İzdiham Dergi

Lokman Baybars, Floransa Canavarı Dizisi Neden Sadece Bir Suç Dramı Değil?

Ben aslında dizi izleyen biri değilim. Sert, gerçekçi ve toplumsal arka planı güçlü konulara ilgi duyan biri olarak, İtalyan sineması ve dizileriyle ilgilenmeyi yıllar önce bırakmıştım. Yağmurlu, sisli ve kalabalık bu şehirde, kendimi yeni bir konuya ikna etmek için bazen eski terk ettiğim yollara yeniden dönmek gerekiyor. İtalyan yapımlarının o kendine has, sert gerçekçilikten taviz vermeyen, adeta hayatın ta kendisini bir bıçak gibi yaran estetiğini özlemişim meğer. Bu, sıradan bir kaçış arayışı değil; aksine, gerçekliğin en katı haline, dönüp tekrar bakma cesareti arayışıydı.

İşte tam da bu noktada, Floransa Canavarı karşıma çıktığında, onu sadece bir ‘dizi’ olarak değil, İtalyan sinema geleneğinin günümüzdeki en sofistike temsilcilerinden biri olarak gördüm. Antonioni’nin varoluşsal boşluğunu, Rosi’nin politik gerilimini ve Pasolini’nin toplumsal çatışma analizlerini, modern bir anlatıda harmanlayan bir eserdi karşımda duran. Bu yapım, seyirciyi pasif bir tüketici olarak konfor alanında bırakmak yerine, onu İtalya’nın toplumsal hafızasının labirentlerinde, gerçek ile kurgu, suç ile ceza, geçmiş ile şimdi arasında gidip gelen aktif bir katılımcıya dönüştürüyor.

Netflix’in Ekim 2025’te yayınlanan dört bölümlük İtalyan gerçek suç dizisi “Floransa Canavarı”, izleyiciyi sadece çözülememiş bir cinayet davasının değil, aynı zamanda İtalya’nın modernleşme sancıları çektiği bir dönemin karanlık dehlizlerine de götürüyor. Dizi, 1968-1985 yılları arasında Toskana’nın romantik kırsalında sekiz genç çifti vahşice öldüren “Floransa Canavarı” olarak bilinen seri katilin peşine düşerken, olgusal anlatıyı aşan derin bir toplumsal ve psikolojik analiz sunuyor. İzleyiciyi, gerçek ile kurgu, adalet ile takıntı, geçmiş ile şimdi arasında gidip gelen, son derece katmanlı ve düşündürücü bir deneyime davet ediyor.

Dizinin en dikkat çeken yönü, geleneksel gerilim anlatılarından sıyrılan yapısal karmaşıklığıdır. Her bölüm, soruşturmada bir zamanlar baş şüpheli olarak görülen farklı bir adamın perspektifinden anlatılır. Bu tercih, olayları tek ve mutlak bir hakikat olarak sunmak yerine, her anlatının göreceli ve kusurlu olabileceğini vurgular. Zaman çizgisi ileri geri hareket eder; sahneler farklı bakış açılarından tekrarlanır veya genişletilir, bazen de önceki anlatımlarla doğrudan çelişir. Bu teknik, izleyiciyi sürekli bir sorgulama halinde tutar. Karakterlerin hafızası, itirafları ve tanıklıkları birer yapboz parçasıdır ve her biri, izleyicinin zihninde sürekli değişen ve yeniden şekillenen bir resim oluşturur.

Bu “güvenilmez anlatıcılar” dizgesi, sadece estetik bir tercih değil, aynı zamanda gerçek soruşturmanın doğasına dair metaforik bir yansımadır. Dizinin danışmanı Francesco Cappelletti’nin de belirttiği gibi, “Tek nesnel gerçekler sekiz çift cinayettir. Geri kalan her şey belirsiz ve çok belirsiz.” Dizi de bu felsefeyi benimseyerek, izleyiciyi kolay cevaplar aramak yerine, belirsizlikle yaşamaya ve farklı olasılıkları değerlendirmeye teşvik eder.

“Floransa Canavarı”, cinayetlerin perde arkasındaki itici güç olarak, dönemin İtalya’sındaki derin toplumsal uçurumu işaret eder. Dizinin yaratıcılarından Stefano Sollima’nın vurguladığı üzere, 1960’ların sonu, 70’ler ve 80’ler, İtalya’nın feminist hareketler ve cinsel özgürlük rüzgarlarıyla sarsıldığı bir dönemdi. Ancak bu değişim, Toskana’nın kırsalında hüküm süren, erkek egemenliğine dayalı, ataerkil ve muhafazakar “köylü toplumu” ile çarpışıyordu.

Dizi, bu gerilimi son derece güçlü bir şekilde görselleştirir. Kurban çiftlerin, özgürlük ve mahremiyet arayışıyla şehrin dışındaki ıssız yollara kaçması, aslında bir anlamda bu “iki İtalya”nın sınır bölgesine yapılan bir yolculuktur. Bu sınır bölgesi, aynı zamanda şiddetin ve karanlığın da mekanı haline gelir. Sollima’nın öne sürdüğü gibi, bu çatışma, “bir canavarın doğduğu” toksik ortamı hazırlamış olabilir. Cinayetler, sadece bireysel bir patlamanın değil, toplumsal dönüşüm karşısında dehşete kapılmış kolektif bir bilinçaltının tezahürü olarak da okunabilir.

