Site icon İzdiham Dergi

Mark Twain, Âdem’in Günlüğünden Yapraklar

Pazartesi
Bu uzun saçlı yeni mahluk da çok olmaya başladı artık. Nereye gidersem gideyim karşıma çıkıyor. Hep peşimde. Bundan hiç hoşlanmıyorum. Keşke öteki hayvanların yanında dolaşsa. Hava bugün bulutlu. Rüzgâr doğudan esiyor.

Sanıyorum bizi yağmurlu bir gün bekliyor. Bizi mi dedim? Bu kelime de nereden çıktı? Ha, tamam hatırladım; o yeni mahlûk kullanıyor bu kelimeyi.

Salı
Büyük çağlayanı seyrediyordum. Civardaki en nefis şey bence bu. Yeni mahluk onun Niagara Çağlayanı’na benzediğini söylüyor. Bu hiç de akıllıca değil; sadece su katılmamış bir densizlik ve aptallık. Kendi başıma hiçbir şeye ad koyamıyorum. Bu yeni mahluk, karşıma çıkan her şeye, itiraz etmeme dahi fırsat bırakmadan bir isim koyuyor. Bahanesi de hep aynı: Filanca şeye benziyor. Örneğin Dodo kuşu. Neymiş efendim, bakınca onun bir dodoya benzediği açıkça görülebiliyormuş. Kuş bundan böyle hep dodo diye bilinecek. Ne yazık. Bütün bunlar canımı çok sıkıyor. Dodo! Ben bile bir dodoya ondan çok benziyorum.

Çarşamba
Yağmurdan korunmak için kendime bir barınak yaptım. Ama huzurlu bir şekilde içine girip de oturmak ne mümkün? Yeni mahluk gelip barınağıma girdi. Onu dışarı atmaya çalıştığımda çevresine baktığı deliklerden su çıkardı ve sonra pençelerinin arkasıyla bu suyu sildi. Bir yandan da bazı hayvanların korktukları zaman çıkarttıkları seslere benzer bir ses çıkartıyordu. Keşke hiç konuşmasaydı; ne güzel olurdu. Ama bir an bile susmuyor. Belki zavallı mahluka hakaret ediyormuşum gibi bir izlenim yaratıyorum ama aslında öyle bir niyetim yok. Daha önce hiç insan sesi duymamıştım ve ayrıca kafamı dinlemeyi düşlediğim bu barınağın sakin ve huzurlu ortamına kendini zorla sokan her yeni ve tuhaf ses kulağımı tırmalar. Üstüne üstlük bu yeni ses yanıbaşımda çınlıyor; hemen omzumun üstünde ve tam kulağımın dibinde. Bir sağ kulağımın dibinde bir sol kulağımın. Ben öyle kulağımın dibinden gelen seslere alışık değilim.

Cuma
Bu adlandırma işi aynen devam etmekte. Karşı yöndeki çabalarım hiçbir sonuç vermiyor. Yaşadığım yer için çok hoş, melodik bir ad bulmuştum: Cennet Bahçesi. Ben kendim bu toprakları bu adla anmaya devam edeceğim. Yeni mahluk dört bir tarafın ağaç ve kaya olduğunu, bahçeye benzeyen bir yan bulunmadığını söylüyor. Dediğine göre burası bir parka benziyormuş ve parktan başka bir şeye de benzemiyormuş. Böylelikle, tabii benim görüşüm alınmadan bu topraklara yeni bir isim verildi: Niagara Çağlayanı Parkı. Bu, artık haddini aşmış bir zorbalık. Dayanmak mümkün değil. Bir de orta yere bir tabela dikti: ‘ÇİMENLERE BASMAYIN’.
Eskisi kadar mutlu bir hayatım yok artık.

