İzdiham Dergi

Acem Asaf Yıldırım ile Konuştuk: Hayalleriniz Varsa Kitap Okuyun

“Her kitap bir yol gibidir: Önce kalbimizden geçer, sonra bizi hayal ufkuna götürür. Bu yüzden ben okumanın gerçek amacını yalnızca bilgi edinmekte değil, insanın kendi gönül âlemini büyütmesinde görüyorum. Hayal, hissiyattın derinleşmesiyle olgunlaşır; hissiyat derinleştikçe hayal de derinleşir.”

    Hayaller, insanın kaderine yazılan ilk kelimedir; kitaplar ise o kelimenin cümleye dönüşmüş hâlidir. Hayal, görünmeyeni görünür kılan ilahi bir sır; kitap ise o sırrın kelimelere bürünmüş şeklidir. Bu yüzden kitap, hayali icat etmez; fakat insanın içinde saklı duran hayali uyandırır, ona yürümeyi öğretir. Medeniyetimizin irfan geleneği bize şunu fısıldar: İnsan iki yük taşır — biri bedeni, diğeri hayalidir. Kitap, işte o görünmeyen hayali dile, ruha, idrake tercüme eden bir kapıdır. Bazen Yunus’un bir dizesinde sevginin ateşiyle yanarız; bazen Mevlânâ’nın bir çağrısında kendimize dönme cesareti buluruz. Bir kahramanın yolculuğu bizim sabrımıza; bir hikmet sözü kalbimizin dirilişine dönüşür. Çünkü hayal, Rabb’in insana üflediği ruhun ufka açılan kanadıdır; kitap ise o kanadı güçlendiren irfan yoludur. Kur’an’ın ilk emri olan “Oku!”, hayalimize yön veren ilahi izi hatırlatır bize. Oku ki, içindeki hakikatin nefesini duyabilesin. Bu yüzden inanıyorum ki: Hayal, gönlün duasıdır; kitap ise o duanın cevabıdır. Ve her hayal, kitaplarla derinliğini bulur; kitaplarla yürümeyi öğrenir.

    Kesinlikle öyle. Ben okumayı, insanın kendine doğru attığı en sahici adım olarak görüyorum. Çünkü okumak yalnızca bilgi edinmek değil; insanın kendi iç âlemine bir rehberle doğru yolculuk yapmasıdır. Her kitap, ruhumuzun karanlıkta kalmış odalarını aydınlatır; orada saklı duran hakikati nazikçe ortaya çıkarır.

    Medeniyetimizin irfan damarında “kendini bil” çağrısı vardır. Okuma eylemi de işte bu çağrının izini sürmek demektir. Satırlarda başkalarının hikâyesini okurken, aslında her cümlenin kendi hikâyemizi fısıldadığını duyarız. Bir karakterin düşüşünde nefsimizi, bir dirilişinde umudumuzu, bir yolculuğunda kendi arayışımızı buluruz.

    Ben okumayı bir iç göç olarak tanımlıyorum: İnsan, her kitapla biraz daha kendine taşınır. Bir yanını onarır, bir yanını geride bırakır, bir yanını yeniden kurar. Çünkü insan; kalbiyle inşa olduğu kadar, kelimelerle de inşa olur. Okumak, varoluşun ham hâlini güzelliğe ve hikmete doğru işlemektir. İnsan okudukça “tamamlanmaz”;
    okudukça kendi daha iyi hâline dönüşür. Ve her kitap, bu dönüşüm yolunda sessiz ama en güvenilir rehberdir.

    Benim için öğretmenlik de yazarlık da aynı kaynaktan beslenir: İnsana dokunma sorumluluğu… Sınıfta öğrencinin gözlerinde beliren o merak kıvılcımını gördüğümde, yazarken de aynı ateşi kelimelerde yakmak isterim. Çünkü eğitim sadece bilgiyi aktarmak değildir; ruhun derinliklerinde saklı olan cevheri uyandırmaktır. Yazmak da bu uyanışın sessiz ve derin bir yol arkadaşıdır.

