İzdiham Dergi

Kaan Murat Yanık ile Röportaj: Susma, Yoksa Ben de Susarım

Kaan Murat Yanık, 5 Haziran 1988 yılında doğmuştur. İstanbul Kültür Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunudur. TRT Arapça kanalında çalışmıştır. Birçok edebiyat dergisinde öykü ve denemeleri yayınlanan yazar, televizyon kanallarında kültür-sanat temalı programlar hazırlayıp sunmuştur. Uçurtma Mevsimi, Kalküta, Butimar, Uzakların Şarkısı adlı kitaplarından sonra en son kitabı Dünyasızlar, Turkuvaz Kitap’tan yayınlandı.

Röportajı, psikolog Ayşegül Aldemir gerçekleştirdi.

Malum konuyla başlayalım istiyorum. Karantina günleri nasıl geçiyor?

Dünyasızlar’ı yazarken bir roman karantinasındaydım ve bu roman karantinası iki buçuk yıllık süreç içerisinde peyderpey oluyordu. Romanı yayınevine teslim edip artık rahat bir nefes almayı düşünürken Çin’de ilk vak’alar çıktı. Kısa sürede de dünya devasa bir hapishaneye döndü. Ben de haliyle bağışık olduğum ev hayatına geri döndüm. Yazıp okuyarak, farklı kahveler deneyip pencereden canı çekilen sokakları izleyerek zamanın iri tanelerini eziyorum.

Peki böyle zamanlar yaratıcılığı tetiklemez mi? Ben buna biraz inananlardanım. Karantinadan bir yaratıcılık dokusu çıkar mı? Can sıkıntısı, yaratıcı zekayı besleyebilir mi?

Pek emin değilim. Üstümüzde salgının, yarının belirsizliğinin tayziği var. Genellikle bugün vebayla alakalı bir roman okurken o sahneler hoşumuza gider. Ya da İkinci Dünya Savaşı ile alakalı bir roman okumak cezbedicidir. Çünkü o felaketleri bizzat yaşamamışızdır ve yaşama imkanımız yoktur. İşbu sebeple kahvemizi yudumlayıp, koltuğumuza gömülürken bunun rahatlığıyla okuruz ya da filmleri izleriz. Fakat şimdi durum bambaşka. Birçok yazar arkadaşımın bugünleri anlatan öyküler, romanlar yazdıkalarını biliyorum. Haliyle salgın geçip hayat normale döndükten sonra bir corona kültürü patlaması yaşanacağı aşikar. Fakat ben insanların bugünleri sonradan okumak istemeyeceklerini düşünüyorum. Çünkü bu kez felaketin öznesiyiz.

Romanların da bir hikayesi ve bir yolculuğu var. “Uzakların Şarkısı” sonrası iki buçuk yıllık aradan sonra gelen “Dünyasızlar” nasıl bir yolculuk yaşadı, hangi coğrafyalara tanık oldu, hangi ezgilere dokundu ve nerelerden geçerek uzandı bugüne?

Harut ile Marut meseli… Bu mit, benim çok ilgimi çekmişti. Bir de Yeniçeri Ali’nin hikayesi var ve dahi İkinci Dünya Savaşı. Her zaman İkinci Dünya Savaşı ile alakalı bir roman yazmak istiyordum. Bu üçü üst üste, yan yana, alt alta geldiğinde ilginç bir roman olabilir düşüncesiyle yola çıktım. Holywood başta olmak üzere dünyada yüzlerce İkinci Dünya Savaşı filmi çekildi, bir o kadar da kitabı yazıldı. Fakat perspektifler daha çok Alman, Amerikan, İngiliz ya da Rus çizgilerindeydi. Ben Türkler’in bu savaştaki durumunu anlattım. Yalnızca Azerbaycan’da milyondan fazla delikanlı bu savaşta can vermiş. Bu onların da hikayesi.

