Site icon İzdiham Dergi

Erdem Öztaşa, Defne Yapraklarında Yürümek

Bazen kedime dokunuyorum ve açıklanması neredeyse imkansız olan o yaşayan ruhu, kımıldayan canlılığı, kıvır kıvır olan o garip hissi duyabiliyorum çünkü bu duygu gerçek neden değil ama bu, hayal edebileceğiniz bir rüya gibi. Bu nedenle canlılık, duyup hissedemediğimiz ve hayal edemediğimiz bir durumdur. Hayal ettiğimde canlılığın ne olduğunu ya da hayatın ne olduğunu, yeşil çimlerin arasından o sesi duyabiliyorum ve bazen beni rahatlatsa da bu sesten korkuyorum çünkü o çok fazla karanlık ve melankolik. Yaşayan bir adam olmayı hayal ediyorum ve geleceğimden ayrılamıyorum. Beni yakan bu duygu… Hasta ya da deli olduğumu biliyorum ve kişiliğimin eridiğini hissedebiliyorum ve öptüğüm kuşu gökyüzünde süzülürken görüyorum. Çünkü ruhum çok yorgun, çünkü ruhum çok defa öldü ve artık ölemez! Bir zamanlar sessizlik benim için, ruhum için iyiydi, ama bugün ruhum çok hasta, çok kırılmış, çok yorgun. Ruhum, biri tarafından okunmayan bir şiir gibi. Ah, bir zamanlar gökyüzü benim için karanlık değildi ya da melankolik; ve ruhum tükenmiş değildi, ama bugün ruhum çok uzaklara gitmek istiyor çünkü ruhum gözlerimin hıçkırıklarını duymak istemiyor ve sonsuza gitmek istiyor, çünkü biri “sonsuzlukta hıçkırıklar ve üzüntüler yoktur çünkü sonsuzluk mutluluğu gizler ve öldüğünüzde onu bulabilirsiniz.” diyordu. Koyu bir sis bulutu gözlerimin önünde ve ben görmeye çalışıyorum sislerin ardındaki parlayan defne yaprağını… Biri geliyordu bana doğru, saçlarında defneden bir taç ile ruhuma dokunmaya geliyordu, ama bilemezdim elinde ateşten kılıç olduğunu, bilemezdim sislerin buna kalkan olduğunu, göremezdim. Sadece Rilke’yi duyuyordum ötelerden, bana seslenen o merhametli sesi işitiyordum: “bizim olan kayıyor elimizden sabah çimeninde çiy gibi / sıcak bir yemeğin buğusu gibi. Nereye ey gülüş / Bakış, ey?” Nereye? 

Canlılığı hissedebiliyorum, kıvır kıvır kaynayan içimde… Çıkmak istiyor, süzülmek istiyor senin üzerinde ve bulutlarla beraber damlalara karışıp yüzüne esmek istiyor çünkü biliyor gökyüzü her an merhamet etmek üzere bana ve bundan istifade etmek istiyor. 

İşte, yolda yürümeye başladı bile, ama tökezliyor. Öğreneceksin dikenlere basarak yürümeyi, meus animus… Ah öğreneceksin doğan güneşteki gizli defne yaprağını ve filbahrilerin dokunuşunda gözlerin dolacak tekrardan, ama yürümeye devam edeceksin çevrendeki vahşi resimlerle, solgun yapraklı yeryüzü ve koyu kahverengi isten oluşmuş yarasaların sardığı bir yolda, son kez gözlerinin hıçkırıklarını duya duya yürüyeceksin ve en son, doğan defne yaprakları tüm benliğini kavurduğunda, kendini okunmuş bir şiir sayabilirsin çünkü şiir aynı zamanda deha demektir ve genié sende parlar, biliyorsun! “Ama gidecek yerim yok çünkü Geist kıvranan ruhumu görmek istemiyor.” Canlılık… Şimdi çok uzaktaki bir Munch tablosu gibisin bana; seni görmek için sabırsızlanıyorum ama çok karanlıksın, dokunamıyorum, seçemiyorum. Bizim olanı seçmek çoğu zaman başkalarına bahşedilen bir rüya gibi çünkü senin olana asla sahip olamazsın. 

Deniyorum, deniyorum yürümeyi ve ıslak çiylerle bezenmiş karanlık bir çıkmaz sokağın başında uluyan köpeği işitiyorum ruhumun koridorlarında, çünkü her gürültü, en küçük bir gürültü artık rahatsız ediyor onu. Artık tahammül edemiyor en küçük bir zihinsel kaygıya çünkü kaygılar deprem gibidir, çünkü kaygılar fırtınalı bir denizde giden geminin yerinden çıkmak üzere olan son çivisi gibidir. Ve evet, tristis est anima mea çünkü hüzün ruhumu kanatan tek şey şu günlerde. Vergilius’un çobanı Corydon’un yanıp bittiği güzele söylediği gibi: “Duymaz mısın çaldığım şarkıyı, hiç merhamet etmez misin bana?”

Erdem Öztaşa

İZDİHAM

Exit mobile version