Cumartesi
Yeni mahluk çok fazla meyve yiyor. Muhtemelen çok yakında hiç meyvemiz kalmayacak. Yine ‘biz’ dedim. Onun kullandığı sözcükleri duya duya artık ben de kullanmaya başladım. Bu sabah oldukça yoğun bir sis vardı. Sisli havalarda dışarı çıkmıyorum ama bu yeni mahluk çıkıp geziyor. O her havada geziyor ve içeriye çamurlu ayaklarıyla giriyor. Ve konuşuyor! Bir zamanlar burası çok sakin ve güzel bir yerdi.

Pazar
Berbat bir gün. Bugün gittikçe daha dayanılmaz bir hal alıyor. Geçen Kasım ayında bugün dinlenme günü olarak belirlenmişti. Ondan önce her hafta için altı tane dinlenme günüm oluyordu. Bu sabah uyandığımda yeni mahluku, yasaklanmış ağaçtan elma koparmaya çalışırken gördüm.

Pazartesi
Yeni mahluk adının Havva olduğunu söylüyor. Buna hiçbir itirazım olmaz. Yanıma gelmesini istediğimde kendisini bu adla çağırmalıymışım. Kelime olarak saygı uyandıran, büyük, güzel ve yinelenerek söylenmeyi hak eden bir kelime. Yeni mahluk diyor ki, o bir mahluk değil kadınmış. Burası biraz şüpheli ama aslında benim için hepsi bir. Keşke kendi başının çaresine bakabilse ve konuşmasaydı.

Salı
Havva her yeri çirkin isimler ve kaba işaretlerle kirletti.

BURADA GİRDAP VAR.
ADAYA BU YOLDAN GİDİLİR.
RÜZGÂRLI MAĞARAYA BURADAN GİDİLİR.

Havva bu parkın güzel bir tatil beldesi olabileceğini söylüyor. Tatil beldesi. Yeni icat ettiği sözlerden biri. Durmadan anlamsız sözcükler icat ediyor. Tatil beldesi de ne demek? Ama hiç sormamak gerek. Bir şey sorulunca onu uzun uzun anlatmak gibi bir takıntısı var.

Cuma
Çağlayana atlamamam için çok yalvardı. İyi de bunun ne zararı var? Bunun kendisini korkuttuğunu söylüyor. Doğrusu sebebini çok merak ediyorum. Ben bunu hep yapıyorum. Çağlayana balıklama atlamanın verdiği heyecan ve serinlemek hoşuma gidiyor. Bence çağlayan bu iş için yapılmış. Başka bir şeye yarayabileceğini tahmin etmiyorum. O ise çağlayanın manzara olsun diye yapıldığını söylüyor. Tıpkı gergedanlarla filler gibi.

Çağlayana bir fıçı içinde atladım ama bu onu memnun etmedi. Üzerimde incir yaprağından yapılma elbisemle girdabın içinde ve kuvvetli akıntıya karşı yüzdüm. Elbise bir hayli yıprandı. Böyle olunca da üstüme başıma dikkat etmedim diye bir sürü laf işittim. Kendimi burada çok kısıtlanmış hissediyorum. Bir hava değişimine ihtiyacım var.

Cumartesi
Geçen Salı günü kaçtım. İki gün boyunca yol aldım ve tenha bir yerde kendime bir başka barınak yaptım. Elimden geldiğince izlerimi silmeye gayret ettim. Ama o, kurt diye çağırdığı ve evcilleştirdiği bir hayvanın yardımıyla yerimi buldu. Yine o acıklı sesin eşliğinde, baktığı deliklerden su çıkartıyor. Onunla geri dönmeye mecbur kaldım. Ama ilk fırsatta yine göçeceğim. Havva lüzumsuz birçok şeyle kendini yoruyor. Örneğin, arslan ve kaplan denilen hayvanların, birbirlerini yesinler diye verildiği aşikar olan dişleri varken neden çimen ve çiçek yiyerek beslendiğini merak ediyor. Ne kadar aptalca çünkü bunu yapabilmeleri için birbirlerini öldürmeleri gerekir. Böyle bir şeyin vuku bulması halinde ise adına ölüm denen şey gerçekleşmiş olacak. Oysa ölüm, bana söylendiğine göre Park’a henüz girmemiş. Bazı açılardan çok talihsiz bir durum bu.