D&R - Kültür Sanat ve Eğlence Dünyası

Ben kitaba özellikle psikolojik yönüyle de bakmak istedim. “Dünyasızlar” içinde yer alan karakterler çok canlı. Ruh tahlilleri muazzam. Dostoyevski’nin de ruh tahlilleri çok güçlüdür. Bu anlamda romanların, insanların ruhsal dinamiklerine dokunarak, terapötik bir etki yarattığı düşünülebilir mi? Kitaplar, terapilerde daha fazla yer bulabilir mi? Bibliyoterapi gibi. Benim için Estes’in “Kurtlarla Koşan Kadınlar” kitabı keza buna örnektir.

Evet o kitabı bana sen yıllar önce önermiştin, hatırlıyorum. Seninle daha önce de hatta bu kitap üzerine de konuşurken bir yazı yazmıştım. Anadolu’da eskiden depresyona gönül yorgunluğu denilmiş ve gönlü yorgun olan kişiye hikayeler anlatılırmış gibi bir yazı yazmıştım. Bibliyoterapiden de bahsetmiştim.

Konferanslarda kitap okumanın neden yararlı olduğuna dair benden birkaç cümle duymak istediklerinde ne diyeceğimi bilemiyorum. Klişeye düşmek veya hamaset yapma ihtimalı çok korkutucudur. Çünkü hepimiz lise sıralarından, üniversite sıralarından geçtik ve bizden daha fazla şey bildiği sanan bir adamın ya da kadının, karşımıza geçip böyle üstten bir bakış açısıyla; “Kitap okumak iyidir. Mutlaka okumalısınız.” demelerini hiçbir zaman sevmemiştim.

Ben kitap okurken dünyadan tam manasıyla sıyrılmış oluyorum. Evin penceresi açık olsun ya da olmasın Casper gibi duvardan geçerek gökyüzüne karışıyorum ya da o romanın geçtiği, mesela Fareler ve İnsanlar kitabını okuyorsam o çiftliğe gidiyorum. Karamazov Kardeşler kitabını okuyorsam, Rusya’nın o karlı tren istasyonlarından birindeyim ve onu gerçekten hissediyorum. Bazı insanlar da, tabi bunun psikolojik bir karşılığı da var, sen daha iyi bilirsin, okuduğu, izlediği şeyle bütünleşmek, onun içinde kendini tüm ağırlığıyla hissetmek noktasında daha farklı bir tabiata sahip oluyorlar. Ben okurken fazla kaybolanlardanım. Eğer okumaya yeni başladığım kitabın içinde kaybolamıyorsam o kitabı ya bırakıyorum ya da mecburi bir hizmet gibi devam ediyorum.

“Başkalarının ruhlarına dokunma isteği, öyle korkunç bir arzuya dönüşüyor ki daha ileriye gitmek istiyorum ve sabah..” Dünyasızlar

Dünyasızların dünyasına girdikçe tarihin, kültürün, geçmişin ve geleceğin akışına kapılıyor insan. İnsanın kalkıp oralara gidesi, Firuz’u, Ayvaz’ı bulası geliyor. Bu romanın gücünün göstergesi denilebilir mi? Karakterler nasıl vücut buldu?

Çocukluğumdan beri, zihnimin içinde bir meclis olduğuna inanırım. Bu mecliste tanıdığım, tanımadığım onlarca insan var ve mütemadiyen konuşuyorlar. Bazen sesleri o denli yükseliyor ki, ben kendi sesimi bile unutur hale geliyorum. Bu heyulalar karakterlerimin ilk halleri oluyorlar işte. Zamanla beraber pişip, büyüyüp ete kemiğe bürünüyorlar. Ayvaz ile Firuz diye görünüyorlar. Yazar, aynı anda hem kendi hem başkaları olmak ister. İşbu hal, psikosomatik bir bozukluğa kadar götürse de iyi karakterler bina etmenin başlangıç noktası böyledir bence.

