Site icon İzdiham Dergi

Lokman Baybars, 80 Dakikalık Hafızada İki Hikâye

Edebiyat ile sinema, insan deneyimini anlatmanın iki ayrı dilidir; biri kelimelerin sessiz laboratuvarında derinlik kazandırırken, diğeri görüntülerin hareketli sahnesinde duyguyu yayar.

Yoko Ogawa’nın “Profesör ve Hizmetçi” romanı ile onun sinema uyarlaması Profesörün “Sevdiği Denklem” Bu iki anlatım evreninin aynı insani hikâyeye nasıl farklı yaklaştığını gösterir.

Roman, hafızanın kırılganlığı ile sevginin kalıcılığını matematiksel bir şiirsellikle işlerken, film bu temaları daha görsel ve dolaysız bir duygusallıkla perdeye taşır. Bu karşılaştırma yazısı, sadece iki eser arasındaki farkları listelemekle kalmayacak, aynı zamanda her bir medyanın anlatım gücünü, sınırlarını ve nihayetinde aynı insani hakikati nasıl farklı şekillerde kucakladığını okuyucuyu sıkmayacak bir derinlikle irdeleyecektir.

İnsan varoluşunun en gizemli ve en kırılgan izlerini barındıran hafıza, sanatın tüm dallarında olduğu gibi edebiyat ve sinemada da derin bir felsefi sorgulamanın konusu olmuştur. Yoko  Ogawa’nın Profesör ve Hizmetçi romanı ve bu romanın Profesörün Sevdiği Denklem adlı sinema uyarlaması, tam da bu kavşağı işaret eder: Bir yanda, matematiksel kesinlik ve dilin sınırları arasında büyüyen saf bir bağın şiirsel anlatısı; diğer yanda, bu bağın görsel bir dünyaya aktarılırken değişen, kaybolan ve dönüşen anlamları…

Bu eserleri yalnızca “hikâye anlatımı” olarak değil, anlamın farklı medyalar aracılığıyla nasıl inşa edildiğine dair birer “gösterge dizgesi” olarak ele almak gerekir. Edebiyat ve sinema, Aristoteles’in de işaret ettiği gibi, gerçekliği “taklit” (mimesis) etmenin iki farklı yoludur. Ancak her birinin sahip olduğu araçlar – kelimeler, cümleler; görüntüler, sekanslar – aynı hakikate farklı kapılardan girmemizi sağlar… Amacım, hangi anlatımın daha “üstün” olduğunu tartışmaktan ziyade, her bir medyanın kendine özgü dilinin (veya dilyetisinin) bu evrensel temaları nasıl farklı şekillendirdiğini ve izleyici/okurda nasıl farklı bir varoluşsal yankı uyandırdığını keşfetmektir.

Sınırlı Bakış Açısından Her Şeyi Bilen Anlatıcıya

Kitabın büyüsü, büyük ölçüde anlatımının sınırlarından doğar. Hikâye, Hizmetçi’nin birinci tekil şahıs anlatısıyla aktarılır. Bu tercih, esere katıksız bir samimiyet ve içtenlik kazandırırken, aynı zamanda Profesör’ün iç dünyasına doğrudan bir erişimi de kasıtlı olarak kısıtlar. Okur, Profesör’ü ancak Hizmetçi’nin gözlemleyebildiği, yorumlayabildiği ve anlayabildiği kadarıyla tanır. Bu, tam da onun hafıza durumuna ontolojik bir yankıdır: İlişki, her gün yeniden kurulan, sürekli bir “şimdi” içinde var olur. Hizmetçi’nin bilgisi de Profesör’ün hafızası gibi parçalı ve özneldir. Bu sınırlı bakış açısı, romanın felsefi derinliğini oluşturur. Profesör’ün matematiksel denklemlerle ifade ettiği duygular (en bilineni, birlik, hayali birim, pi sayısı ve sıfırın mükemmel uyumunu simgeleyen e^iπ + 1 = 0) Hizmetçi için yavaş yavaş çözülen birer bilmeceye dönüşür. Bu süreç, sevginin ve anlayışın, bir anda kavranan bir bilgi olmadığını, sabırla ve tekrarla inşa edilen bir dil olduğunu gösterir. Bu dil, kelimelerin ötesinde, gündelik ritüellerde (yemek pişirme, beyzbol maçı izleme) ve matematiksel metaforlarda saklıdır.

Film ise, doğası gereği, bu sınırlı bakış açısını korumakta zorlanır. Sinema, genellikle “görünür kılma” eğilimindedir. Uyarlamada, hikâye Kök’ün (Root) yetişkin halinin ağzından, öğrencilerine yaptığı bir geriye dönüşle anlatılır. Bu, başlangıçta mantıklı bir seçim gibi görünse de anlatının dokusunu değiştirir. Artık olayları anlatan, olgun, her şeyin sonucunu bilen bir anlatıcıdır. Bu “her şeyi bilen” tavır, kitaptaki o gizemli ve tedirgin edici belirsizliği bir ölçüde ortadan kaldırır. Özellikle, kitapta belirsiz ve dolaylı olarak bırakılan, Profesör’ün baldızı ile olan gergin ilişki gibi unsurlar, filmde daha açık ve dramatize edilmiş bir şekilde sunulur. Bu, seyirci için daha net bir anlatı sağlasa da kitabın başarısının temelini oluşturan “anlatılmayanların gücü”nü zayıflatır.

