İzdiham Dergi

Eda Tezcan, Masumiyet Daima’yı Anlattı

İlk kitabı Kız Kulesi’nden Galata’ya Mektuplar’ın ardından bu kez hikayelerinin bir araya getirildiği Masumiyet Daima ile okur karşısına çıktı Eda Tezcan. Bir süredir Dergah dergisinde yayınlanan hikâyelerinin yanı sıra ödüllü hikayelerinin de yer aldığı Masumiyet Daima’nın ismi ve kapak fotoğrafı seçimi ise usta hikayeci Mustafa Kutlu’ya ait. Kitapta yer alan hikâyeler kadar Tezcan ve Kutlu arasındaki usta-çırak ilişkisi de konuşulmaya değer. Eda Tezcan’a hikâyeciliğini, hocası Mustafa Kutlu’yu ve İstanbul’u sorduk.

l Senarist olarak tanınıyorsunuz ama güçlü bir hikayeci yanınız da var. Bu nasıl çıktı ortaya?

Hayalimde hikayeci olmak, bir hikaye kitabı çıkarmak vardı. O hayale ulaşana kadar önce radyo oyunu yazdım, senarist oldum, dizi, sinema filmi yazdım. Hiç aklımda yokken denemelerden, mektuplardan oluşan bir kitabım oldu ama bir türlü yazdığım hikayeleri bir araya getirememiştim. Sonra bir gün yollarımız Mustafa Kutlu ile kesişti. Kutlu’ya ilk kitabım için gittim. Fakat ilgilenmedi. Onun aradığı tür değildi.

l Ciddi bir hayal kırıklığı olmuştur sizin için.

Tabii, büyük bir hevesle gittim. Kesin kitabımı basar. Çok da güzel kitap yazdım, diyorum kendi kendime. Kız Kulesi’nden Galata’ya Mektuplar’dı elimdeki dosya. Bana ‘aşk yazılmaz, yaşanır’ dedi. Hikaye de yazıyorum, dedim. Bir hikayeni gönder, beğenmezsek sana dönmeyiz, dedi. Daha önce böyle biriyle karşılaşmamıştım. Çok da saygı duyduğum biri. Mektuplardan bir iki örnek, bir de hikayemi gönderdim. Dönmedi. Demek ki beğenmiyor diyorum ama devam ediyorum hikayelerimi yollamaya. Bende de azim vardır. Beğenene kadar göndereceğim isterse on yıl dönmesin. Bu arada benim kitabım başka bir yayınevinden basıldı. Kitap çıktı ama bana yetmiyor. Çünkü onlar başka bir formattı, hikaye değildi.

Bu ısrarınızın nedeni neydi?

Ustam ve bu yüzden takdir görmek istiyorsun. “Sende bir şey var” desin istiyorsun kendine inanmak için. Çünkü o zaman hâlâ hikayeci olduğuma inanmıyorum. Hâlâ da oldum diyemem bir kitap çıkardım diye ama Hoca’nın onayını almak istiyordum. O kadar idolün ki “Evet sen hikaye yazabiliyorsun” desin diye bekliyorsun.

 Onu ikna eden hangi hikayeniz oldu?

Bir yıl boyunca mütemadiyen hocaya hikayeler gönderdim ve o da bana dönmedi. Bir gün kitabın içindeki hikayelerden Ağlama Sofia’yı yazdım. Gerçek bir hikaye Üsküdar’da yaşadım ve eve geldim yazdım. Redakte bile etmeden gönderdim. Ertesi sabah bana bir mail attı. “Sende bir ışık gördüm” diye sadece. “Beni uzun uzun konuşturma mektup yazamam, hiç sevmem mektup yazmayı telefonunu yaz” demiş bir de. Sonrakilerde “Dergah’a hikaye gönder” dedi. Ağlama Sofia, Dergah’ta yayınladı. Sonrasında da her gönderdiğim hikaye Dergah’ta yayınlanmaya başlandı  yaklaşık iki buçuk yıl boyunca. Hikayelerimin bazen ismini değiştiriyordu, bazen içinden bir şeyleri çıkartıyordu. Burayı fazla yapmışım, burası eksik olmuş diye görmeye başladım zaman içinde. Aslında bana öğretti nasıl yaparsan daha derli toplu olur diye. Yaptığım hataları görme şansım oldu. Mustafa Hoca, usta-çırak geleneğini devam ettirdi bir bakıma.

masumiyet daima ile ilgili görsel sonucu

Masumiyet Daima nasıl şekillendi?

Bir gün aradım hocayı, ben artık bir kitap yapmak istiyorum hocam, ne dersiniz, dedim. Çok sevindi. Tabi ki, getiriyorsun hemen buradan yapıyoruz, dedi.

Daha önce yazdığım ödül alan uzun hikayeler ve yakın dönemde yazdıklarımın içinden hikayeler seçti. Onun beğendiği hikayeler basıldı.