“Uzakların Şarkısı”nda “Zencefil” en güçlü karakterimdir. Çünkü “Zencefil” ismini telaffuz ettiğim anda -bunu Üsküdar Kitap Fuarı’nda, bir okurumun sorusunu yanıtlarken fark ettim- Gözlerim doldu. Bu tip yazar klişelerini sevmem ama olay dışavurmaya çalıştığım bir şey değildi. Zencefil’i, Gülbadem’i ve diğer karakterlerimi özlüyorum. Firuz ve Ayvaz için de durum aynı. Onları, bir annenin dokuz ay boyunca karnımda taşıması gibi ben de zihninde taşıdım. Yüzleri, boyları posları, günahları, zaafları, ayakkabı numaraları, sevdikleri yemekler, mimikleri, sebepsiz ağrıları, korkuları ve hatta nefeslerinin nasıl koktuğuna dair biliyorum. Çünkü kahramanlarımın hepsi benim dostlarım. Her gün anıyorum onları. Rüyalarıma giriyorlar..

Sigmund Freud, her zaman çocukluk vurgusu yapar. Kitapta da Freud ismine rastlamak benim için güzel bir sürpriz oldu. Peki senin kaleminde, çocukluğundan gelen, çocukluğundan yansıyan neler var?

Hayalperest bir çocukmuşum. Mesela babaannemlerin büyük bir bahçesi vardı ve o bahçede altın aradığımı çok berrak bir şekilde anımsıyorum. Bahçede derin bir çukur kazıp o çukurun içine girmek suretiyle hem altın bulacağımı hem de başka bir dünyaya düşeceğimi hayal ederdim. Sırtıma iki buçuk litrelik kola şişelerini bağlayıp evimizdeki mavi halıda bir dalgıç gibi yüzmek ya da halalarıma yalvar yakar diktirdiğim eski savaşçı kıyafetlerine benzer kostümler içinde tahta atımla Don Kişot misali bahçedeki armut ağaçlarına saldırmak. Bir mikrobiyolog edasıyla yine bahçedeki danaburnuları, arıları ve diğer böceklerin peşinde dolaşıp güneşi batırmak. Ölü arılara Legolarımdan mezarlar yapmak… Bir de böyle bir çocukluğu ortasında ninemin evinde amcamların kitap sandığını keşfetmek… Denizler Altında 20.000 Fersah, Kaşağı, Pinokyo, Dostoyevskiler, Tolstoylar… Altın Kitap etiketi vardı üstlerinde. Bu kitapların kapaklarına bakarak, en yakınımda bulunan, aile bireyine gidip ona “Şu kitabı bana okur musun, şurayı okur musun, burayı okur musun” diyordum. Sonrasında bir zaman makinesi yapmayı kafama taktım. Nereden başlayacağıma, ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim yoktu. Evdeki elektrikli süpürgeyi gözüme kestirmiştim ama… Acaba ondan bir zaman makinesi yapabilir miyim diye düşünüyordum.  Bir gün konuyu anneme açtım. O da sağolsun zaman makinesi yapabilmem için iyi bir mühendis olmam ve matematiğimi iyi tutmam konusunda beni biraz kandırmış oldu. Neyse günün birinde zaman makinesini hiçbir zaman yapamayacağımı idrak ettiğimde artık yaşlı bir çocuktum ve zaman makinesini yalnızca ben değil kimselerin icat edemeyeceğinden emindim. Zira bu mümkün olsa gelecekten birilerinin günümüzü ziyaret edeceğini düşünmüştüm. O günden sonra gerçek zaman makinesinin romanlar olduğunu keşfettim. Çünkü okuduğunuz romanlar size zamanda yolculuk yaptırabiliyorlardı. Pembe İncili Kaftan, Yalnız Efe, Heidi ve dahası.. Bir süre sonra okuduklarım yetmemeye başladı ve yazmaya başladım. Mesela anneme okulda işlediğimiz kitapları anlatırken onların kurgularıyla oynamaya başladığımı fark ettim. Tabi annem de fark etti. Yalnız Efe uçmuyordu, Pinokyo bir kediye dönüşmüyordu patateslerin kızartılınca canları yanıyordu ya da Uçan Kaz, Japonya’ya gitmiyordu. Bunları ben uyduruyordum ve uydurdukça haz duyuyordum. Müthiş bir haz…Uydurma işinde bir yerden sonra ipin ucunu kaçırdım ve olanlar oldu.

