Site icon İzdiham Dergi

Mümine Ağaç, Güz Sonatı

Otobüs durağının yanından bize doğru ilerlerken yaşam sanki tüm ağırlığını onun omuzlarına bırakmış gibiydi.

Uzun süredir Türkçe konuşmadığından bahsetti, tüm gece dilediğince ifade imkânı bulabileceği için daha sohbet başlamadan teşekkür etti. Üç çay söyledik.

‘Hangimiz’ dedi, ‘tazeyiz? Sen mi, ben mi?

Hafif yayıldığım koltuktan doğruldum, bakışlarımı üzerine doğrulttum.

Ömer Erdem’in bir dizesi var;

‘Kimse bilmez bir çocuk çok yaşamıştır büyüklerden’, dedim.

Çok üzerinde durmadı. Çok umursamadım.

Konuşurken saniyelerle yarışıyordu, ne kadar süredir dinlenilmek için bekliyordu? Saçlarını ve sakallarını uzatmış, yüzünde yaşına nazaran az sayılabilecek çizgiler. Ellerin ve dokunuşların oldukça önemli olduğunu düşünüyor. Gönül verdiği meseleler var, gönül verdiği meselelere harcadığı bir ömrü var. Bazen bazı insanlar yüreklerini bir meselenin cayır cayır yaktığını hisseder, o yangının götürdüğü yere doğru bir sefer başlar. Bir bakmışsın yıllar geçmiş. İki cümlesinden biri sinemaydı. Yüreği sinemaya doğru akmış hep.

İçimin kıpırtısını hissettim.

İnsanların gözlerinde heyecan görmek, bir yangının peşine düştüklerinde olup bitenler, yaşananlar, vazgeçişleri, tutkuları, adanmışlıkları… İşte benim kıpırtım. Bu yüzden terapist oldum belki de. Kıpırtılara kıpırdanmak için.

Herkesin kendi ömrünü adayacağı tutkuyu fark ediyor olmasını beklemiyorum elbette. Bir yangını olmayan, olsa da onun varlığından bihaber yitip giden ne çok insan var. Onlarla konuşurken uzaklardan, çok uzaklardan belli belirsiz bir ışık görünür bazen. Bazen de görünen tek şey karanlıktır. Boğazlarına kadar kopkoyu bir karanlığa, dünya telaşına gömülenler.

Sohbetin sonuna doğru Kış Uykusu üzerine konuşuyoruz. Sekansın birinde koltuğun üzerinde bir ceket var, ceketin duruşu hakkında çıkarımlar yapıyorum kendimce. Derin sayılabilecek bir nefes aldı.

‘Nuri Bilge’ dedi, ‘Babası ölünce bir tweet atmıştı;

“Biri ölür, üzülmezsiniz. Sonra sandalyeye asılı hırkasını görürsünüz. O hırkanın duruşu kalbinize oturur.”

‘O ceket sahnesi’ dedi, ‘işte o hırkanın, babasının yokluğunun tezahürü’.

Yılların yorgunluğunu biriktirdiği küçük gözlerinden yaşlar döküldü. O esnada çiğnediğim lokmayı yutamadım. Yutkunamadım.

Erkekler ağladığında, ihtiyar erkekler ağladığında yutkunmak zordur.

Akşamlar serinliyor Ankara’da, oyalamaya çalışıyorum kendimi. Oyalanmaya çalışıyorum. Yaşıyor ve hissediyor olmak gece üç sularında daha da katlanılmaz olabiliyor.

Nuri Bilge ve sen, doğru söylüyorsunuz. En son eşyalarla vedalaşılır.

O babasına ağladı ve olmamışlıklarına.

Ben ona, bana, yangınından bihaber olanlara, gardırobumda asılı duran siyah pantolona ve sandalyelere asılmış tüm hırkalara ağladım.

Bir güz sonatı dinleyip, sabahı selamladım.

İZDİHAM

Exit mobile version