İzdiham Dergi

Ethem Erdoğan, Edebiyatın Muharrik Bir Fenomeni: Korku

Edebi Refleks

Edebi eserlerin “kim olduğumuzu bilmek” gibi bir amacının olduğundan da söz etmeliyiz. Kim olduğunu bilmenin, öteden beri önemli mevkilerle ilişkisi kurulmuştur, kurulmaktadır. İki netice cümlesi; tabiat ve insanın açıklanan, rezerve edilen bilgi dâhilinde anlaşılmasından çok ötesidir. İnsanın hep değişen sürekli keşfe, anlaşılmaya açık olmasıdır.

Açıklanan, formel ve cari bilginin büyük ölçüde insanlığı yönlendirme, hakikati örtme gibi amaçları ve bu amaçlar üzerinden egemen devletlerin başka toplumları maniple etmeye dönük çabaları vardır. Esas olan, “temel kriterler” ekseninde hakikate bakmaktır. Temel kriterleri her fert kendi farkındalığı ölçüsünde geliştirir. Bu bir reflekstir. Bu edebiyatta da geçerlidir. Somutlaştırmaya çalışalım: edebi bir eseri okuduktan sonraki tavrımız “güzel” ya da “iyi” ile sınırlıysa temel kriterimiz yok demektir. Çünkü eseri okurken aslında izlemişiz demektir. Oğuz Atay’ın “Batılı değerlendirir, biz severiz” ifadesi durumu en güzel anlatan cümledir. Ancak bu cümlenin anlamlarından birinin de edebi eser “batılı akılla, biz gönülle” yaklaşırız olduğu ve gönülden yaklaşmanın olumlu yanlarının çokluğu göz ardı edilmemelidir. Çünkü batılının, öncelik olarak eseri akıl-mantıkla ele alışı ve eserin akıl-mantık (modernizm) çizgisini temel sayması realitedir. Bu cümleler temel kriter edinilmemesi ve ülkemizde eleştiri anlayışının gelişmemesi üzerine hem tenkit hem öneri anlamındadır.

Biz her metni Türk diline katkı anlamında ele alırız. Elbette metnin yazarla bağını önemseyip metni temel almayı ilk hareket noktası kabul ederek… Dolayısıyla (niyetimiz olan eseri incelemek faaliyeti) her metnin yazarından bağımsız olarak ele alınıyor olmasıyla metin için temel bir gereklilik olurken, yazarı için özgürlük anlamına gelir. Çünkü “yazarın metni” ön kabulü o metin adına şaşı bakışlara hedef olmak anlamına gelebilir. Sözü edilen metin sanat ve edebiyat dünyasında, dönüştürücü-hareket ettirici özellikleriyle tebellür eden yazarları bahis konusu etmişse; metnin edebiyat dünyasında olduğu kadar sıradan okurda da karşılığı olacaktır. Bu durumu açıklarken, benzer değil, farklı değerlendirmeler, farklı kişiliklerin bir tema etrafında incelenmesinin değerini de vermiş olalım.

“Korkunun Edebi Görüntüleri” Üzerine

“İnsan doğası gereği korkan bir varlıktır, gelişen zihinler ve teknolojiyle birlikte korku sorununa çözümler aransa da hiçbir din hiçbir düşünür bu soruna çözüm getirebilmiş değildir. Belki de insanoğlunun sürekli teknolojik gelişmelere imza atmasının temelinde bu korku problemi vardır.” Kitaba girerken bu bölümü seçmemin bir gerekçesi var. Bu gerekçe teknoloji geliştirmeye yapılan göndermeyle ilgili. Esasen insanın düşünmesi (Felsefe), düşündüğünü yazılı ifade etmesi (Edebiyat-kitap), okuyanın bilgiyi şekillendirmesi, aklına fikir gelmesi ve bu anlatılanı teknolojiye dönüştürmesi şeklinde bir gelişim çizgisi var. Çünkü insanlık güvenlik adına, topluluk hayatı, kalede yaşamak gibi pek çok yöntem buldu.