Pazar
Berbat bir gün.

Pazartesi
Galiba haftanın ne işe yaradığını buldum. Pazar gününün verdiği yorgunluğu atmaya yarıyor. Harika bir buluş. Havva yine o ağaca çıkmaya çalışıyor. Engel olmaya çalışıyorum. O ise kimsenin görmeyeceğini söylüyor. Bu yaptığıyla başımıza gelebilecek tehlikeli bir işe uygun bir zemin hazırlıyor. Bunu kendisine de söyledim. ‘Uygun zemin’ lafına hayran kaldı. Galiba biraz da kıskandı. Doğrusu güzel söz.

Salı
Bana, kaburgalarımdan alınan bir kemikten yaratılmış olduğunu söylüyor. Bence orası biraz şüpheli. Hiç eksik kaburga kemiğim yok benim. Kafasını akbabaya takmış. Otlarla beslenmesinin ona iyi gelmediğini, onu yetiştirmesinin mümkün olamayacağını, kokuşmuş leş ile beslenmesi gerektiğini söylüyor. Akbabayı rahat ettireceğiz diye kurulu düzeni alt üst edemeyiz ki.

Cumartesi
Dün, hep yaptığı gibi yine gölün sularında kendini seyrederken yuvarlanıp suya düştü. Az kalsın boğuluyordu. Bunun çok rahatsız edici bir şey olduğunu söylüyor. Bu olay, suda yaşayan ve kendisinin balık adını verdiği hayvanlar için üzülmesine sebep oldu. Bu arada hâlâ bir isme ihtiyaç duymayan ve isimleri söylenince yanına gelmeyen şeylere isim koymaya devam ediyor. Fakat onun için bu bir önem taşımıyor. Öyle şapşal ki. Neyse, kalkmış bu balıklardan bir sürü toplamış ve dün gece, sıcak tutsun diye getirip yatağıma koymuş. Balıkları bütün gün izledim. Hiç de eskisinden daha mutlu görünmüyorlar. Yalnızca daha sakinler. Akşam olsun hepsini dışarı atacağım. Bir daha onlarla uyumaya niyetim yok. İnsanın üzerine bir şey giymemişken bu yaratıklarla uyuması çok soğuk ve nemli ayrıca pek nahoş bir şey.

Pazar
Berbat bir gün.

Salı
Bir yılanla dolaşmaya başladı. Öteki hayvanlar buna çok memnun oldular çünkü sürekli onların üzerinde bir takım deneyler yapıp canlarını sıkıyordu. Doğrusu ben de pek memnun kaldım çünkü yılan konuşabiliyor ve böylece ben de kafamı dinleyebiliyorum.

Cuma
Yılan ona, o ağacın meyvesini yemesini salık veriyormuş. Eğer yerse bunun karşılığında çok büyük, güzel ve asil bir bilgeliğe ulaşacağını söylüyormuş. Ona bunun bir başka sonucu daha olacağını anlattım. O meyveyi yemenin dünyaya ölümü getireceğini açıkladım. Keşke açıklamasaydım. Bu ona sadece yeni bir fikir verdi. Hasta akbabayı kurtarabileceğini ve arslanlarla kaplanları taze et ile besleyebileceğini düşünüyor. Ona o ağaçtan uzak durmasını tavsiye ettim. Karşı çıktı. Başımıza bir felaket geleceği açıkça görülüyor. Ben buralardan gidiyorum.

