İzdiham Dergi

Can Eseler, Modern Çağda Bir Uzlet Girişimi: Heidegger ’in Kulübesine Yolculuk

Heidegger ‘in kulübesi neden gereklidir? Heidegger ‘in kulübesi, dağ başında inşa edilmiş bir sığınak değil; insanın kendine dönmek için kazdığı bir kuyu gibidir. Betonun, gürültünün, şöhretin ortasında boğulan aklın yeniden nefes alabilmesi için gereklidir. Kulübe, düşüncenin sade mekânıdır: kulübenin eşyası az, sesi çok. Şehrin uğultu ve gürültüsü, bizim kulağımızı nasıl sağır kılıyor? Gürültünün kendisi zaten hakikati duymamıza en büyük engel. Dolayısı ile şehir öyle bir yer ki, zaten uzlete çekilmeden olgunlaşabilmeyi mümkün kılmıyor. 

Bugün herkesin bir adresi var ama kimsenin bir mekânı yok. Çünkü mekân, düşüncenin barındığı yerdir. Heidegger orada varlığı değil, var olmayı düşünüyordu. Bizse artık sadece bildiğimizi sanıyoruz; düşünmeden, hatta unutmadan yaşayamıyoruz. Modern insanın her şeyi bilip hiçbir şeyi anlayamamasının çaresi, bir kulübeye sığınmak kadar basit olabilir. Bilmek denilen şey modern dünyanın bize dikte ettiği şeyleri, ya da popüler olarak dayatılan davranış biçimlerini yapabilmek bilmek anlamına gelir mi? ezberlenmiş olan şeyin bilmek için bir hazırlık evresi olduğunu düşününce şu noktaya geliyoruz. Bilmek ile şehirde yaşamak belki bizim için oldukça gürültülü bir ortam hazırlıyor. O sebepledir ki, Heidegger ‘in kulübesi bir uzlet mabedi olarak bizi karşılıyor. Hikmetin peşinde koşan için modern yaşam şartlarına bağlı olarak gerekli kılınıyor. 

Modern insan için anlaşılması zor bir uzletten bahsediyoruz. Öyle ki yaşamın bize dayattığı yaşam biçimini toptan olmasa bile reddetmek gereken hallerden bahsediyoruz. Heidegger ‘in kulübesi: böyle bir uzletin merkez noktasını oluşturuyor. Hikmete doymak için yapılan bir uzlet, gönlü manaya aç olan bütün insanlar için gereklidir. Heidegger ‘in kulübesi işte tam da bu sızıyı bir şekilde gönlünde taşıyanlar için gereklidir. Yalnız olmak: Uzlet ile düşüncenin tekâmülü için çabalamak. Yalnızlık, çağın laneti değil; tefekkürün rahmidir. Uzlet, iç dünyanın sesini dış dünyanın gürültüsünden ayırmak için gereklidir. Düşünce, kalabalıkta boğulur. İnsan, kendini duyamadığı sürece hiçbir şeyi anlayamaz. İnsan yalnız kalmayı başardığı ölçüde tefekkürün ufkuna varabilir. Ancak bu tek olmak gibi bir şey olmayabilir. Toplumun içinde kaybolmakta, bir kaybolma biçimidir. Yalnız olabilmek durumunu burada daha çok toplum yargılarından bağımsız kalabilmek olarak anlamak daha oturaklı olacaktır. Uzlet için doğa ile iç içe olmak o boğucu yoğunluktan uzlet etmek gerekir. Ancak genel olarak çağın laneti gibi değerlendirilen yalnız olmak hali sadece uzleti sağlamayabilir. Toplumun yargılarından uzak olmak tefekkürün rahmi olabilir. Çünkü toplumsal yönelim ya da küçük aile içindeki sanrı dolu yönelimler bizi sürükleyen şeylerdir. Bir akım olarak ortaya çıkan ne varsa o dönemin şartları içinde oluşan hatta şeytani hırslar barındıran küçük hesaplardır. Bunlar da genelde insanı üretken ve faydalı bir zaviyeye götürmez. Uzletin olgun birtakım düşüncelere evirilmesi kesinlikte toplumsal yargıları susturmak ile başlayabilir. O ne dedi ya da benim hakkımda ne düşünüyor acaba türünden kaygılardan da kurtulmak bu yol için ciddi bir eşiktir. Düşüncenin tekâmülü için zorunlu hallerden biri budur. Heidegger ‘in kulübesi, bir filozofun inzivası değil, insanlığın hatırlama biçimiydi. Çünkü düşünce, kalabalığın değil; yalnızlığın çocuğudur. Bugünse yalnızlık bir arıza gibi görülüyor. Oysa düşünmek, biraz da sessizliğe katlanmaktır. Olgun olmak bu katlanma halini tecrübe etmekle ilgidir. Türlü sıkıntılı hallere katlanmak sessizliğe katlanmak bizi tefekkür dünyamızın içinde tekâmüle götürecektir. 