Milan Kundera’nın deyişiyle, “romanın ruhu, yalnızca romanın biçiminde yaşayabilen hakikatlerden oluşur”. Film, bu ruhun bir kısmını, farklı bir biçimin (görsel anlatımın) gerekliliklerine uyarlarken, kaçınılmaz olarak dönüştürmüştür.

Profesör ‘ün İki Portresi

Karakterlerin sunuluşu, iki uyarlama arasındaki en çarpıcı farklardan biridir. Romandaki Profesör, temelde savunmasız, içe dönük ve asal sayılarla dolu özel dünyasına sıkı sıkıya bağlı bir karakterdir. Üzerine iliştirilmiş notlar, onun sadece bir hafıza yardımcısı değil, aynı zamanda dış dünyaya karşı bir zırhıdır. Matematiğe olan tutkusu, bir kaçış ve aynı zamanda tek iletişim köprüsüdür. Bu tutku, onu hem sevimli kılan hem de bir o kadar yabancılaştıran şeydir. Hizmetçi ve Kök’ün onun dünyasına girmesi, yavaş ve zahmetli bir keşif sürecidir; bu süreç, sevginin, yabancı olanı anlama çabası olduğunu gösterir.

Filmdeki Profesör (Akira Terao) ise, daha erişilebilir ve daha az “tuhaf”tır. Hafıza kaybının trajedisi, daha yumuşak tonlarla işlenmiş, karakterdeki keskin köşeler törpülenmiştir. Bu, seyirciyle daha hızlı bir duygusal bağ kurulmasını sağlayan bir tercihtir. Ancak, kitabın odağındaki felsefi sorgulamayı – yani, hafızasını yitirmiş, sosyal normlardan kopmuş bir bireyle kurulan ilişkinin saf ve koşulsuz doğasını – bir miktar sulandırır. Romanın Profesör’ü, insanın “akıl” ve “hafıza” ile tanımlanamayan özünü temsil eder. Film ise, bu karakteri daha geleneksel bir “hüzünlü ama sevimli bilge adam” arketipine yaklaştırarak, onun yabancılaştırıcı ve dolayısıyla düşündürücü yanını ikinci plana atar.

Bu değişim, Hizmetçi ve Kök’ün karakterlerine de yansır. Kitapta, bu bağın büyümesi sessiz anlarda, küçük jestlerde ve paylaşılan matematiksel hayret duygusunda gizlidir. Film, bu duyguyu görsel olarak güzel bir şekilde yansıtsa da (bahçedeki gece sahneleri ve Noh tiyatrosu göndermeleri) ilişkinin derinliğini aktarmak için daha açık diyaloglara ve duygusal vurgulara başvurur. Özellikle, kitapta özelleştirilmiş ve mahrem bir an olan Kök’ün kare kök lakaplı saçı, filmin sonunda yetişkin Kök’ün öğrencilerine anlattığı hikâyenin merkezine yerleştirilir. Bu tercih, samimi bir anının kamusal bir derse dönüşmesi anlamına gelir ve bazı izleyiciler/okurlar için romanın ruhuyla tam olarak örtüşmeyebilir.

Tematik Açıdan Bir Karşılaştırma

Her iki eser de temel olarak aynı üç temayı işler: Matematiğin şiirselliği, hafızanın kırılganlığı ve sevginin kalıcılığı. Ancak vurguları farklıdır.

Matematik: Roman, matematiği bir karakter, hatta bir anlatım aracı haline getirir. Formüller, duygusal iletişimin kendisidir. Film de matematiğin büyüsünü aktarmaya çalışır ve bunu başarılı sahnelerle yapar. Ancak, kitaptaki gibi derinlemesine bir keşif aracı olmaktan ziyade, hikâyeye sihirli bir arka plan ve karakterleri birbirine bağlayan bir ortak ilgi alanı olarak hizmet eder. Yine de filmin “matematiğin güzelliğini herkesin hissedebileceği” yönündeki iddiası, kitabın ruhuyla uyumludur.

Hafıza: Kitapta hafıza kaybı, sadece bir dramatik durum değil, varoluşsal bir sorgulamadır. “Ben” nedir, eğer anılarımız değilsek? Film, bu soruyu daha çok duygusal bir zeminde ele alır. Profesörün durumu, hüzünlü bir arka plan olarak işlev görür ve karakterlerin ona karşı şefkatini motive eder. Kitaptaki gibi, hafızanın ontolojik belirsizliğinden ziyade, onun yokluğunda gelişen ilişkinin güzelliğine odaklanır.