Çarşamba
Dün gece kaçtım. Bir ata atladım ve dört nala yol aldım. Felaket gelmeden önce Park’ın dışına çıkabilmeyi ve başka bir diyarda saklanabileceğim bir yer bulabilmeyi umuyordum. Ama umudum boşa çıktı. Güneş doğduktan bir saat kadar sonra, otlayan, uyuyan ya da birlikte oyunlar oynayan binlerce hayvanla dolu bir ovaya geldim. Ansızın, hepsi birden korkunç sesler çıkartarak bağırmaya başladılar. Bir an içinde bütün ovaya delice bir kargaşa çöktü.

Her hayvan hemen yanı başındaki diğer bir hayvanı parçalamaya çabalıyordu. Bunun ne anlama geldiğini biliyordum: Havva meyveyi yemişti. Ölüm dünyaya inmişti. Kaplanlar, kendilerine uzak durmalarını emrettiğim halde atımı yediler. Orada kalmaya devam etseydim beni de yiyeceklerdi. Ama ben hızla oradan uzaklaştım. Park’ın dışında şu anda kaldığım yeri buldum. Birkaç gün oldukça sakin ve huzurlu geçti. Ne var ki Havva beni burada da buldu. Buldu ve hemen oraya bir isim taktı: Tonawanda. Güya burası Tonawanda’ya benziyormuş. Aslında buraya gelmesine sevinmedim dersem yalan olur.

Burada yenilebilecek doğru dürüst bir şey yoktu. Gelirken yanında, o yediği elmalardan getirmiş. Elmalardan yemeye mecbur kaldım. Her ne kadar prensiplerime aykırı da olsa yedim çünkü prensiplerin ancak insanın karnı tokken gerçek bir güce sahip bulunduğunu anlamıştım… Havva dallar ve yapraklarla örtünmüş bir biçimde gelmişti. Bu saçmalığın ne demek olduğunu sordum ve üzerindekileri çekip yere fırlattım. Hem kıkırdadı hem de kızardı. Daha önce hiç kıkırdayıp kızaran birini görmemiştim. Bana çok çirkin ve aptalca bir hareketmiş gibi geldi. Dediğine göre yakında aynı şeyi ben de yapacakmışım. Haklıydı. Aç olmama rağmen, yarısını yediğim ve o güne dek gördüğüm en güzel elmayı bir yana bıraktım; yerden yaprak ve kırık dal toplayıp üzerime örtmeye başladım.

Daha sonra Havva’ya, biraz da sert bir şekilde, gidip bunlardan biraz daha toplamasını ve öyle soytarı gibi ortalıkta gezinmemesini emrettim. Dediğimi yaptı. Sonra birlikte, vahşi hayvanların birbirini öldürdükleri ovaya kadar sürünerek gittik. Orada birkaç deri parçası topladık. Havva’ya bunları birbirine yamattırdım. Böylece cemiyet içinde giyilebilecek bir çift elbiseye sahip olduk. Pek rahat oldukları söylenemez ama gösterişli olduklarını da itiraf etmek gerek. Zaten bir kıyafette en önemli nokta rahatlıktan çok görünüşüdür. Havva’nın iyi bir arkadaş olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar her şeyimi yitirmiş olsam da sanıyorum onsuz kendimi pek yalnız ve mutsuz hissederdim. Dediğine göre, bundan sonra yaşayabilmek için kendi geçimimizi sağlamamız emredilmiş. Havva benim çok işime yarayacak. O çalışacak, ben nezaret edeceğim..

10 Gün Sonra

Başımıza gelen felaketten benim sorumlu olduğumu söylüyor! Yılan onu, yasaklanmış ağacın elma değil kestane ağacı olduğu konusunda temin etmiş. Ona bu durumda masum olduğumu çünkü hiç kestane yemediğimi söyledim. O ise Yılan’ın kendisine, ‘kestane’nin aslında eski ve bayat espri anlamına gelen mecazi bir ifade olduğunu söylediğini anlattı. Bunun üzerine bende bet beniz attı. Çünkü ben vakit geçsin diye sık sık espri yaparım. Yaptığım esprilerin bir kısmı, her ne kadar ben yaptığımda yeni olduklarına içtenlikle inansam da, bir ihtimal eski ve bayat da olabilir. Havva bana, tam felaket başladığı sırada o esprilerden birini yapıp yapmadığımı sordu.

