne güç kazanan mücahitlerle başa çıkamayacağına kanaat getirince Kızıl Ordu’yu Afganistan’a davet etti. Ruslar’ın Afganistan’a girmesi çok kanlı ve dahi uzun sürecek bir savaşın miladı oldu. Nitekim milyonlarca Afgan, işgal yıllarında hayatını kaybetti. Yine milyonlarca insan, varları yokları ne varsa satıp ülkeden göçtü. Cereyan eden hadiselerin Afgan edebiyatına yansıması, komünizm- din- savaş, yoksulluk, kader ve göç gibi kavramları ön plana çıkardı. Aynı zamanda bu dönemde başta Mevlana olmak üzere kadim metinlere de ilgi arttı. Bazı isimler, klasik İran metinlerinden beslendiler. Rehgozer Muhammet Şefî’nin yaptığı çalışmalar, bu devir için ehemmiyet arz eder. Yine dönemin ruhunu anlamak için Âzam Rehneverd Zeryab ve Habib Esedullah gibi isimlerin öykülerine bakmak gerekir.Gelelim işgalci Sovyet askerlerinin kaçış sürecine…

Afganistan halkı Ruslar’ı kovduktan sonra bu kez başka bir savaşın içine yuvarlandı. Büyük bir iç savaş. Afganistan’ı Ruslar’dan kurtaran mücahit gruplar kendi aralarında savaşa tutuştular. Elbette perde arkasında her zaman olduğu gibi ABD ve müttefikleri vardı. Mücahitlerin iç cengini fırsat bilen ‘’Taliban’’ isimli oluşum, boşluğu doldurmak için harekete geçince Afgan halkının üstüne bir kez daha gece çöktü. Taliban 16. Yüzyıldaki medreselerinden kalma köktenci bir İslam anlayışını topluma dayatmaya çalışıp akla hayale sığmaz, çoğu İslamiyet ile alakasız uygulamalara meyledince Afganistan bambaşka bir yere dönüştü ve akabinde yeni bir göç dalgasını başladı. Bilhassa daha modern bir hayat hayali kuran Afganlar başka ülkelere göç etmeye başladılar.

Yakın tarihte yaşanan bu gelişmeler dünyanın ilgisini yeteri kadar çekmedi. Ta ki 11 Eylül 2001 yılında ABD’deki ikiz kulelere yapılan saldırıya kadar… ABD’nin bu devasa terör eylemi sonrasında Afganistan’ı işgal etme kararı ve sonrasında yaşananlar ise Afganistan için “demokrasiyle tanışma” ve fakat başka bir karanlık manasına geldi. Hiç şüphesiz bu dönemi hakkıyla idrak etmek için daha önce başka bir yazımda ele aldığım Khaled Hosseini’nin romanlarına bakmak gerekir. Hala okumamış olanlar ve bir kez daha okumak isteyenler için ‘Uçurtma Avcısı’, ‘Bin Muhteşem Güneş’ ve ‘Ve Dağlar Yankılandı’ isimli eserlerini hatırlatayım. Yine Taliban dönemi Afganistan’da yaşanan dramları realist perspektifle yansıtma becerisi açısından Nadia Hashimi’nin ‘Ay Düşerken’ ve Atiq Rahimi’nin ‘Sabır Taşı’ eserleri okunmaya değerdir. Şair Haydar Vücudi’nin mistik şiirleri ilginçtir. Bunlarla birlikte değerli araştırmacı Prof. Dr. Mehmet Kanar’ın çevirip yayına hazırladığı ‘Modern İran ve Afgan Öyküleri Antolojisi’ de yukarıda isimlerini zikrettiğim yazarların seçme öykülerini barındırması açısından başat eserlerdendir.

Kaan Murat Yanık, SabitFikir Dergisi- Eylül 2021

İZDİHAM

Exit mobile version