Müge Göncü‘nün Peyami Safa, A. Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay’ı “Korku” fenomeni üzerinden değerlendirdiği “Korkunun Edebi Görüntüleri” adlı 2021 Ekim ayında Hece Yayınlarından çıkan kitabı, beş bölüm 352 sayfa. Güçlü bir akademik çalışma ürünü olan bu eser sanırım alanında ve üç önemli edebi şahsiyeti bir tema etrafında buluşturması özelliğiyle ilk olma vasfına sahip. Arka kapak yazısından şu kısmı paylaşarak kitapla ilgili izlenim oluşturulmasına katkı yapalım: “Peyami Safa’nın, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ve Oğuz Atay’ın roman ve öyküleri, korkuların kaynaklarını, görünme biçimlerini ve biyografik hikâyelerle ilişkilerini izlemek bakımından öncül metinler sayılabilirler. Bu kitap, bir taraftan edebiyattaki korkunun kaynaklarını, görünme biçimlerini belirleyip çözümlemeye çalışırken bir taraftan da korkunun kurguyla ilişkisini açmaya çalışmaktadır.”

Yazar ilk bölümde konuya bir “çerçeve” çizmiş. Bu çerçevenin seyri, sözlük anlamından başlıyor. Atasözlerindeki “korku” içeriklerinden sonra bibliyografya üzerinden incelenmiş mesele. Konuyu ele alan yazarların bakış açısını görmek mümkün. Sonra insanlığın “bilmediğinden korktuğu” yorumu var. İnsanın keşfetme arzusunun, korkudan kurtulmaya bağlandığını görüyoruz. Modern insanın ise bildikçe korkusunun arttığı gibi bir sonuca varıyor yazar (S. 14). Bu durum insanın tabiattan korkması şeklinde başlamış, son aşamada tabiat için kendisinden korkmaya evirilmiştir, açıklaması var. Mitoloji de temelde korkudan doğmuştur, yorumu geliyor yazardan. Olup bitenleri ilkel insanın aklına yatırabilmesi için tanrılar yaptığı (putperestlik) da ifade ediliyor.

Korkunun nedenlerinin incelendiği bölümde; insanın hayatına devam edebilmesi için tutunma ve bağlanma ihtiyacına değiniliyor. Bu kapsamda insanın kendini gerçekleştirme ve ifade etme arzusunun temelinde de korku olduğu ifade ediliyor. Kendini kanıtlayamama korkusu… İnsanın “doğa, hayat ve kader karşısındaki acizliğini” fark etmesiyle bu korkulardan kurtulmak adına “yaratma eylemine sığınması” yani bir nevi sanatın başlaması ifade ediliyor (S.19). Çünkü insan zihni korkuyla karanlıkta yaşar. “Zihin bulanıklaşır ve duyarsızlaşır.” Sanat o zihni aydınlatan, özgürleştiren ve harekete geçiren bir unsurdur. “Tanrı inancının olmayışı da korkuyu tetikler. Özellikle günümüzde modernizm ve postmodernizm etkisiyle” inancını yitiren ve aşağılık kompleksine düşen insanın korkunun kollarına teslim olduğunu belirtir yazar (S. 21).

Korkunun belirtilerini, korku ve benzer kavramları açıklayan yazar korkunun din, felsefe gibi alanlarla ilişkisini inceliyor. Korkudan kurtulma yollarını açıklıyor. Hayatın dünyevi oluşu (Yahudilik ve Hristiyanlık) ile sonsuz oluşu (İslam, Budizm vb-Beden ölse de ruh yaşamaya devam ediyor.) arasında karşılaştırma yapıyor.

Kitabın ikinci bölümü Modernizm kavramına ayrılmış. Modernus kelimesinden yola çıkıp, paganizm, hristiyanlık, ortaçağ, aydınlanma, modernizm vb, batının hayatını şekillendiren kavramlara değiniliyor. Aydınlanmanın modernizmi doğurması temelde tanrının dünya işlerinden batılı zihni tarafından uzaklaştırılması, gerçekte ise, o inançla çok da ilgili olmayan ama din adamlarınca kullanılan argümanların hayattan atılması söz konusu. İnanç yerine akıl ile bilimin konulması ve Nietzsche’nin “Tanrı öldü” mottosu modern batı aklının bileşimidir. Batı aklı için modernizm-ateizm-deizm birleşimi de denebilir. Şu yorumu yapabiliriz sanırım: insan tanrıdan korkuyordu, aydınlanma ve modernizm tanrıyı hayattan çıkardı. Böylece korkudan kurtuldular! Oysa modern batı ülkeleri, bu kurtuluşla(!) en büyük sosyal çözülmeyi yaşayan (İntihar oranları mesela) ülkelerdir. Modern insan, “Özgürleştikçe bağlanan, özgürleştikçe yalnızlaşan ve korkan birey tipi” görülür artık. (S. 50). Bu bölümde; yabancılaşma, robotlaşma, tükenmişlik gibi kavramlara değiniliyor.

