İzdiham Dergi

Selahattin Yusuf ile Röportaj Yaptık: Galiba Yaşlanıyorum Ve Çocukluğuma Eskisi Kadar Yakın Değilim

İbrahim Varelci: Selahattin abi nasılsın iyi misin? Yeni bir romanla okurların karşısına çıkıyorsun. Roman yazma işini iyice benimsemiş görünüyorsun.

Selahattin Yusuf: Teşekkür ederim. Senin ve bu mecrayla ilgili diğer arkadaşların da iyi olmanızı dilerim. Evet bu ikinci romanım. Daha önce altı deneme kitabım, bir inceleme ve bir de öykü kitabım yayımlandı. Aslında konu hangi tekniği gerektiriyorsa onu seçiyorum. Şiir, öykü veya roman. Fark etmiyor benim için. Ama konunun nasıl ele alınacağının cevabının bizzat konunun içinde olduğunu da hatırlamalıyız. Yani türü biz belirleyemeyiz, konunun kendisi belirler. Hiç değilse belirlemelidir, diyelim.

 

İbrahim Varelci: Romanların yazılış süreci bile başlı başına bir hikâyedir. Özellikle roman yazmanın ilk fikri ne zaman aklınıza geldi? O an neredeydiniz? Bu süreçte neler yaşadınız? Biraz bahsedebilir misiniz?

 Selahattin Yusuf: Yaklaşık dört yıl önce. Çoğu zaman olduğu gibi kahvede otururken. Bizim Çengelköy’ü bilirsiniz. Son on yıla yakındır her şeyimi orada kotarıyorum diyebilirim. İsa’yı da orada yazdım. Ben genellikle önce karakterlerimden birini bulmuş oluyorum. İçime doğuyor bir yerden. Bir garsonun yüzü, bir çocuğun davranışı, sokakta rastladığım birinin tesadüfen kulağıma çalınan bir sözü olabiliyor bu. Önce belli belirsiz bir duygulanım. His. Gebe kalmak gibi. Sonra karakter yavaş yavaş ete kemiğe bürünüyor. Bir süre birlikte yaşıyoruz. Eğer “dış gebelik” değilse ve düşük olmuyorsa zamanla aşinalığımız artıyor. Birbirimizi tanıyoruz. Dertleşiyoruz. İlişkimiz ilerledikçe karakterin hikayesi zihnimde zamanla geriye doğru ilerliyor. Karakter olarak yeterli bir geçmişi olduğunda, tastamam hayatımdaki biridir artık. Diyelim ki zor zamanlarımda yanımda oluyor falan. Balkona sigara içmeye çıktığımda göz göze geliyoruz, birbirimizi anlıyoruz. Meseleleri koyup kaldırıyoruz. Sonra ondan kurtulmak ve tamamen hayatıma almak için (bu ikisinin aynı şey olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?) yazmaya başlıyorum.

 

İbrahim Varelci: Son dönem romanlarında günlük hayatın edebiyata yansımasını sıkça görüyoruz. Sizin bu romanınızda da bu var. Roman günlük hayatın diline ne ölçüde yaklaşmalıdır?