    Öğretmen kimliğim bana sahiciliğin gücünü öğretti; yazar kimliğim ise o sahiciliği kelimelerle ölümsüzleştirmeyi… Sınıfta her cümle bir kapıdır; o kapıyı çocukların bakışları aralar. Kitapta ise her kelime, o kapıyı okurun gönlünde tekrar açar. Bu nedenle öğretmenlik ile yazarlık arasında bir çatışma değil, birbirini tamamlayan bir akış var. Biri konuşarak öğretir; diğeri susarak düşündürür. Biri ana tanıklık eder; diğeri zamanı aşar. Ama ikisinin de hedefi aynıdır: İnsanın içindeki hakikati uyandırmak ve ona hatırlatmak…

    Eğitimci yönüm, yazdıklarıma bir dua bıraktı:
    “Okur yalnızca okumakla kalmasın; kendini de okusun.”
    Yazar yönüm ise o duayı kalemin rüzgârıyla çoğalttı:
    “Her cümle bir kalbe değsin; her sayfa bir dönüşüme vesile olsun.”

    Ben öğretmenliği de yazarlığı da bir ömür boyu aynı sevdayla taşıyorum. Kalemin sözünün tükendiği yerde sınıfın nefesi; sınıfta sözün sustuğu yerde ise kelimelerin sesi devreye giriyor. Ve ben, iki yoldan da aynı hakikate yürüdüğümün farkında olarak; hem öğretene hem yazana tutunarak hayatımı inşa etmeye devam ediyorum. Çünkü her iki yol da insanı insana yakınlaştırıyor ve her iki yol da beni hayata daha derinden bağlıyor…

    — Dijital çağ bize hızı öğretti; fakat derinliği unutturdu. Parmaklarımız sürekli bir şeylere dokunuyor ama kalbimiz temas etmeyi giderek unutuyor. Böyle bir zamanda kitap, sadece bilgi aktaran bir araç olmaktan çıkıp ruhu hayata bağlayan bir sığınak hâline geliyor.

    Ben okumanın yeniden bir ihtiyaç olabilmesi için önce susmayı ve yavaşlamayı yeniden öğrenmemiz gerektiğine inanıyorum. Çünkü kitap, sessizliğin dilini konuşur. Dış dünyanın gürültüsü azaldığında, iç dünyanın sesi duyulur; o ses de bizi satırların arasına çağırır. Kitabın karşısına oturduğumuzda, susarak nasıl konuştuğumuzu fark ederiz aslında.

    Okumak, insanın özüne doğru yaptığı en sahici yolculuktur. Dijital dünyanın yüzeysel akışında kaybolan insan, bir sayfanın içinde kendini yeniden bulur. Bir paragraf ona unuttuğu bir duayı; bir cümle çocukluğunun saf kokusunu hatırlatır. O zaman kitap yeniden ihtiyaç olur — ekmek gibi, su gibi, nefes gibi…

    Unutmamak gerekir ki bizim medeniyetimiz “Oku” emriyle başladı. O kelime; hem kapı hem kurtuluştur. Bugün içinden çıkmakta zorlandığımız bu çağda da yol yine aynı yere çıkar:

    İnsan, ekranın ışığında değil; satırların aydınlığında kendini bulur.

    Modern insanın kalbi yorgun… Ve ben biliyorum ki her yorgun kalbin bir kitabı vardır. O kitapla karşılaşmak, yeniden içsel bir diriliştir. Yeter ki insan, bir sayfa açacak kadar kendine vakit ayırsın.

    Çünkü kitap hâlâ en güçlü hatırlatmadır:
    “Sen sadece yaşamak için değil; anlamak ve anlamlandırmak için buradasın.”