İyi ki de o ipin ucu kaçmış. Dünyasızlar’da geçen Harut ile Marut hikayesi oldukça anlamlı. Zühre yıldızı, Babil gibi mitsel ve kadim dokunuşlar her zaman bir konuşmayı, bir hikayeyi, bir romanı büyütüyor. Hikaye toplayıcılığı da insan doğasını anlamak için son yıllarda dünyada sık karşılaştığımız bir süreç. Özellikle de romanlara oldukça yakışıyor. Bu noktada en etkilendiğim kitaplardan biri “Kurtlarla Koşan Kadınlar”. Kadim hikayelerin romanlarda yoğurulması, hikaye toplayıcılığı hakkında neler söylemek istersin?

Romanlarımın bir matematiği var. Hülasa edecek olursam günümüzde başlayıp geçmişe giden sonra tekrar günümüze dönen ‘S’ aksı olan bir formül. Kadim anlatıların tılsımı ve modern figürleri postmodern bir çerçeve içinde bir araya getirip bu noktadan sonra hikaye çemberlerimi ve karakterlerimi oluşturma gayreti içinde oluyorum. Dünyasızlar’da geçmişin günümüze şifa olabileceği gerçeği yatıyor. Nergiz ve Firuz Dede arasındaki tuhaf ilişki, bunun bir sonucu.

Hikaye toplamak, dünyanın en ilginç işlerinden bir tanesi. Dağ başına çıkıp nadir bulunan siyah papatyaya erişmeye benziyor. Bazen o dağ içinizden başka bir yerde değil, ki en zoru bu. Her zaman yanlış yüzyılda yaşadığımı düşünmüşümdür. Bu çağa ait olamama meselesi sıradan, iğreti bir varoluş sancısı veyahut sanatçıların bohem şımarıklıklarına benzemiyor. Hayır, daha geride yaşamalıydım. Ortaçağ mesela ha… Ama bir yerde bir kişi olarak değil. Binlerce surette, yüzlerce coğrafyada. Yaşamadıklarımı bu sebeple evcilleştirmek zorundayım. Yaşayamadıklarımı terbiye etmek, yaşadıklarımı ise dizginlemek zorundayım. Delirmemek için, başka çağlara dönmek için yazmalıyım, yazmalıyım.

 “Susma! Yoksa ben de susarım. Sonra sonsuz bir boşluk açılır aramızda. İkimiz de o boşluğa düşüp yok oluruz.” Dünyasızlar

Dünyasızlar hem mistik, hem bir o kadar gerçek; hem masalsı hem ayakları toprağa dokunan bir eser. Bu denge, nasıl kuruldu?

ODTÜ’de bir konferans esnasında bir okurum; ‘’Uzakların Şarkısı’nın türü nedir? Ben realist bir roman olarak algıladım fakat arkadaşım sürreal bir roman olduğunu söylüyor.’’ Diye bir soru sordu. Soru, başka sorulara ve peşinden bir tartışmaya neden oldu.

Realist roman unsurları ile masalların imaj sistemini bir araya getirmeye çalışıyorum. Hem doğu, hem batı. Yani romanın bir uzunda Netflix izleyen elinde Starbucks bardağı olan 2020 model bir insan diğer ucunda M.Ö 283 yılında yaşayan bir kadın olabilir. Ya da bir yanda Dante, beri yanda Fuzuli… Farklı zamanlara ve dahi coğrafyalara ait kodları tek bir bünyede birleştirmek ve bundan derinliği olan bir kurmaca devşirmek… Beni heyecanlandıran bu… Dünya, başı ortası sonu olan düz bir çizgi değil. Yaratıldığı günden, yok olacağı ana kadar her şey, herkes bir tek parça.