Selahattin Yusuf: Roman gündelik hayatın tam içindedir bana göre. Ama gündelik hayatı, daha iyi anlayabilmemiz için çarpıtır ve estetize ederiz. Gündelik hayatı kendimiz kılmanın başka bir yolu yoktur çünkü. Dilimiz uçarken bir kanadı da gündelik hayatın denizi içindedir. Tamamen kopmayı, fantazmaya gitmeyi sevmem. Benim için hayatın kendisi, yani bir bilinçle yaratılmış olmamızdan daha fantastik bir şey zaten yok. Yani dünyaya konuşuyoruz. İnsana konuşuyoruz. Bu başlı başına olağanüstü durum içinde mümkün olduğunca sade bir dille anlatmaya çalışıyoruz. Ancak burada bir sorun var. Gündelik hayatı anlatıyor muyuz; yoksa sömürüyor muyuz? Piyasa koşullarının işi iyice arsızlığa vurduğu son zamanlarda sömürü daha bir belirginleşmiş görünüyor. Neyi sömürüyor? Valla edebiyatın adının kısa vadeli çeklerle bu kadar haşır neşir olduğu ve sık sık kötü yola düştüğü gerçeğini muhtemelen ilk benden duymuyorsunuz. Duygu. Hiç bu kadar ayağa düşmemişti diyebilirim. “Aşk” kelimesini duyduğumuzda neden zihnimizde uyanan ilk imge onun “sahteliği” oluyor artık? Bu kendi başına büyük bir yıkım. “Aşkı” yaza yaza buraya getirdiler. Piyasa onu ölçüyor, biçiyor, kötü yazar çalıştırıp dolaşıma sürüyor. Çok merak ediyorum, ülkemizde kişi başına düşen eğitim yılı ortalaması kaçtır acaba? Bir yerlerde duymuştum sanki. 6 olabilir mi? Yani zevk, seviye olarak ilkokul mezunu bir ülke burası. Öyle olmasaydı bu kültür sanat ortamı bir skandal olarak teşhis edilirdi hemen? Kötü müzikten kahvelere giremez oluyor insan. Ekranlar, çay bahçeleri, kafeler, neredeyse bütün kamusal alanlar, böğüren ya da ağlama numarası yapan duygu tacirlerinin meydan okuma ve yakınma naralarıyla dolu. Öte yandan, yarasını, kırık bacağını, kopmuş elini gösterip para dilenen sokak dilencileri gibi bir şey değildir edebiyat. Edebiyat dilenci değildir. Duygu dolandırıcısı değildir. Çete dilencisi, biliyorsunuz, kolunu içeride saklar ve paltosunun yenini kolu yokmuş gibi önünüzde sallar. İstediğini alınca da kolunu çıkarır sallar. Bunu cümlenin yan anlamıyla birlikte düşünün. Alacağını almış, duygusu değişmiştir çünkü. Sadık da değildir, ahlaklı da. Ortalıkta vicdan, yoksulluk, aşk, yas, kayıp, yalnızlık vs gibi sahteliklerle dolanan dilencilerin, üzgün ve veciz yüz ifadeleriyle temayüz eden sözüm ona yazarların, olağan gündelik hayatlarına bakın bakalım, iz var mı yazdıklarından? Durmadan “yara” yazan bir yazarın, o yarayı gündelik hayatında da bir parça taşıyor olması da gerekmez mi? İki ayrı duygu durumu edebiyatın en büyük günahıdır. Yazarın kendine sadakatinin bittiği yerdir orası. Öncelikle kendine sadık olamayan bir sanatçının başkaca kimseye -bu arada sanatına da- sadık kalmasını bekleyemeyiz. Bu konuda daha uzun konuşabilirim, ama başka zaman.

 

İbrahim Varelci: Romanda betimlemeler çok mühimdir bana göre. Mekânın ruhunu verme açısından ve okurun romana kolayca dâhil olmasının önünü açar. Şunu merak ediyorum: İnsanın doğduğu coğrafyanın tabiatı algılamada ne gibi etkileri vardır. Siz Trabzonlusunuz, tabiatın cömertçe kendini sunduğu bir coğrafyada dünyaya geldiniz. Yaşadıklarımız bakışımızı nasıl etkiliyor?