Kendi kendime, yüksek sesle söylemeden bir espri yaptığımı itiraf etmek zorunda kaldım. O da şuydu: çağlayanı düşünüyordum. Kendi kendime ‘bu kadar muazzam büyüklükte bir su kütlesinin oradan aşağı dökülmesini izlemek ne harika bir şey’ dedim.

Sonra, ansızın aklıma çok parlak bir fikir geldi. Bunu söylemekten kendimi alamadım: ‘Bir de bu muazzam kütlenin yukarı çıkışını izleyebilseydim, ne harika olurdu!’ Bütün doğanın birbirine girdiği, hayvanların birbirinin gırtlağına sarıldığı anda ve canımı kurtarmak için kaçmaya başlamadan hemen önce ben bu espriyi yapmış, kahkahalarla gülmekteydim. Havva muzaffer bir edayla ‘Evet, şimdi her şey anlaşıldı’ dedi. ‘Aynı espriyi yılan söyledi bana. Bunu adı İlk Kestane imiş ve Yaratılış ile aynı zamanda ortaya çıkmış.’ Yazıklar olsun bana. Kabahatli benmişim meğer. Ah, keşke o kadar o kadar espritüel olmasaydım. Keşke o parlak fikir hiç gelmeseydi aklıma..

Ertesi Yıl
Yaratığın adını Kabil koyduk. Havva onu, ben Erie Gölü’nün kuzey kıyılarında kır gezisi yaparken, kulübemizden bir iki kilometre uzakta yakalamış. Belki de dört beş kilometre. Ne kadar uzakta olduğunu pek kestiremiyor. Yaratık birçok açıdan bize benziyor. Aramızda bir akrabalık olabilirmiş. Havva öyle düşünüyor ama bence yanılıyor. Boyutlarındaki büyük farklılık onu tamamen başka ve yeni bir tür hayvan olduğunu kanıtlıyor.

Muhtemelen bir balık. Fakat bunu anlamak için suya daldırdığımda dosdoğru dibe çöktü. Kesin bir sonuca varmaya fırsat bulamadan Havva koşup yaratığı sudan çıkardı. Ben hâlâ onun bir balık olduğunu düşünüyorum. Havva onun ne olduğunu hiç önemsemiyor. Benim anlamama da müsaade etmiyor. Hiç bir şey anlamıyorum. Yaratığın gelişiyle birlikte Havva’nın bütün tabiatı değişti. Artık deneyler hakkında da mantıksızca hareket etmeye başladı. Bu yaratığı öteki hayvanları düşündüğünden daha fazla düşünüyor fakat kendisi de bunun nedenini açıklayamıyor. Aklı çok karışık.

Her şey buna işaret ediyor. Bazı geceler yaratık şikayet eden sesler çıkarttığında Havva onu saatlerce kucağında taşıyor. Böyle zamanlarda Havva’nın yüzündeki etrafa bakma deliklerinden su geliyor; yaratığın sırtına hafif hafif vurup yumuşak sesler çıkartarak yaratığı rahatlatmaya çalışıyor. Suratına bakınca ne kadar üzgün ve endişeli olduğu açıkça görülebiliyor. Başka bir balık için hiç böyle şeyler yapmamıştı. Doğrusu bu beni çok kaygılandırıyor. Eski topraklarımızı kaybetmeden önce yavru kaplanları da böyle kucağında taşırdı ama o sadece oyun olsun diyeydi. Yedikleri yemek onlara dokunduğunda hiç böyle endişelenmezdi.