Sevgi ve Aile: Bu, her iki eserin de kalbinde yatan temadır. Kitap, bu sevginin doğasını daha radikal bir şekilde sunar: Hafızanın olmadığı yerde, her gün yeniden kurulan, şimdi’ye dayalı, saf bir varlık birlikteliğidir. Film ise bu ilişkiyi daha geleneksel bir “aile” portresine yaklaştırır. Baldızın karakterinin daha belirgin bir “antagonist” olarak konumlandırılması, bu saf birliği tehdit eden dışsal bir güç yaratır ve hikâyeyi daha geleneksel bir dramatik çatışma eksenine çeker.

Uyarlamanın Doğasına Dair

“Profesör ve Sevdiği Denklem” uyarlaması, edebiyattan sinemaya geçişin doğasına dair klasik bir örnek teşkil eder. Bir uyarlamadan asla “birebir aktarım” beklenmemelidir; zira sinema, Christian Metz’in de belirttiği gibi, doğal diller gibi çift eklemliliğe sahip bir “dil” değil, kendine özgü kuralları olan bir “dilyetisi”dir. Kelimelerle kurulan bir dünyayı, görüntü ve sesle yeniden inşa etmek, kaçınılmaz olarak bir tercüme ve yorum sürecidir.

Bu film, özellikle Memento gibi hafıza kaybını konu alan diğer filmlerle karşılaştırıldığında, konuyu melodramatik bir tüketim nesnesine dönüştürmemesiyle takdir edilebilir. Sessiz, huzurlu ve “yaşamı onaylayan” bir atmosfer yaratmayı başarır. 

Görüntü yönetimi ve oyuncu performansları (özellikle Eri Fukatsu’nun Hizmetçi’si), karakterlerin samimiyetini aktarmada başarılıdır. Ancak, kaynak metnin felsefi derinliğine ve anlatısal özgünlüğüne tam anlamıyla “sadık kalmak” gibi imkânsız bir hedefin peşinde koşmak yerine, kendi sinemasal dilini oluşturmuştur. Bu dil, daha sıcak, daha doğrudan ve belki de daha az rahatsız edicidir.

İki Ayrı Hakikatin Uyumu

Profesör ve Hizmetçi ile Profesörün Sevdiği Denklem, aynı temel “sözce”nin iki farklı medyadaki tezahürüdür. Roman, hafızanın geçiciliği ile sevginin kalıcılığı arasındaki çelişkiyi, sınırlı bir bakış açısı ve matematiksel dil aracılığıyla derinlemesine araştıran felsefi bir denemedir. Karakterlerin iç dünyalarına, özellikle de Hizmetçi’nin sessiz dönüşümüne odaklanır. Film ise, bu hikâyeyi daha geniş bir izleyici kitlesine ulaştırmayı hedefleyen, duygusal olarak dokunaklı ve görsel olarak zarif bir dramdır. Romanın incelikli belirsizliklerini ve yabancılaştırıcı unsurlarını yumuşatarak, daha erişilebilir bir anlatı sunar.

Her ikisi de insan ilişkilerinin, en soyut görünen disiplinler aracılığıyla bile kurulabileceğini ve en kırılgan zihinlerde bile sevginin iz bırakabileceğini gösterir. Belki de kitap, Profesör’ün sevdiği Euler özdeşliği gibidir: Görünüşte farklı ve birbiriyle alakasız unsurları (matematik, hafıza kaybı, gündelik hayat) beklenmedik ve güzel bir uyum içinde birleştiren zarif bir denklem. Film ise, bu denklemin bir sınıf tahtasına yazılmış, herkesin görebileceği ve hayranlık duyabileceği halidir; orijinal ispatın tüm karmaşık adımlarını içermese de sonucun ihtişamını ve anlamını aktarmayı başarır. İkisi de aynı hakikatin farklı ifade biçimleridir ve her biri, kendi medyasının sınırları ve olanakları içinde, insana dair o dokunaklı şiiri okumamıza izin verir.

Profesör ve Hizmetçi ile Profesörün Sevdiği Denklem, aynı temel insani gerçekliğin iki ayrı sanatsal çalışmadır. Roman, okuru karakterlerin içsel labirentlerinde düşünmeye davet eden, sessiz ve derin bir nehir gibi akarken; film, bu nehrin en dokunaklı çağlayanlarını seyirciye duygusal bir deneyim olarak sunar.

Hangisinin “daha iyi” olduğu sorusu, aslında anlamsızdır; zira her biri, kendi anlatım dilinin olanakları dahilinde, hafızanın geçiciliğine rağmen sevginin nasıl kalıcı bir iz bırakabileceğine dair benzersiz ve değerli bir kanıt sunar. Birini okumak, diğerini izlemek, bu evrensel hakikati iki kez ve iki ayrı şekilde hissetmek, dolayısıyla onu daha derinden kavramak için bir fırsattır. İkisi birlikte, sanatın aynı insan yüreğine dokunmanın ne kadar çeşitli ve zengin yolları olduğunu hatırlatır.

İZDİHAM

Exit mobile version