Dizi, şüphelileri sadece “kötü adam” klişeleri olarak değil, karmaşık psikolojileri olan bireyler olarak sunar. Stefano Mele (Marco Bullitta), hayat tarafından yıkıma uğratılmış, çökük omuzları ve tekinsiz bakışlarıyla hafızalara kazınır. Hapishaneden çıkmış, bir rehabilitasyon merkezinde yaşayan bu karakter, suçluluk, pişmanlık ve belki de manipülasyon arasında gidip gelen bir portre çizer.

Ancak dizideki en çarpıcı performanslardan biri, Francesca Olia’nın canlandırdığı Barbara Locci karakteridir. Locci, ilk olarak “uçarken” görülür; güneşten kavrulmuş bir tarlada, arkasından uçuşan gelin duvağıyla kaçan, kontrolden çıkmış ama boyun eğmemiş bir kadındır. Olia, bu rolü canlandırırken inanmazlık, tiksinti ve zor kazanılmış bir sevinç arasında akıcı geçişler yaparak, karaktere hem savunmasız hem de çelik gibi bir güç kazandırır. Locci, dönemin özgürleşmeye çalışan, ancak geleneksel normlar tarafından tehdit olarak görülebilen kadınlarının bir temsilcisi gibidir.

“Floransa Canavarı”, İtalyan yargı sisteminin işleyişine dair keskin bir eleştiri de sunar. Dizi, soruşturmacıların bir şüpheliden diğerine atlayışını, “Sardunyalı öncü” teorisinden Perugia’daki gizli bir tarikat iddiasına, oradan da bir çiftlik işçisi ve arkadaş grubuna uzanan kırılgan soruşturma hatlarını gözler önüne serer. Francesco Cappelletti’nin ifadesiyle, “Paradoksal olarak, başlangıçtan beri Floransa Canavarı’nın kurbanlarından daha fazla adalet sisteminin kurbanı oldu, çünkü 1968’den bu yana çok sayıda insan bir tür soruşturma kıyma makinesine atıldı.”

Bu süreçte, yüz kompozitlerinin yayınlanmasının yol açtığı medya infiali ve bir şüphelinin intiharı gibi trajik sonuçlar, adalet arayışının kendisinin nasıl bir yıkım yaratabildiğini gösterir. Dizi, polis karakollarının klostrofobik atmosferini, medyanın sorumsuzluğunu ve kamuoyunun şüphe avındaki rolünü resmederek, bir seri katili yakalama çabasının, başka hayatları nasıl paramparça edebileceğine dair etik sorular sorar.

Dizinin en güçlü yanı, gerçek vakaya olan sadakati ve aynı zamanda onu bir sanat eserine dönüştürme becerisidir. Gerçek hayatta olduğu gibi dizi de bir sonuca varmaz. Dava hala açıktır; Floransa’daki savcılar DNA karşılaştırması için mezarların açılmasını emretmekte, mahkumiyet alanların aileleri yeniden yargılama talep etmektedir. Dizi de bu belirsizliği merkezine alır. Sollima’nın dediği gibi, “Tek bir teoriyi benimsemek yerine hepsini anlatmak” esas alınmıştır. Bu, izleyiciyi pasif bir alıcı olmaktan çıkarıp, kendi yorumunu yapmaya zorlayan interaktif bir deneyim sunar.

“Floransa Canavarı”, sıradan bir gerçek suç dramasının çok ötesine geçen, zengin ve çok katmanlı bir yapımdır. Sadece bir katilin izini sürmekle kalmaz, bir ülkenin toplumsal travmasını, adalet sisteminin kırılganlığını ve tarihin gölgelerinde kaybolmuş insan hikayelerini araştırır. Kullandığı anlatım teknikleri, derin karakter tahlilleri ve sosyolojik alt metniyle, izleyiciyi hem entelektüel hem de duygusal anlamda derinden sarsar. Bu dizi, gerçeğin tek bir bakış açısına sığmayacak kadar karmaşık olduğunu ve bazen en büyük korkunun, cevapsız sorularla yaşamayı öğrenmekten geçtiğini hatırlatan, unutulmaz ve ustalıkla işlenmiş bir başyapıttır.

Floransa Canavarı, son sahnelerinde izleyiciyi bir yargıya vardırmak yerine, kasıtlı ve ustaca bir belirsizlikle baş başa bırakıyor. Bu, bir dizinin izleyiciden kaçırdığı bir zafer değil, tam aksine onlara sunduğu en büyük saygının ifadesi. Gerçek hayattaki gibi, temiz pak çözülmüş iplikler yerine, hayatın kendisinden daha karmaşık ve dolaşık bir yumak kalıyor elde. Katilin kim olduğundan çok daha önemli bir soru, zihnimizin derinliklerinde yankılanmaya devam ediyor: İnsan, nihai hakikati asla bilememe ihtimaliyle nasıl baş edebilir?

Bu dizi, İtalyan sinemasının o büyük entelektüel mirasını layıkıyla taşıyarak sonlanıyor. Bir eğlence ürünü olmanın çok ötesine geçip, bizleri toplumsal hafıza, adalet arayışı ve tarihin karanlık dehlizlerinde sürüklenen bireyin trajedisi üzerine düşünmeye zorluyor. Final, perde kapandığında hissettirdiği o rahatsız edici boşlukla aslında en güçlü ifadesini yapıyor: Bazen en büyük cevaplar, soruların ta kendisinde saklıdır. Ve Floransa Canavarı, geride, üzerine uzun uzun düşünülecek onlarca büyük soru bırakarak, sadece izlenmiş bir dizi değil, yaşanmış bir deneyim olarak hafızalara kazınıyor.

İZDİHAM

Exit mobile version