Pazar
Pazar günleri hiç çalışmıyor. Yorgunluktan bitap düşmüş bir halde sırt üstü yatıyor ve yaratığın da yanında neşeyle yuvarlanmasını izlemek istiyor. Onu eğlendirmek için aptal sesler çıkartıyor; patilerini yermiş gibi yapıyor; yaratık da bunlara çok gülüyor. Daha önce gülen bir balık hiç görmemiştim. Bu beni şüpheye düşürüyor… Pazar günlerini sevmeye başladım. Bütün bir hafta işlerin yapılmasına nezaret etmek insanı pek yoruyor. Daha çok Pazar olmalı. Eskiden Pazarlar hiç güzel değildi ama artık çok iyi geliyorlar.

Çarşamba
Balık değil. Ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum. Acıktığında acayip şeytani sesler çıkartıyor; tokken ise ‘aguu, aguu’ deyip duruyor. Bizim gibi insan değil çünkü yürüyemiyor. Kuş değil çünkü uçamıyor. Kurbağa değil çünkü sıçramıyor. Yılan hiç değil çünkü sürünemiyor. Her ne kadar deneme fırsatı bulamadıysam da balık olmadığına kesin kanaat getirdim. Sadece ayaklarını yukarı kaldırıp sırt üstü yatıyor. Daha önce hiç bir hayvanın böyle yaptığını görmemiştim. Onun gizemli bir yaratık olduğuna inandığımı söyledim. Havva anlamadan söylediğime hayran kaldı. Evet, bence o, ya bir gizemli yaratık ya da bir cin. Ölürse parçalayıp içinde ne olduğuna bakacağım. Bugüne dek beni bu kadar uğraştıran bir sorunla karşılaşmamıştım.

Üç Ay Sonra
Sorun hallolacak yerde giderek daha çetrefilleşiyor. Bu sıralarda pek az uyuyabiliyorum. Yaratık sırt üstü yatmayı bıraktı; Şimdilerde dört ayak üzerinde yürüyor. Ancak onu öteki dört ayaklı hayvanlardan ayıran bir özellik var: ön ayakları olması gerekenden çok kısa. Bu yüzden yürürken vücudun arka kısmı çok çirkin bir görünüm sergileyecek şekilde havaya kalkıyor. Yapı olarak bize benzese de yürüyüşüne bakarak onun bir cins kanguru olabileceğini düşünüyorum. Fakat kanguru cinsinin ender bulunan bir çeşidi olsa gerek çünkü normalde kangurular zıplayarak giderken bunun zıpladığını hiç görmedim. Yine de bana kalırsa çok nadide ve enteresan bir cins. Daha önce hiç kayıtlara geçmemiş. Onu ben keşfettiğimden kendi adımı vermekte bir sakınca görmedim. Böylece onu Kangaroorum Adamiensis olarak adlandırdım…

İlk geldiğinde muhtemelen bir yavruydu. O günden bu yana en az 5 kat büyümüş olmalı. Bir şeyden memnun kalmadığından, ilk geldiği zamanlarda çıkardığından 22 ilâ 38 kat daha fazla gürültü çıkarabiliyor.

Ne kadar zorlasam da buna bir son vermesini sağlayamadım. Hatta zorlamalarım daha da ters etki yaptı. Onun için bu yöntemi uygulamaktan vazgeçtim. Havva onu tatlı sözlerle ve daha önce vermeyeceğini söylediği her şeyi vererek rahatlatabiliyor. Yaratık ilk geldiğinde ben evde yoktum. Havva onu ormanda bulduğunu söylemişti. Türünün tek örneği olması çok garip fakat böyle olduğunu kabullenmek gerekiyor; zira, haftalarca hem koleksiyonuma eklemek için hem de bizdeki yaratığa oyun arkadaşı olsun diye bir başkasını bulmaya çalıştığımda hep elim boş döndüm. Bulsaydım bu sayede yaratığı daha kolay evcilleştirebilirdik.