    Aslında yazı bende bir anda başlamadı; sessizce büyüdü. Önce bir ihtiyaçtı… Kendime söyleyemediklerimi bir kâğıda emanet etme ihtiyacı. Sonra bir yalnızlıktı… Söylenmemiş sözlerin arkadaş arayışı. Ve elbette bir itirazdı… Dünyanın görmezden geldiği güzellikleri görünür kılma itirazı. İlkokulda öğretmenlerimin yazı işlerini yazarken hissettim bunu:
    Kalem elimdeyken, sanki dünya biraz daha doğruydu. Sonra sivil toplum çalışmalarında basın bültenleri yazdım, çünkü hakikatin duyulmaya ihtiyacı vardı;
    cümleler, adaletin en temiz yoldaşlarıydı. Ama asıl kırılma noktası, Mustafa Kutlu’yu daha çok kişinin okuması için yazdığım incelemelerde oldu.
    Onun hikâyeleri kalbime değmişti; ben de o dokunuşu başkalarına ulaştırmak istedim.
    Yazmanın bir iyilik olduğuna o zaman inandım. Mehmet Âkif’in sarsıcı direnişini,
    Sezai Karakoç’un diriliş çağrısını çözmeye çalışırken fark ettim ki her şiir bir medeniyetin kalp atışlarını taşıyor. Ben sadece kulağımı o kalbin üzerine koyup
    duyduğumu insanlara anlatıyordum. Bugün dönüp baktığımda görüyorum:
    Yazı benim için bir meslek değil, bir emanet.Ruhun dünyaya söylediği en sessiz ama en güçlü söz.Evet, yazmak bazen bir sığınak,bazen bir çağrı,bazen bir dua oldu…Fakat en çok da şunu hissettim:
    Kalem, insanın yeryüzüne bıraktığı izdir. Ben o izi temiz, sahici ve hakikate yakın tutmaya çalışıyorum.

    Kitaplar, insanın kalbine açılan en gizli kapılardır. Bir metnin satır aralarında yürürken aslında başkalarının yalnızlıklarına dokunmayı, onların acılarını kendi içimizde tartmayı öğreniyoruz. Bu, empati dediğimiz şeyin derin ve sessiz eğitimidir. Çünkü insan, bir başkasının hikâyesini okuduğunda, kendi sesinin yankısını da duyar orada.

    Ama kitapların bize öğrettiği tek şey merhamet değildir. Onlar aynı zamanda bize “korkma” der. Dünyayı anlamak cesaret ister; insanın kendisiyle yüzleşmesi daha büyük bir cesaret. Bir kahramanın düştüğü yerden kalkışını okuduğumuzda aslında kendi karanlığımızla hesaplaşmayı göze alıyoruz. Bir şairin haykırışında, kendi içimizin susturulmuş sözlerine cesaret buluyoruz.

    Duygudaşlık, kalbi genişletir. Cesaret ise kalbin ritmini değiştirir. Kitaplar bu ikisini aynı anda yapabilen nadir dostlardır. Hem ruhumuzu yumuşatır hem de bizi daha sarsılmaz kılarlar. Kendimize ve dünyaya karşı duyduğumuz sorumluluğu hatırlatır, bazen de; “Sen de anlatmalısın” diye fısıldar.

    Bu yüzden, her okuduğum kitap bana şunu söyler gibi gelir:
    “Başkasının hikâyesini anladığın kadar, kendi hikâyeni de yazmaya cesaret et.”

    Ben bir öğretmenim öğrenciliği hiç bitmeyen dediği gibi şairin. “Ve bütün bu sürecin merkezinde, Rabb’in adı var. “Oku!” emrinden başlayan bir yolculuk bu: Yazarken O’nu anıyor, kelimeleri O’nun adıyla yoğuruyor, anlamı O’na yöneltiyorum. Her cümle, bir dua gibi; hem okuyanı hem yazanı dönüştüren bir ibadet hâline geliyor.”

    Yazmak benim için hem bir öğretme biçimi hem de öğrenmenin en sessiz hâlidir. Ama önce şunu belirtmeliyim: Yazmak, başlı başına bir hazırlık sürecidir. Her cümlenin ardında bir okuma, bir araştırma, bir iz sürme dönemi vardır. Bağımsız okumalar, başka yazarların ve düşünürlerin izleri, bazen bir şiirin ya da hikâyenin derinliğinde yakaladığım ince nüanslar… Bunlar yazının temel taşlarıdır.