Butimar üzerine bir röportaj yapmıştık. Onun üzerinden beş yıl geçmiş. O zaman da bayağı bir tartışmıştık, hatırlıyorum. İşin psikolojik boyutuyla alakalı olarak. Çoğu kez düşünürüm, acaba yazarlar mı kahramanları sürükler; yoksa kahramanlar mı yazarı sürükler, savurur ve toplar. Bunun bir izahı var mı?

Karakterleri terbiye etmek de bir roman yazma metodolojisidir. Ama eğer kahraman sana, senin dediğini yapmayacağım diye başkaldırıyorsa, o karakteri severim. O karaktere diğerlere nazaran daha fazla rol vermek isterim. Bana başkaldıran, her dediğimi yapmayan karakter aslında romanın içerisinde daha fazla kurmaca perdesini sırtlayıp götürebilir. Bu noktada güçlü karakter oluşturmak ve bazen dışarda insanlara göstermediğimiz, göstermekten çekindiğimiz, utandığımız taraflarımız yazar olarak o karakterde bir şekilde can bulur. O karakterde kimseye göstermediğimiz, göstermediğim daha doğrusu, bir yönümü bulup ona kopyaladığımda bu bana çok çekici gelir ve aslında o yönümü keşfetmek üzerine karaktere daha fazla şey yükleyip, onu daha fazla konuştururum. O konuştukça, utansam da kendimi bazen daha derinlemesine, içime doğru 10 kilometre daha fazla inerim, sonra 100 kilometre daha fazla inerim. Bazen karşılaştığım şeylere dokunmaktan korksam da, “nasıl olsa bunu bir karakter söylüyor, ben söylemiyorum”un rahatlığıyla yazmaya devam ediyorum. Otosansür uygulamam. O yüzden bir yönüyle karakterler bir anlamda iyi bir terapisttir. Onu da söyleyebilirim.

Evet buna katılıyorum. Merak ettiğim bir şey daha var. Cinsiyetçilik yapmayacağım ama erkek bir yazarın, bir kadın karakteri yazması, konuşturması bence çok kolay değil. Empati ne düzeyde oluyor bilmiyorum ama ben Maral’ı dinlerken, Nergis’i okurken belli noktalarda her ikisinin de anlattıklarından çok etkilendim. Hatta Maral’ın kimi yerde söyledikleri, Firuz ve Ayvaz’la birlikte yaptıkları bir konuşmada, beni çok etkiledi ve dedim ki, “Bunu bir erkek yazar nasıl bu kadar derin ve öze dokunarak yazabilir? Bu çok şaşırttı beni. Gerçekten zor mu bir kadın karakteri yazmak ve nasıl ortaya çıkıyor?

Bununla ilgili de çalışmalar yaptım vaktinde. Kadınları anlatmak kolay değil. Sen dedin cinsiyetçilik yapmayayım, bende aynı şeyi söylüyorum. Ama kolay değil. Yani erkekler hayata daha, hani şey klişesi vardır ya, erkekler daha düz bakarlar. Bu sitcom dizilerine malzeme olacak bir klişe değil, gerçekten öyle. Kadınlarda korku ve paranoyalarla örülü bir ruh, daha detaycılık, dişilikle delilik meselesi vardı, Ruhsar karakteri hatırlarsın, Uzakların Şarkısında. Mesela depremi dişi kediler daha erken algılarlar. Demek ki her an bir şeylerin raydan çıkacağına dair bir inançları var kadınların. Erkekler daha mayışık bir şekilde dünyaya algılamaya çalışıyorlar. O detaycılığı keşfettikten sonra kadınların detaylara ne kadar odaklandıklarını, o paranoyanın çözümü bir şekilde korkuların üzerine gitmek, anksiyete ve bir sürü şey. Kadın gibi hissedebilme meselesi. Bu