Ancak değil bir başkasını bulmak, bir başkasının varlığına dair en küçük bir iz dahi bulamadım. Yaratık yerde yaşıyor; kendi başının çaresine bakamayacak kadar zayıf; o halde bir iz bırakmadan nasıl hareket edebiliyor? Bir çok tuzak kurdum ama bir işe yaramadılar. O yaratık haricinde her türlü küçük hayvan düştü bu tuzaklara. Yalnızca oradaki sütün neden oraya konulmuş olabileceğini merak edip tuzağın içine girdiğini sandığım bir sürü hayvan yakaladım. Hiç biri de sütü içmemiş..

Üç Ay Sonra
Kanguru hâlâ çok garip ve şaşırtıcı bir biçimde büyümeye devam ediyor. Büyümesi bu denli uzun süren başka bir kanguru hiç görmemiştim. Başı tüylü ama kanguru tüyü gibi değil. Tam tersine bizim başımızdaki tüyler gibi daha ince ve daha yumuşak; ayrıca siyah değil kızıl. Bu sınıflandırılamayan zoolojik hilkat garibesinin sonu kestirilemeyen ve can sıkıcı gelişimi beni deli ediyor. Keşke bir başkasını yakalayabilseydim. Ama bu konuda hiç umudum yok.

Anlaşılıyor ki bu; yeni bir türün yer yüzündeki yegane örneği. Fakat ben gidip gerçek bir kanguru yakalayıp eve getirdim. Hiçbir akrabası olmayan yaratığın kanguruyla arkadaşlık edeceğini ya da en azından, kendisinin adet ve alışkanlıklarını ve ona dostlar arasında bulunduğunu nasıl hissettirebileceğini bilmeyen bizim gibi yabancılar arasında yalnızlığını unutturabilecek bir hayvan arkadaşa yakınlık duyabileceğini düşünmüştüm. Ama yanılmışım. Kanguruyu ilk gördüğü anda kriz geçirmeye başladı. O zaman, daha hiç kanguru görmediğini anladım.

Zavallı, yaygaracı küçük hayvana pek acıdım ancak onu mutlu edebilmek için yapabileceğim hiçbir şey yok. Keşke onu evcilleştirebilseydim lakin bu pek mümkün görünmüyor. Ne kadar çok uğraşırsam o kadar kötü oluyor. Yaratığı o küçük üzüntü ve öfke nöbetleri içinde izlemek beni bir hayli kederlendiriyor. Havva’ya ‘Bırakalım gitsin’ diyorum; küplere biniyor. Ona çok zalimce bir şeymiş gibi geliyor. Belki de haklıdır. Bırakırsak belki de yalnızlığı daha da derinleşecek. Ben bir başkasını bulamadım da o nasıl bulsun?

Beş Ay Sonra
O bir kanguru değil. Havva’nın parmağını tutup arka ayakları üzerinde birkaç adım atabiliyor;sonra da düşüyor. Muhtemelen bir cins ayı. Ama kuyruğu ve başındakiler dışında tüyleri yok. Hâlâ büyüyor. Bu çok tuhaf çünkü ayıların büyümesi daha kısa sürer. Ayrıca ayılar -başımıza gelen felaketten beri- tehlikeli hayvanlar. Bu yaratığın evin içinde ağzını kapalı tutacak bir şey olmadan dolaşmasına uzun süre müsaade edecek değilim. Havva’ya bunu bırakırsa kendisine bir kanguru getireceğimi söyledim ama bir yararı olmadı. Sanırım bizi her türlü aptalca tehlikeye sokmaya kararlı. Aklını kaçırmadan önce böyle değildi o.