Kitabın üçüncü bölümü “Entelektüel Kavramı” adını taşıyor. Sözlük anlamlarını açıkladıktan sonra yine konu ile ilgili bibliyografya açılıyor. Edward Said, Şerif Mardin, Ferhat Kentel, Oğuz Atay, Alev Alatlı gibi önemli aydınların konuya dair açıklamaları ve yanında Türk intelijansiyasının tarihi süreç içinde geldiği noktaya değiniliyor. Oğuz Atay’ın sözünü aktaralım: “Türk aydını ülkesine yabancılaşmıştır.” Konunun finalinde Oğuz Atay’la ilgili olarak yazarın yorumu da şöyle: “Halkın evrensel ruhuna inanan, onu derinden tanımak için çabalayan bir aydın kesimi sözde aydınların yerini almadığı müddetçe Türk edebiyatının gelişeceğine inanmaz.” (S. 64)

İnce Ruhlu Üç Büyük Yazarın Korkuları

Peyami Safa, A. Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay’ın korkularının incelendiği asıl bölüme, onların eserlerindeki kahramanların korkularının, aslında onların kendi korkuları olduğu tespiti ile başlanıyor. Bu tespitin arka planında ise psikolojiyle ilgili Nesli Bilen Keskinöz’ün Psikeart Dergisi’nin 15. Sayısında 2011’de yazdığı “Tükenerek Ürettiler” başlıklı yazısı olduğunu anlıyoruz. Bu yazıda “Sanatçılar gerçektiler… Ne hissediyorlarsa eserlerindeydi… Kahramanları ile onlar da tükeniyorlardı.” Diyor. Bu üç yazarın yıkılan bir devletin enkazı üstüne yeni kurulumun acılarını çektiğine değiniliyor. Bu işin temelinde de medeniyet krizi var. Bize göre devamında dil krizi de var. Kitaba göre bu üç yazarın çocukluktan itibaren “hiçbir şey olamama” korkularından söz ediliyor. Müge Göncü bu üç yazarın biyografileri üzerine yoğunlaştıktan sonra Atay’ın “geleceğinin elinden alındığı”, Tanpınar’ın “her şeye geç kalmış olduğu”, Safa’nın da “Hayatının ziyan” olduğu ifadelerini aktarıyor. Bu ifadelere göre üç yazar da bazı korku ve çekincelerin baskısı altındadır ve özgür değillerdir. Özgürlüğü hissetmek için de kurmaca dünyasının özgürlüğüne sığınırlar. Gerçekten kaçış da bu oyuna dâhildir.