Unvan: Tefekküre Giden Yolda Bir Sınanma

Modern insanın kutsalı artık unvandır. Akademi, felsefeyi değil, kendini alkışlatmak isteyen zihinleri üretir. Unvanına profesör yazdırmak isteyen çok, ama hakikati aramak isteyen yok. Heidegger ‘in kulübesi, kürsüden inen aklın yeniden eğildiği bir mekândı. Bugünse herkes bilge olmak istiyor ama hiç kimse susmayı bilmiyor. Düşüncenin asaletini unvan değil, tevazu belirler. Unvan: modern toplumdaki bunca gelişmişliğin ardından hala tahtını bırakmayan güçlü bir despottur. Unvanın büyülü bir tarafı vardır. İnsan için yaklaştığı ölçüde onu içine çeken bir girdaptır. Onun insanda var ettiği kibir duygusu nice bilgelik hallerini kaybetmesini sağlar.  Bilgelik ise, bir diplomanın değil, bir sessizliğin içinden doğar. 

Unvan peşinde koşan, tefekkürün ne demek olduğunu anlayamaz. Kibri tatmin ile tefekkür birbirine zıt şeylerdir. İnsan kişisel hırslarını, güncel telaşlarını ve iç dünyasındaki sesleri susturdukça tefekkür daha yoğun şekilde ortaya çıkar. Dünya şöyle bir yer ki: oraya bulanan kişi, tefekkür deryasından nasibini kaybetmeye başlıyor. Peşinden koşarak ya da gücünü kullanıp hisabi bir zaviyeden bakarak elde edilecek şeyler arasında tefekkür yoktur. Ona ermek için belli sınamalardan geçmek gerekir. 

Madde ve mana birbirinden ayrılamaz. Heidegger ‘in kulübesi, tahta duvarlardan değil; manayla yoğrulmuş bir maddeden yapılmıştır. Çünkü ruhsuz bir madde, insanı da cansız bırakır. Teknolojik çağın en büyük yanılgısı, maddeyi Tanrı’dan ayırabileceğini sanmasıdır. Oysa Heidegger ‘in yaşadığı kulübenin her tahtasında bir dua yankılanır. Çünkü her madde, anlamını manadan alır; tıpkı insanın bedeni gibi. 

Rilke ’nin dediği gibi: Melekler çekilirse, kuraklık artar. Meleklerin çekilişi, insanın ruhundan çekilmesidir. Rilke ’nin bu sözü, çağın manevi çoraklığının şiirsel ifadesidir. Heidegger ‘in kulübesi, meleklerin hâlâ uğradığı bir yerdi; çünkü orada hız yoktu. Modern insanın kalbinden melekler çekildi; geriye kuruyan bir ruh, donuk bir akıl kaldı. Şimdi herkes bilgiyle sulanıyor ama kimse anlamla doğru yeşermiyor.

Madde ve mananın insan için kaçınılmaz bir birliktelik oluşu Heidegger ‘in hayatının hemen her yanında hissediliyor. Özellikle savaşların ortasında yaşamış bir insan olarak mana ve maddenin bu kadar birbirine ihtiyaç duyduğu bir dönemde Heidegger bizlere gerçeği bu yolla fısıldıyor. 

Tekno-Medeniyet Karşıtı Olmak Ne Demek?

Heidegger teknolojiye değil, onun Tanrı yerine ikame edilişine karşı durmaktadır.  Heidegger ‘in Gestell kavramı, insanın araçlar arasında kendi özünü unutmasını anlatır. Burada şuna dikkatle bakmak gerekiyor. Bizi kim kurtaracak? Bizi yani modern çağda yaşayan ve çağın tek klasiği olma yolunda emin adımlarla ilerleyen varlık insanı kim kurtarır. Böyle baktığımız zaman, bizi kurtarabilecek tek varlığın Tanrı olduğunu görürüz. Çünkü yaratan varlık özümüze dönmek ve içimizde olan fırtınaları dindirmek için tek çıkar yoldur.

Artık insanlar Tanrı’ya değil, algoritmaya inanıyor. Dua etmek yerine arama motoruna yazıyoruz: Nasıl mutlu olunur? Bu sorunun cevabı teknolojik olarak gelişme ve hazlara kendimizi köle etmek ise insan o yolu da görmüştür. Bugün yaşayan bu sıkışık ve gergin insan ruhu teknolojiyi hazlarını tatmin için kullandığı sürece sonuç her halukarda aynı çıkmaya mahkûm. Tekno-medeniyet karşıtı olmak, ekranı kırmak değil; ruhun perdesini kaldırmaktır. Fişi çekmek değil, kendini hatırlamaktır. Aslında kavramsal olarak Heidegger ’in Tekno-Medeniyet söylemine düşmanca yüklenmek kastında değiliz. Burada arzu duyulan şey. Sanayi inkılabı sonrası dişliler arasına kaptırılan insan ruhunu daha fazla parçalanıp sıkışmadan oradan çıkartmak. Zira insan ruhu makine dişlileri arasında sıkışmaya devam ettiği sürece hem kendi yok olacak hem de makineyi bozacak. Bu kaçınılmaz akıbet için önlem almak son derecek mühim. 