    Yazarken öğreniyorum, çünkü her kelime bir bilinmezi aydınlatıyor; her paragraf, kalbimde yeni bir farkındalık yaratıyor. Okurların notları, görüşleri, bazen eleştirileri ise bu süreci taçlandırıyor. O zaman görüyorum ki, yazmak tek başına bir öğrenme değil, okurla birlikte bir öğrenme yolculuğudur. Onların gözlerinde, satırlarımın yankısını görmek, beni yeni sorular sormaya, yeni ufuklara açılmaya zorluyor.

    Ve bütün bu sürecin merkezinde, Rabb’in adı var. “Oku!” emrinden başlayan bir yolculuk bu: Yazarken O’nu anıyor, kelimeleri O’nun adıyla yoğuruyor, anlamı O’na yöneltiyorum. Her cümle, bir dua gibi; hem okuyanı hem yazanı dönüştüren bir ibadet hâline geliyor.

    Özetle: Yazarlık, benim için öğretmenin sessiz hâli, öğrenmenin en derin biçimi. Yazarken öğreniyor, okurların gözlerinde ve gönüllerinde o öğrenmeyi yeniden buluyorum. Ve anlıyorum ki, yazmak, Rabb’in bize verdiği kelimelerle hem kendimizi hem dünyayı keşfetmektir.

    Kesinlikle öyle. Okuma, öncelikle zihnin değil, kalbin hissiyat kapısını aralar. Satırlara dokundukça, önce başkalarının acılarını, sevinçlerini, umutlarını hissederiz; o anda hayal gücü devreye girer. Ama hayal gücü hissiyatın derinleşmesiyle anlam kazanır. Yaşadığımız coğrafyanın medeniyet tecrübesi ve dilinin ilk görevi insanın kalbini temizlemek, ona empati sorumluluğunu yüklemektir. Kitap da işte bunu yapar: Hissiyatımızı derinleştirir, ruhumuzu sakinleştirir, empatimizi arttırır; öyle ki hayal kurmak artık bir oyun değil, bir sorumluluk hâline gelir. Bir karakterin cesaretini okuduğumuzda, önce empati kurarız; sonra o empati saygıya dönüşür. Çünkü artan hissiyat, hayal gücüne yol verir.

    Her kitap bir yol gibidir: Önce kalbimizden geçer, sonra bizi hayal ufkuna götürür. Bu yüzden ben okumanın gerçek amacını yalnızca bilgi edinmekte değilinsanın kendi gönül âlemini büyütmesinde görüyorum. Hayal, hissiyattın derinleşmesiyle olgunlaşır; hissiyat derinleştikçe hayal de derinleşir.

    Ve işte bu yüzden diyorum ki:
    Okumak, önce hissiyatı derinleştirmek, sonra dünyayı ve kendimizi hayal etmektir.

    Okuma kültürü, içe dönük hazzı ile bireysel, birikim ve davranışsal hali ile toplumsal bir yolculuktur. Bizim sözlü edebiyat geleneğimizde anlatıcılar, insanları etrafına toplar ve sözle dünyayı, hayatı, değerleri birlikte aktarırdı. O dönemlerde formasyon, toplu anlatıyla veriliyordu; ama yazılı edebiyat ve kitaplarla aynı ölçüde toplu bir okuma pratiğini maalesef yeterince hayata geçiremedik.

    Bununla birlikte, insanımızda okuma dürtüsü halen güçlü ve nitelikli okuma yapan çok sayıda insanımız var. İnsanlar, kendi içlerinde bir dünya kurar, kendi gönül ve akıl dünyalarını geliştirir. Özellilkle okul ve akademik çevrede gerçekleşen bireysel ve / veya toplu okumalar bir süre sonra toplumsal ivmeye dönüşebilir.  Çünkü okuyan insan, farkındalığı, merhameti ve eleştirel bakışıyla çevresine ışık tutar.