Peyami Safa‘nın çok küçük yaşta “sürgün”le tanışması, sürgünde ve dönerken yaşadığı kayıplar, annesiyle yaşarken ekonomik zorluklarla boğuşmaya çalışması ve dokuz yaşından itibaren sekiz yıl boyunca sağ kolunda oluşan iltihapla mücadele etmesi psikolojisinde ağır yıkımlara sebep olmuştur. “Benim şuurum bir facia atmosferi içinde doğdu.” Cümlesiyle yaşadıklarını anlatır. Annesini de kaybetmesi sonucu yalnızlık onun için dayanılmaz bir hale gelmiştir. Bundan kurtulmak için önce bir nişan tecrübesi yaşayıp ayrılmış, daha sonra bir okuruyla evlenmiştir. Bir oğlunun olması, karısının bir süre sonra sinir hastalığına yakalanmasıyla tekrar yalnız kalmış, oğlunun ölümü üzerine de yalnızlık ve kederi katmerleşmiş ve aynı yıl içinde de kendisi ölmüştür. O, sürgünle, hastalıkla, yoksulluk ve ölümle sınanmıştır. Bu sınamalar onu alıngan, huysuz, hırçın bir insan yapmıştır. Yazarlığı bunun üstüne kurulacaktır. Bu kurulumun bileşiminde “tereddüt, şüphe ve korku” vardır. Korkularının çoğu toplumsaldır. Toplum bozulunca birey de yok olacaktır. Bunun önlemi “milletin bütünlüğüdür.” Ahlak yozlaşmasının toplum eliyle önleneceğine inanır. Yalnızız romanında olması gereken toplum düzenini, ahlak anlayışını ve yaşam standardını anlatır. Bu ütopyaya da “simerenya” adını verir.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çocukluğu babasının memuriyetine bağlı olarak gurbette, “kendisi gibi çocukluğunu da oradan oraya” sürükleyerek geçmiştir. Onda bir “ait olamama” hissi oluşmuştur. 1916’da Kerkük’ten Antalya’ya gelirken bütün aile hasta olur ve Tanpınar annesini kaybeder. 15 yaşında hastalık ve ölümle bu ünsiyet yazarda “ömür boyu süren bir hastalık ve ölüm korkusu” oluşmasına sebep olur. Hayatının geri kalanında “başı ağrısa bile doktora gider.” Hastaneye her gittiğinde kendisinde bir hastalık bulunamaması onun psikolojik durumuna ışık tutmaktadır. Onun yazarlığının arka planında “gurbet” duygusu vardır. Musul, Kerkük, Konya, Antalya… Bir türlü İstanbul olmaz çünkü. Onu “hülya adamı yapan, gerçeklerden kaçma isteğidir.” Çünkü birinci dünya savaşının bütün gerçekliğini görmüştür. Onun hastalık, ölüm, savaş ve geç kalma-yetişememe duygularının temelinde yaşadığı travmalardan kaynaklanan korkular vardır. Öğretmen olarak göreve başlayan Tanpınar gittiği Erzurum, Konya, Ankara gibi şehirlere yalnızlığını da götürür. 1949’da üniversiteye intisap eder. Ancak kendisini hoca gibi görmediğini, hocalık özellikleri olsa da bu mesleği otuz yıl sevmeden yaptığı, ifadelerini günlüklerini inceleyen İnci Enginün ve Zeynep Kerman’dan aktarır yazar. Onun kaçmak istediği yer Paris’tir. Altmış yaşında buna ulaşmış ama orada aradığını bulamamıştır. “Bütün günlerim … korku ile geçiyor.” Der. O “garpçı” olma özelliğine rağmen aileden gelen inançları ve kültürel değerleri arasında kalmıştır. “Hayatında her şey yarımdır ve parça parçadır.” En büyük korkularından birisi “yazmak istediklerini yazamadan ölmektir.” Bütün huzursuzluğunu Huzur romanına aktarmıştır. Bunların temelinde o neslin içine doğduğu inkıraz vardır. En sonunda siyaset onu alıp güya yukarı çekmiş olsa da siyaseti de sevmemiştir. 1960 darbesinden sonra idamlara onay vermesini de Alaaddin Karaca’nın “endişe ve korunma içgüdüsüne” bağladığını açıklar yazar. Hayatı yakalayamadığından yakınan Tanpınar’ın huzursuzluğunu fark etmek mümkün ancak anlamak mümkün değildir. Üniversitede prof olmuş, akademik ve edebi eserler vermiş hatta milletvekili olmuş birisidir. “Bireysel yaşamındaki beceriksizlikler” huzurluğuna sebep ve sonuç olmalıdır.