Kemiyet mi, keyfiyet mi, üstün olan hangisi? Sayıların hüküm sürdüğü bir çağda nitelik sessizliğe gömüldü. Her şeyin ölçüsü ne kadar oldu, ne olduğu değil. Heidegger ‘in kulübesinde bir masa, bir sandalye, bir düşünce vardı. Bizim evlerimizdeyse her şey var, ama görüyoruz ki, aslında hiçbir şey yok. İnsan elinde bir sürü malzeme olduğunda çok güzel yemek yapacağını sanır. Oysa sayılar her zaman bir simgedir. Sayısal veri olarak çok olmak her zaman bir güç değildir. Nitelik çok değerli ve sürekli olarak gözden kaçan bir gerekliliktir. Keyfiyet, azınlıkların sabrıdır; kemiyet, kalabalıkların alkışıdır. Birinin değeri görünmezliğinde, diğerinin çürümesi görünürlüğündedir. Unutmayalım ki, taş yerinde ağırdır. Dolayısıyla insan için kemiyet ve keyfiyet bir ikilem olmaktan çıkmak zorundadır. Neyin ne kadar lazım olduğuna karar verebilmek nerede soruna cevap vermekle bağlantılıdır. Bu yönüyle keyfiyet gözden kaçan yetim bir çocuk gibi sürekli karşımıza çıkıyor. Oysa ona vereceğimiz değer bizi her zaman yukarda tutacaktır. Manaya değer vermek gibi, keyfiyeti aramakta biz insan için son derece mühim bir zorunluluktur. İnsan nasıl ki ruh ve mana gibi kavramlara aşina olduysa, keyfiyet gibi bir ödevi de sırtlanmıştır. Bu açıdan keyfiyeti üstün tutmak, bu ödevi yerine getirmek anlamına hizmet edecektir. 

Heidegger ‘in Uzlet Dolu Çözüm Arayışı

Heidegger modernliğe sırt çevirmedi; onun içinden geçip hakikatin kokusunu aradı. Kulübesi, bir protesto değil, bir dirilişti. Bugün ise uzlet kelimesi bile sosyal medyada alıntı yapılacak bir romantizme dönüştü. Hâlbuki uzlet, sessiz bir devrimdir. Çünkü insan, kalabalıkta özgür olamaz. Bu meyanda gerçek çözüm, bir ormanın kenarına gidip sadece sessizliği dinlemektir.

Peki, o sessizlikte o uzlet makamında Heidegger neyi keşfetti? Bizi ancak Tanrı kurtaracak. Heidegger ’in bu sözü, çaresizlik değil; fark ediştir. Bu yüz yılda insan kendi icatlarıyla kendi mezarını kazıyor. Tanrı’dan uzaklaşmak, özgürlük değil; kendi zincirini parlatmaktır. Tanrı artık bir kavram değil, bir ihtiyaç hâline geldi. Biz ise, Tanrı’yı yitirdikçe kendimizi de kaybettik. Tanrı: madde ile sarhoş olmuş olan insan için, kendi mahiyetini hatırlamak için çok güzel bir dayanak. Mana ile yoğurulmayan insan için üç boyut evrene tapmak, onu mutlak bir gerçek olarak değerlendirmek neye mal olacak? Büyük buhran, menfaat için verilen savaşlar ve nihayet sadece et kemik kastan meydana geldiğini zanneden aciz insan. 

Sonuç, kulübenin içinde kalan ses: Heidegger ‘in kulübesi, sadece bir yapı değil; insanın Tanrı’yla arasındaki son köprüydü. Elitlik, o köprüyü yakıp küllerini altın zannedenlerin yanılgısıdır. Seçkin olmak, Tanrı’nın huzurunda eğilmeyi bilenlere yakışırdı. Vasat olmayı insana günlük bir gömlek olarak biçen güncel anlayış şu soruya cevap vermeli.  Heidegger ‘in kulübesi mi, yoksa elit ve seçkin olmak uğruna verilecek savaşın kanlı günahı mı? Bu sorunun cevabı bir yol ayrımıdır. Ya kulübeye gidip orada bir çeşit halvete gireriz. Ya da dünyayı elde etmek adına verilecek savaşın ön saflarında piyon olmayı kabul ederiz. 

 İncelenen Kitap: Heidegger ‘in Kulübesine Yolculuk, İbrahim Kalın, İnsan Yayınları 

İZDİHAM

Exit mobile version