Selahattin Yusuf: Muhtemelen etkiler. Benim çocukluğum ormanların, sislerin içinde geçti. Sis, yakın zamanlara kadar benim en büyük, en güzel sığınağımdı. Çok üzülüyorum artık öyle olmadığına. Sis şimdi elini çekti benim hafızamdan. Galiba yaşlanıyorum ve çocukluğuma eskisi kadar yakın değilim. Hatırladığım bir sahne eskisi gibi durdurup yoldan geri çevirmiyor beni. Betimlemeye gelince. Benim için her şeydir. Bütün gücümle yükleniyorum betimlemeye. Bir şeyin, mekanın veya duygunun, yeterince yakınına varabilmemiz için onu en az kelimeyle ve en yoğun biçimiyle görmemiz şarttır. Anın veya mekanın şiirini başka türlü bulup ifade edemezsiniz. Güzel çarpıtma. Bütün büyük yazarların gücü ve işi budur aslında. Bu bakımdan ülkemiz edebiyatının başka bir büyük sorunu da kelime ekonomisidir. Özellikle son zamanlarda. Demokrasi teker teker her insanın ilginç olduğunu peşinen düşünür. Çünkü piyasanın bir icadıdır demokrasi. Ama edebiyat için bu hemen hemen hiç bir şeydir. Bilmem anlatabiliyor muyum? Ortalık piyasanın işine koşulmuş sıradan benzersizliklerle, taklit edilmiş biricikliklerle dolu. Kelime ekonomisi bağlarından çözülmüş ve piyasaya mal yetiştirmek üzere çuvallamış durumda. Özellikle genç yazarlarımızın hali böyle görebildiğim kadarıyla. Çok fazla gürültü var yazdıklarında mesela. Ama uyuma tutkuyla bağlılık, ahenge meftunluk var mı, emin değilim. Laf kalabalığını şiire ve oradan da revire çıkaran Dostoyevski değilseniz, Tanpınar değilseniz, yapmayın. Yaranızı gerçekten sızladığında kaşıyın; birileri de görsün diye açıktan okşamayın. Saklayın onu hatta. Ziya Osman Saba gibi, Turgut Uyar gibi saklayın. Utanın göstermekten. Bakın o zaman metin nasıl hızlandırıyor nabzımızı. Kalbimiz nasıl çıkacak gibi oluyor yerinden. Saklamak, utanmak, mahcup olmak, safiyet, mahviyet… Bunlar metnin özel ketumluğu olarak ağırlık merkezidir. Ama gerçekten de teşhir ve gösteriş çağındayız galiba. Ve bu çağın bizim açımızdan bir hikayesi de var. 1990’lara kadar sinemamız ve tiyatromuz bir boşboğazlıklar baharıdır. Bir kaç Cumhuriyet kuşağı böyle yetişti. Elden düşme bir gerçeklik şemasını ayakta tutabilmek için paha biçilmez hakikat tutkusunun çanına ot tıkadılar. Söylediğimin dünya görüşüyle, ideolojiyle ilgisi bile yok. Sağı, solu, dindarı hepsi yaptı bunu. Herkes birbirini kurtarmaya veya hidayete erdirmeye çalıştı. O hengamede iyi sanat ve edebiyat -yalnızlıkları talihleri de olan çok az yazar dışında- yaşayamadı. İnsanın macerasına hürmet edilmedi. Maalesef. Şimdi hem eğitim noksanlığıyla, hem de modern Cumhuriyetimizin piyasaya sürdüğü bu renkli davranış bozukluğuyla mücadele etmek durumundayız.

 

İbrahim Varelci: Romanı okurken insan kendini bir sinema filminin içinde de hissedebiliyor. Sinematografik bir anlatım var. Bu noktada kolayca sinemaya uyarlanabilir bir yönü de var. Edebiyatın sinemaya uyarlanmasına nasıl bakıyorsun abi?

Selahattin Yusuf: Neredeyse karşıyım o işe. Çok düşündüm bunu. Uyarlama bence her iki taraftan da bir şeyler eksiltiyor. Hani bir laf vardır: Yemek müziği hem aşçıya, hem müzisyene haksızlıktır, diye. Romana gelince. Öncelikle görmeyi seviyorum ben. Dikkatimi tutkuyla yoğunlaştırmayı. Zihnimde seyrediyorum o yeri veya anı. Uzun uzun tadını çıkarmayı seviyorum. Bir yüzün, bir duvarın, bir ilişkinin, bir kayalığın veya bir maddi çıkmaz hikayesinin… Film seyretmeyi seviyorum ayrıca. Ama yine öyle, sık sık “Pause” düğmesine basarak ve “o sahnede” durarak. Olay eğer duygudan daha hızlı ilerliyorsa, Tao üstadı gibi, durup beklemek gerekir duygu da gelip olaya yetişsin diye. Hayreti sadece ve sadece biraz daha uzun sürmüş anın içine koyabiliriz yazarken. Bu konuda dikkatimizi eğiten, benim bildiğim iki büyük yazar var. Tanpınar ve Gaston Bachelard. Sonunda görmeyi başarabilmek için, ki bazen mümkün olmaz, bakışın hayrete de dönüşecek kadar uzun sürmesine izin vermeliyiz. Bunun başka bir yolunu bulamadım ben. Bulsam iyi olur ama. Çünkü yazdıklarım bu gidişle hiç okunmayacak. Zamanın ruhuna da ters. Ne yapalım ki böyle.