Oğuz Atay, yazara göre küçük yaşta zatürree geçirmiş ve annesinin kendisine aşırı şekilde düşkünlüğü başlamıştır. Bundan olumsuz etkilenmiştir. Annesinin korumacı tavrı, onun daha yalnız kalmasına, arkadaş bulamamasına sebep olmuştur. Yalnız bir çocukluk yaşadığı için en büyük korkusu yalnız kalmak olmuştur. Kitaplara sığınması ve çok okuması dolayısıyla çevresinde “büyük adam olacak” beklentisi oluşmuştur. Oysa “ilerde bir şey olamamak” en büyük korkularından olmuştur onun. Hayatının her döneminde insanlardan ilgi bekler, bu beklenti karşılanmadığındaysa ne yapacağını bilmeyen bir çocuk haline gelir. Babasının durumu ise tam tersidir. Baba, Oğuz Atay’dan hiçbir şekilde memnun olmaz. Çocukluk ve gençlik döneminde babasının takdirini hiçbir şekilde kazanamaz. Annenin aşırı ilgisi ile babanın kayıtsızlığı arasında kalır. Atay’ın en büyük korkusu “anlaşılamamak ya da yanlış anlaşılmak” olur. Kendisini anlamayan insanlardan uzak durmak adına da kurmacaya sığınır. İlerleyen zamanlarda insanların içine karışmaya çalışır, kendiyle çatışır, imalı bakışlara ve dedikodulara sebep olur. Artık kişilik bölünmesi yaşamaktadır. Bir grup arkadaşıyla diğer grup arkadaşlarını asla tanıştırmaz. İlgisizlik korkusu onu bu harekete sürükler. Okul yıllarında resim dersini çok sever, ressam olmak ister ama babasının “ressam olursan aç kalırsın” itirazına maruz kalır. Bu itiraz dolayısıyla meslek seçimini de kendisi yapamamış kendi geleceğine kendisi karar verememiştir. İtü’de İnşaat okur. Babasının zoruyla istemediği bir bölüm okumak onu babasından daha da uzaklaştırır. Sonrası bohemdir. İnsanlardan uzaklaştıkça daha da dikkat çekmektedir. Bunu fark ettiğinde alışkanlığından vazgeçer. Sonra kendisi gibi olmayan, yani dışa dönük, hayata dâhil insanlarla dostluk kurarak kendi açıklarını kapatır. Atay’ın insanlarla cedelleşme gücü yoktur. Evlenir ve sonra boşanır. Yazarın yorumu şöyledir: “Hayatında hiçbir şeyde sonuna kadar gitmeyi beceremez.” Evliliğinin bitmesi ve iş hayatının bozuk gitmesi bunalımını zirveye taşır. Yalnızdır, bunalımdadır, gelecek ve sorumluluk korkuları vardır. Bu sıkıntılar kendisinde “yabancılaşma ve kapanma” durumları olarak ortaya çıkar. Başta Tutunamayanlar olmak üzere, yukarıda söz ettiğimiz durumlara dair çatışmaları eserlerinde işler. Özellikle Tutunamayanlar Atay’ın hayatından izler taşıması bakımından otobiyografik özellikleri olan bir eserdir (S. 101).

Yazar kitabın son bölümünde, ele aldığı üç yazarın eserlerinde korkunun görünümlerini incelemektedir. Bu bölümde, üç yazarın eserlerinde yer alan korkuların tasnifi ile karşılaşıyoruz. Kısaca değinecek olursak; geç kalmışlık, geleceğin bilinmezliği, düşünce buhranları, yalnızlık-güvensizlik-değersizlik, değer çatışmaları, aile ve çocukluk, inanç yoksunluğu vb maddeler üzerinden bu üç yazarın eserleri incelenmiş. Daha teknik konular olduğu için değinmeyeceğim. İlgilisinin bu bölümleri didik didik edeceğini düşünüyorum.

Sonuç olarak Peyami Safa, Tanpınar ve Oğuz Atay eserleri üzerine yapılan, üç yazarı bir kavram etrafında bir araya getiren özel bir kitapla karşı karşıyayız. Bu özel kitapta Modern edebiyatın başlangıcından beri (Tanzimat) şekil değiştirerek devam eden korku fenomeninin kurmacalardaki kaynağı ve görünme şekilleri incelenmiş. Bu değişimi somutlarsak, geleneksel dönem korkuları; cin-peri-şeytan vb iken modern dönem korkuları (bu üç yazar bağlamında) köksüzlük, aidiyetsizlik, belirsizlik gibi soyut ve evrensel izlekleri çıkarıyor karşımıza.

Bu kitabın akademya açısından örnek bir çalışma olarak görülmesi gerekir. Çünkü her babayiğidin cesaret edemeyeceği bir iş yapılmış. Yalnız akademyanın değil ilgili okurların da seveceğini düşündüğüm bir kitap. Hem bilgi, hem magazin yönü var. Dili açık ve anlaşılır. Bibliyografya ve kaynakça açısından çok zengin… Daha ne olsun. Yazar Müge Göncü ve Hece Yayınlarına bu kıymetli eser için teşekkür ediyorum.

Ethem Erdoğan

Kitap Haber

İZDİHAM
Exit mobile version