15 Gün Sonra
Açıp ağzını inceledim. Henüz bir tehlike yok. Yalnızca tek dişi var. Kuyruğu da çıkmadı. Bu sıralarda eskisinden daha çok gürültü yapıyor; özellikle de geceleri. Ben dışarıda yatıyorum. Ama sabahları kahvaltı yapmak ve yeni dişi çıkmış mı görmek için içeri giriyorum. Ağzı dişle dolduğu gün kuyruğu çıksın çıkmasın evden ayrılma zamanı da gelmiş olacak. Ayılar tehlike arz etmek için kuyruğa ihtiyaç duymazlar

4 Ay Sonra
Havva’nın Buffalo diye adlandırdığı bölgede bir aydan beri balık tutup avlanmaktaydım. Neden buraya bu adı verdiğini bilmiyorum. Buralarda hiç buffalo yok. Bu arada ayı, arka ayakları üstünde kendi kendine yürümeyi öğrendi. Ayrıca ‘boba’ ve ‘ağne’ demeye başladı. Bu yaratık kesinlikle yeni bir tür. Kullandığımız sözcüklere benzer şeyler söylemesi rastlantıdan başka bir şey olamaz. O nedenle bir anlam taşıması asla mümkün değil. Fakat bu kadarı bile olaya olağanüstü bir nitelik kazandırıyor. Başka hiçbir ayının yapamayacağı bir şey bu. Konuşmayı taklit edebilmesi, tüylerinin ve kuyruğunun olmaması onun tamamen yeni bir cins ayı olduğunu gösteriyor.

Onu daha yakından incelemek çok enteresan olacak. Diğer taraftan, kuzeydeki ormanlık bölgeye gidip çok sıkı bir keşif yapacağım. Bir yerlerde mutlaka başka bir örnek daha olması gerek. Onu bulup eve getirebilirsem bizimki de daha az tehlikeli olacaktır. Şimdi gidiyorum ama daha önce şunun ağzını bağlayacağım. 3 Ay Sonra Çok ama çok yorucu bir avdı. Ne var ki hiçbir başarı sağlayamadım.

Bu arada Havva oturduğu yerde bir başkasını yakalamış! Ben böyle şans görmedim. Ben o ormanlarda yüz sene avlansaydım yine de bir tane yakalayamazdım. Ertesi Gün Eski yaratıkla yeniyi karşılaştırınca ikisinin kesinlikle aynı cins olduklarını anladım. İçlerinden birini koleksiyonuma katmak için almak istediğimde Havva buna karşı çıktı. İstemeye istemeye bu düşüncemden vazgeçtim. Eğer kaçarlarsa bu bilim adına çok büyük bir kayıp olur.

Eski yaratık artık daha uysal. Papağan gibi konuşuyor ve gülüyor. Bunu çok kuvvetli taklit etme yeteneğine ve papağanın yanında uzun süre kalmasına bağlıyorum. Eğer yeni bir papağan türü olduğu ortaya çıkarsa çok şaşıracağım. Fakat, balık olduğunu düşündüğüm günden bu yana o kadar çok değişiklik gösterdi ki aslında şaşırmamam gerekiyor. Yeni yaratık da eskisinin küçüklüğünde olduğu kadar çirkin.

Aynı, açık sarı ve çiğ et renklerinin birbirine karıştığı surata ve tüysüz başa sahip. Havva ona Habil adını verdi. 10 Yıl Sonra Onlar meğer erkek çocuklarmış. Bunu anlayalı çok oldu. Bizi o küçük, olgunlaşmamış biçimde gelişleri şaşırttı. Buna hiç alışık değildik ki. Artık kızlar da var. Habil iyi bir çocuk. Ama Kabil keşke bir ayı olarak kalsaydı. Bunca yıldan sonra, başlangıçta Havva hakkında ne kadar yanlış şeyler düşündüğümü anladım.

Cennet Bahçesi’nin içinde onsuz yaşamaktansa dışında onunla beraber yaşamak çok daha güzelmiş. İlk başlarda onun çok geveze olduğunu düşünüyordum; ama şimdi o güzel sesi hayatımdan silinir giderse öyle çok üzülürüm ki. Bizi bir araya getiren ve onun kalbindeki iyiliği ve ruhundaki güzelliği tanımayı bana öğreten kestaneye çok şey borçluyum.

Mark Twain
İZDİHAM
Exit mobile version