çok önemli bir şey. Bununla alakalı çok çalıştım. Bu sadece Dünyasızlar için değil; Uzakların Şarkısı’nı yazarken Ruhsar karakterini oluşturmak için günlerce ve haftalarca çalıştım. 32 yıldır dünyadayım. Binlerce insanla tanıştım. O insanların toplamıyım haliyle. Karşılaştığımız her insan, yanımızdan yürüyüp gittiğinde yokluğa karışmış olmuyor. Onun herhangi bir duygusu, kokusu, çikolatayı yiyişi, bir mimiği, ses tonundaki bir titreme dahi ya da bazı cümleleri söylerken ki halleri, ‘r’leri y diye okuması veya peltek ‘s’ çıkarmasına varıncaya kadar ya da bir koku partikülü bile tıpkı Corona gibi bizi enfekte edebiliyor. Ömrümüz boyunca bağışıklık kazanmış oluyoruz. Hayatımıza sonradan giren insanlar a da o kazandığımız bağışıklıkla, “aa bu o.” diyebiliyoruz. Bazen onun peşinden gidebiliyoruz ya herhalde böyle bir şey.

Kurt Vonnegut, karakterlerin yazarken biraz sadist olunması gerektiğinden bahsediyor. Böylece bu kötü olaylar, karakterin gücünü, savunma mekanizmalarını, hayatla baş etme tarzlarını ortaya koyacaktır. Tıpkı gerçek yaşam gibi. Bu konuda ne düşünüyorsun? Yazarken biraz sadist olmak gerekiyor mu? Karakterin başına kötü bir şeyler gelmeli mi?

Romanda bir bölüm vardı, hatırlarsın. Firuz’la Ayvaz diyorlar ki, “Keşke yazar temiz bir sayfa açsa ve bizi şu anki zor durumumuzdan kurtarıp, o beyaz sayfada iyi bir şeyden bahsetse bize. İşte iki tarafı ağaçlı, güzel bir yol çizse, kırmızı bir araba koysa, kahve de isteriz” diyor. Sonra yazar ve karakter kavga ediyorlar. Ayvaz da diyor ki, “bir karakter yazarını tehdit etmemeli. Yazar isterse onu herkese rezil eder.” Arada böyle karakterlerimle didişirim. Sadistlik gibi değil ama karakterlerimle, belki bazen o karakterin istemediği bir diyaloğa onu sokabilirim, başına işler açabilirim. Bunu Uzakların Şarkısı, Butimar’da da görmüşsündür zaten. Evde tek başına filmi vardı ya, orada çocuk eve giren kötü adamlarla mücadele etmeye başladığında telefon çalardı ve babasına her şeyin yolunda olduğunu söylerdi. Bu beni çok etkilemişti çocukken. Yani isterse kurtulabileceği bir durumdan, işi daha da zorlaştırarak eğlenme isteği çıkarmak. Roman yazmak da böyle. Karakterleri daha zorlu yollara sokmak, tabi bunu realizm çerçevesini zedelemeden yapmaya çalışırım, daha dolambaçlı yollarda yürümek hem karakterler hem benim için iyi olur. Romanın, daha yetkin daha nitelikli hale gelmesi için.