    Kitap okuyan bireyler, önce hissiyatını büyütür, sonra hayal gücünü ve iradesini genişletir.  Yalnızca bilgili değil, aynı zamanda düşünen, sorgulayan, adalet ve merhametiyle birlikte hareket eden bir toplumun temeli olur. Özetle söylemek gerekirse; bireyin okuması, toplumsal dönüşümün tohumudur. Tohum ekildikçe, birlikte okumanın ve paylaşmanın bereketi ortaya çıkar.

    Sonuçta okuma, insanı yalnızca zihinsel olarak zenginleştirmekle kalmaz, toplumu da kendi vicdanı ve irfanı doğrultusunda dönüştürmeye açar. Bizim görevimiz, bu bireysel okuma yolculuklarını bir araya getirip toplumsal yankıya çevirecek yolları cesaretle inşa etmektir.

    — Son zamanlarda zihnim, geçmiş ile bugünün kıyısında yürüyen bir yolcu gibi… Bir yanım, zamanı içimize derinleştiren o kudretli bakışın peşinde; diğer yanım ise kültürü kökleriyle yeniden buluşturan çağrıya kulak veriyor. Bu iki nefes, kalemimin yönünü adeta sessizce belirliyor.

    Maarif Modeli üzerine yazdığım metinler de bu yüzden yalnızca bir eğitim yaklaşımını açıklamıyor; daha çok insanın duyuşunu, iç sesini diriltmeye çalışan bir arayışa dönüşüyor. Benim için eğitim; aklı beslemek kadar ruhu inşa ederek insanı bütünüyle ayağa kaldıran bir diriliş yoludur. Bu dirilişin en sahih izlerini de inanç dünyamızın samimi hikâyelerinde buluyorum. Mesela Ashab-ı Kehf… O mağaranın sessiz gençleri hâlâ bugünün kalabalıklarının içinden geçip hakikati arayanlara bir şeyler fısıldıyor. Belki de yolun sonunu değil niyetini doğru kuran herkes, onların görünmeyen kardeşidir.

    Bir başka dikkat kesildiğim alan ise dijital çağın görünmez kahramanı: öğretmen. Kalabalık sınıfların ortasında, ekranların soğuk ışığına rağmen insan kalbini diri tutmaya çalışan o kişi… Yazmakta olduğum kitap, işte onun kimsenin duymadığı fedakârlığını görünür kılmak için bir çabadır. Çünkü her öğretmenin hikâyesinde sessizce dünyayı sırtlanan bir sabır vardır.

    Bunun yanında beni başka ufuklara taşıyan çalışmalar da sürdürüyorum.
    Bir proje var ki; bu toprakların şiirinden süzülmüş bir ruha dayanıyor. Kelimeleri incitmeden, emanet bilinciyle dokunmaya çalışıyorum.
    Bir diğerinde ise kadim bir destanın içinden süzülmüş insan yüzleri beliriyor. Tarih çoğu zaman suskundur ama bir gün yeniden görünmek için sabırla bekler.

    Ve kalbimin en derininde yoğrulan bir çalışma daha var:
    Rumeli’den kopup gelen Zeliha Annemizin hikâyesi… Her adımında bir yurdun yükünü; her nefesinde dua ve hasreti taşıyan o kadın… Bir muallim dostumla birlikte, onun hatırasını zamanın karanlığına bırakmamak için çabalıyoruz. Çünkü bazı hikâyeler sadece hatırlansın diye değil; yaşasın ve yaşatılsın diye yazılır.

    Bütün bu arayışlar ve uğraşlar, bana aynı hakikati yeniden hatırlatıyor:

    Yazmak; mazinin saklı hazinesini bugünün kalbine emanet etmek, yorgun hissiyatı diriltmek ve sözün küllenmiş nefesine yeniden can üflemektir.

    İZDİHAM DERGİ – RÖPORTAJ

    Exit mobile version