Masumiyet Daima’da çocukluğu 1980’lere denk gelenlerin çok tanıdık bulduğu hikayeler var. Yazdıklarınızın okurda bu kadar sıcak karşılık bulmasının nedeni nedir?

O dönemi anlattığım hikayelerdeki gerçeklik insanlara lezzetli geliyor. Bu kitaptaki ilk dört ya da beş hikaye okurla konuşma tarzında. Sanki onlara çocukluğumdan bir şeyler anlatıyormuşum gibi. Esasında çok içgüdüsel yazdım. Kurgu hikayeler değildi. Şöyle başlayayım sonu şöyle bitireyim demedim, kalbime dokunan, çocukluğumda yer etmiş anların bütünüydü bu hikayeler. Mesela Bir Sevgi Filmi hakikaten dedemi kaybettiğim dönemde, dedemle gittiğimiz sinemada yaşadıklarımdı ve çok da ağlayarak yazdığım bir hikayeydi.

 Çocukluğumuzdaki aile ilişkilerini özlüyoruz belki de.

Şimdi teknoloji vs. var. Anneler daha çok çalışıyor. Çocuklarla daha az iletişim halindeler. Çocukların da internet gibi yeni arkadaşları var. O zamanlar sokakta oynuyorsun bir defa mutlaka evin içinde bir büyük var. Masal kültürü var, destan, masal anlatıyorlar. Şimdi bakıyorum da biz 1980’lerde sanatla bağı olan bir toplumduk. Tiyatroya gidiyorduk, neredeyse her akşam yazlık sinemaya gidiyorduk. Yazlık sinema kültürü vardı ve biletler böyle pahalı değildi. O zamanlar hem sosyalleşmek hem birlikte yaşama kültürü anlamında daha güzel zamanlardı. Sinemaya gitmek bile bir seramoniydi. Böyle sıcak ilişkilerin yaşandığı dönemleri anlatıyorum.

Hikayelerinizde birbirine göndermeler var.

Bilerek yapmadım bu iç içe geçirmeleri. Tufan, Sofia, Kaybolmuşluk, Bir Sevgi Filmi yaşanmış hikâyeler. Bütün bunlar gerçek olunca ister istemez o dönemin hissiyatı birbirinin içine geçiyor.

Bir tane bilerek yaptığım var. Bir hikayenin devamı gibi… Hasbihal hikayesinde İstanbulla konuşan deli kadın aslında Yüzü İstanbul Olmuş Bir Aşk Masalı’ndaki Leyya’dır. O karakterin artık başka bir boyuta geçmiş ve yalnızlaşmış halidir. Devamlılık tutarak yazdığım tek hikaye oydu.

İstanbul da adeta bir karaktere dönüşüyor metinlerinizde. İstanbul neden bir karakter sizin için?

İstanbul’u her zaman bir kişilik olarak gördüm. Karakterli bir şehir. İstanbul herhangi bir şehir gibi değildir, bir ruh vardır herkes bunu bilir ve fark eder. Çünkü eski bir şehir ve çok fazla yaşanmışlık taşıyor üzerinde. Bu yaşanmışlıkların hepsi şehrin taşına, toprağına siniyor. Mekan bütün bunlarla ruh buluyor. Niye biz herhangi bir mezarlığa gittiğimizde o duyguya kapılmıyoruz da Çanakkale’de bastığımız toprakta içimiz titriyor? Çünkü oranın da bir ruhu var. Üzerinde yaşananlar ya da o toprağın  altında yatanlar oraya bir ruh katıyor. Peygamber Efendimiz de inanıyordu buna ve “Seni çok seviyorum Mekke ama Medine de beni bağrına bastığı için onu bırakıp gelemem, bana gücenir” diyor. O yüzden ben İstanbul’u böyle görüyorum. Evet beni besliyor ama onu bir karakter olarak hikayelerime koymak hoşuma gidiyor.

Şehirle kurduğunuz ünsiyet ona nasıl baktığınızla da ilgili değil mi?

İstanbul’u suçlamak, sen mi büyüksün ben mi gibi kalıplar bize öğretilmiş şeyler, ezber bilgiler. Şehri severek yaşarsan senin anlam dünyandaki karşılığı da çok başka oluyor. Pencereden bakıp “Ne kadar güzelsin İstanbul” diye iç geçiriyorum ya da hakikaten gözlerim doluyor bakarken, o kadar güzel ki… Onun yaşadığına ve beni burada bir köşeye sığıştırmak istediğine, gel şurada bir yamacımda yaşa dediğine inanıyorum.

İstanbul ile dertleşme kısmında da biz onun için acı çekerken  o da aynı acıyı paylaşıyor.

İstanbul değişiyor dönüşüyor, betonlaşıyor, insanlar da betonlaşıyor kalben. Sürekli bozuyoruz ve suçu da İstanbul’a atıyoruz. Sonra diyoruz ki “Ne kadar da değişti”. Aslında değişen ve her şeyi değiştiren biziz. Sorun bizde İstanbul’da değil.

Röportaj: Gülcan Tezcan, Star

İZDİHAM

Exit mobile version