Firuz’la Ayvaz farklı karakterler. Maral apayrı bir karakter. Mesela Firuz’un sakinliği, dinginliğinin bozulduğu yerlerde, ben onun çektiği ızdırabı şuramda hissettim. Acı çekiyor şu an dedim. Maral’a kızayım mı, Maral’ı seveyim mi bilemedim. O zorluklar gerçekten de karakterlerin doğasını ortaya koyuyor. Karakterleri daha canlı ve daha güçlü de kılıyor. Ben bu cümleyi defalarca kurdum belki ama Dünyasızları gerçek anlamda çok beğendim. Bunu da daha önce de konuştuk, paylaştım zaten. Dünyasızlar bu anlamda çok özel bir kitap. Bir kez de değil, birkaç kez okunası. Ben okuyup bitirdikten sonra, aradan zaman geçse bir daha mı okusam dedim, zira Dünyasızlarda yer alan ruh tahlilleri üzerine düşünmek kendi adıma da çok keyifliydi.

Teşekkür ederim.

Dünyanın bizim etrafımızda döndüğünü düşünürken, bir anda Corona virüs çıktı. Ne kadar zamandır evdeyiz bilemiyorum ama bir hayli oldu. Ben bu süreçte bir şey gördüm insanlarda. Dünyanın merkezindeydik. Ağaçlar, kuşlar, gökyüzü bizim içindi. Her şey bizim için yaratılmıştı. Derken bir şey oldu ve fark ettik. Dünya belki de bizim etrafımızda dönmüyordu ve biz dünyayı çok istenmeyecek bir noktaya getirdik ve belki de tüm bu olanların sancısını yaşayıp, bedellerini ödüyoruz şu an. Bu belki de insan olmanın bedeli. Acaba tüm bu olanlar özümüze dönmemize vesile olabilir mi? Bu süreç, insanların içsel yolculuklarını tetikleyip, bir tekamül süreci başlatabilir mi? Bu hikayenin içinden böyle çıkabilir miyiz?

Kadim anlatılara başvururum ben, spesifik bir durumun içinde, daha önce karşılaşmadığımız bir durumla muhatap halindeysek, kadim anlatılara bakarım. Dünyanın başından gelmiş geçmiş bunca felaketten sonra dünya eskisi gibi devam etmiş. İnsanlar, İstanbul’da günde 5 bin 6 bin insanı öldüren vebadan sonra, veba bittiğinde eski alışkanlıklarına geri dönmüşler. Ben dünyada çok büyük değişimler olacağını sanmıyorum. En fazla üniversitelerde daha fazla uzaktan eğitim yapılır. İtalya, AB’den çıkar ama böyle dünyayı sarsacak, ütopyaya dönüşecek bir şeyler beklemiyorum. Dünyanın daha olumlu bir yöne gideceğine dair bir umudum yok.

Eski halimize döneceğiz. Ki eski halimiz de şu an herkesin hayal ettiği bir şey. Muhsin Namcu’yu çok severim, İranlı müzisyen, onun bir şarkısı var seslendirdiği Nobahari. Aslında melodisi eski bir

Fars melodisidir. Diyor ki, hatta You Tube üzerinde de videoyu izleyebilirler merak edenler. İranlı Yönetmen Abbas Kiyarüstemi onu da çok severim, o hasta yatağındayken yanında bir tane hanımefendi elinde sazıyla o şarkıyı seslendiriyor. Şarkının Türkçe sözleri kabaca şöyle, diyor ki:

“Bir ömür daha lazım bize çünkü bu ömrümüzü umut etmekle geçirdik.” Şimdi Corona günlerinde onu dinlerken, “bir bahar daha lazım bize çünkü bu baharımızı Corona’ya verdik” diyorum ben içimden. Doğa dışarda uyanırken, biz içimizde uyuyoruz. Bu bir bedel. Biraz önce anlattıklarının bedeli ama birkaç kişiyle değiştirilebilecek bir şey değil. Dünyadaki bilinçli insan sayısı, bilinçsiz insan sayısının % 5’i kadar olduğunu tahmin ediyorum. Bunun da tüm dünyayı değiştirmek gibi bir gücü yok. Bir ütopya çıkmayacaktır bundan. Şu an distopyanın içindeyiz hatta.

Teşekkürler.

Röportajı Yapan; Ayşegül Aldemir

İZDİHAM

Exit mobile version