İbrahim Varelci: Romanın şu cümlesi dikkatimi çekti: “Tamamen saf masumiyet, insanın altından kalkamayacağı kadar yoğun bir dolaysızlıktı. Kir içindeki insanı yıkıma sürüklerdi…” Bu önemli bir tespit. Biz masum değil miyiz?

Selahattin Yusuf: Hayır masum değiliz. Yukarıda ismini andığım yazar, Dostoyevski, bu konuda elinden geleni yaptı biliyorsunuz. Öte yandan, hala ikna olmuş değiliz. O masumiyeti suçta ve parçalanmış vicdanın yıkıntıları arasında aradı. Kendine göre bir arınma biçimi buldu. Ama ne Alyoşa Karamazov, ne Stavrogin, ne de Raskolnikov daha fazlasını yapabilecek durumdaydı. O da sonunda çareyi, kapağı “Rus ruhuna” atmakta buldu. Kurtuluşu oraya havale etti. İsa’nın vücuduna benzettiği kadim Rusya’ya yani. Bu -Turgenyev’in söylemini tersine çevirirsek- yoldan çıkmış “oğullara” karşı “babaların” bir isyanıydı aslında. Yeltsin sonrası Rusya için öyle düşünmüştüm. Rusya’nın ruhu, kısa bir süreliğine çağdaş/liberal/batıcı dünyaya şöyle bir uğradı -Yeltsin- ve sonra yeniden kendi derin, kederli ruhunun üstüne -Putin- kapandı. Eğlenceli cinneti denedi, sevemedi ve kadim neşesinin/kederinin hafızasına döndü. Dostoyevski’nin kehaneti, Putin’in Rus Kiliseleri Birliğini yeniden kurmasıyla gerçekleşmiş oldu. Oğulların nihilizmi kaybetti; babaların mistisizmi kazandı. Turgenyev kaybetti; Dostoyevski, Puşkin ve Gogol kazandı. Benim metaforuma geri dönecek olursak. Bu konuda, yani saf masumiyet konusunda dönenip durmayan yazar yoktur sanıyorum. Ben masumiyeti, ele alınabilecek bir çok cephesinden yalnızca biriyle yazmak istedim. Yani bir dolaysızlık olarak hayal ettim öncelikle. En dayanılmaz haliyle. Bizi açığa düşüren, bizi yüzümüze vuran haliyle. Bu metafor benim açımdan çok verimli. Çok farklı kapıları birden açabilen dişil bir nokta. İnsanın bebekliği, yeni açmış bir çiçek, sisin içinde otlamakta olan bir ineğin kendiliğindenliği, bir kayın ormanının güz güneşinin altında salınışı, kırlara doğru uzanıp gitmiş bir patika… Daha bir çok şey. Yerinden edilmemiş gerçekliklerdir bunlar. İlksel halleriyle varlar önümüzde. Bakışlarımızı içe çevirirler. Dolayısıyla yol boyunca, hikaye boyunca bizde bozulmuş her şeyin bir dökümünü verirler. Kendimize doğru yol almamızın yoğun, neredeyse dayanılmaz biçimlerine dönüşürler.

 

İbrahim Varelci: Hayat, onunla sıkıca bir ilişki kurduğumuzda masumiyetimizi elimizden alır mı?

Selahattin Yusuf: Kaçınılmaz biçimde alır hem de. İnsan olmaklığımızın hikayesi de zaten bu. Burada önemli olan, gözlerimizi onun üzerinden bir an olsun ayırmamamız gerektiğidir. Bu konudaki direngen sabrımız, ancak o sınavımızı lehimize çevirebilir. Dolayısıyla onu ısrarla vurgulamak, hikayemizde başat bir mevkie koymak önemlidir diye düşünüyorum.

Röportaj: İbrahim Varelci

İZDİHAM

Exit mobile version